KUDÜS (İHA) - 2002 yılı hem Filistin, hem de İsrail tarafı için hiç de kolay bir yıl olmadı. İsrail ordusunun Filistin topraklarında sürdürdüğü işgaller ve Filistinli radikal dincilerin düzenlediği intihar saldırıları, Ortadoğu'da bu yılın huzursuz geçmesine neden oldu.
1 Ocak 2002 günü Beyaz Saray'dan yapılan açıklama, temkinli bir iyimserlik oluşturmuştu. Noel öncesi son Ortadoğu misyonundan Washington'a eli boş dönen Amerikan Özel Temsilcisi emekli General Anthony Zinni, İsrailliler ile Filistinlileri barış düzenlemelerine ikna için yeniden bölgeye gidecekti. Zinni'nin Ortadoğuya geri döneceği henüz açıklanmıştı ki, İsrail donanması Kızıl Deniz'de Filistin Özerk Yönetimi'ne teslim edilmek üzere 50 ton silah yüklü Karine A adlı şilebe el koydu. Yeniden patlak veren karşılıklı suçlamaları, radikal Filistinliler'in silahlı saldırıları ve İsrail'in misilleme operasyonları izledi. Filistin Başkanı Yaser Arafat, İsrail kuşatması altında Ramallah'taki makamında dış dünyadan tümüyle tecrit edilmiş bir konumdaydı. Silah taşıyan gemi olayı Washington'un Arafat'a karşı beslediği antipatiyi daha da güçlendirmişti. Başkan Yardımcısı Dick Cheney, sadece Arafat'a yüklenmekle kalmıyor, İran'ı da "Arafat'ın silahları nereden aldığını biliyoruz. İran'dan. Arafat'ın Arap dünyasında barış sürecine destek bulabileceği pek çok ülkeye başvurmak yerine, bir terör örgütü olan Hizbullah'dan ve teröre destek çıkan, barış sürecini sona erdirmek isteyen İran'dan medet umması son derece rahatsız edicidir" diye ağır bir dille suçluyordu.
ŞARON BASKILARI ARTIRIYOR Washington'un, Arafat'ı, uçlarına Irak, Kuzey Kore ve İran'ı yerleştirdiği Şer Ekseni'ne bir ölçüde dahil ettiğinin işaretini veren bu tutum, Filistin Başkanı'nı safdışı bırakmak isteyen İsrail Başbakanı Şaron'un da işine geliyordu. Şaron ocak ayında Arafat ve Filistinliler üzerindeki baskıları daha da artırdı. Özerk bölgelerde başta Almanya olmak üzere Avrupa Birliği'nin kalkınma yardımları ile inşa edilen, Gazze Şeridi'ndeki havaalanı ve diğer alt yapı tesisleri yerle bir edildi. Bu yıkım politikasını sert bir dille protesto eden Avrupalılar, Amerika'nın aksine, Arafat'ın tecrit edilmesine de kesinlikle karşıydılar.
Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, Filistin tarafını kimin temsil edeceğine ancak Filistinlilerin karar verebileceğinin altını çiziyordu.
Ne var ki, Avrupalılar'ın protestoları hiç bir işe yaramamıştı. İsrail'in abartılı tepkisini Washington'un eleştirmesi ortamı kısa bir süre sakinleştirmiş olsa da intihar saldırıları ve İsrail'in misilleme operasyonları birbirini izledi. İsrail ordusu, Oslo anlaşması çerçevesinde Filistin Özerk Yönetimi'ne bıraktığı Batı Şeria'daki kentleri tek tek işgal etmeye başladı. Suudi Arabistan veliahtı Prens Abdullah'ın Beyrut'daki Arap Birliği zirvesine kabul ettirdiği barış planı da Kudüs'ü etkilememişti. Plana göre, İsrail 1967 Ortadoğu savaşıyla işgal ettiği tüm bölgelerden çekildiği ve Filistinli mültecilerin yurtlarına geri dönmelerine izin verdiği takdirde, Arap dünyası İsrail'i tanımaya ve barış anlaşması imzalamaya hazırdı. İsrail açısından planın can alıcı noktası Filistinli mülteciler meselesiydi. Dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres, İsrail'i Yahudiden çok Filistinli'nin yaşadığı de fakto bir Filistin devletine dönüştürmeye hazır olmadıklarını, zaten Arafat'ın da artık bu gerçeği kabul etmeye başladığı inancında olduğunu söylüyordu. Ama Arafat bu noktadan çok uzaktı. Ramallah'daki karargahı İsrail birlikleri tarafından yerle bir edilen Filistin Başkanı, uluslararası toplumu,"Bu bir savaştır. Bu bir işgaldir. Bugün dünyada işgal altında yaşayan tek halk biziz. Bu kabul edilebilir mi? Uluslararası toplum bunu kabul edebilir mi?" diye ağır bir dille suçluyordu.
"FİLİSTİN DEVLETİ KURULABİLİR" Uluslararası toplum aslında uzunca bir süredir bunun farkındaydı. BM Güvenlik Konseyi, 12 Mart 2002 tarih ve 1397 sayılı kararda ilk kez Filistin halkının kendi devletini kurma hakkına sahip olduğunu kabul ediyordu. Ama İsraillilerle Filistinliler arasındaki şiddet döngüsünün kırılamaması yüzünden dış dünyanın hareket alanı daraldıkça daraldı. Arap Birliği'nin önerisi çoktan unutuldu. Başta Alman Dışişleri Bakanı Fischer ve Avrupalıların barış misyonları da. Birleşik Amerika, Rusya, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği'nin oluşturduğu Ortadoğu dörtlüsünün 2005'e kadar bir Filistin devletinin kurulmasını hedefleyen aşamalı barış planı da bu döngüyü kırmaya yeterli olmadı.
RADİKAL FİLİSTİNLİ GRUPLAR
Bu başarısızlığının bir nedeni, bugüne kadar çözüm yolunda atılan her adımı, yeni bir saldırı ile temelinden dinamitleyen radikal Filistinli gruplar. Ama bir diğer neden de sorunun iki başoyuncusu Şaron ve Arafat'ın inatla katı tutumlarını sürdürmeleri. Ne Filistin tarafının, 20 Ocak'ta yapılması planlanan ama ortam elvermediği gerekçesiyle ertelediği seçimler, ne de şubat ayında İsrail'de yapılacak olan erken seçimler bu nedenleri ortadan kaldırmaya yetecektir. Ortadoğu'da yıl, başladığı gibi şiddet döngüsünün gölgesinde, çözümsüzlük içinde sona eriyor. Onca fırsatın heba edildiği 2002'nin ardından yeni yıl belki de çok daha kötü günlere gebe. Olası bir Irak savaşının, bölgedeki barış ve huzur arayışlarını daha da zora sokacağı tartışma götürmüyor.