2020 yılının bitimine az bir süre kala kitap kurtları için benzersiz bir liste hazırladık. Listemizde sizlerin zevkine hitap eden neredeyse bütün kitap türlerinden birer örnek paylaştık. İşte karşınızda 2020 yılında çıkan ve popüler listelere giren kitaplar...
(Kitapların açıklamaları yayınlanan basın bültenlerinden alınmıştır.)
Niye bu kadar istiyordu Delibo'yu bulmayı? Bağıran bir bitkiden hallice yaşayan bir adamla ne yapacaktı ki?
Yusuf on sekiz yaşındayken hayatını mahvedip terk eylediği baba ocağı Bornova'ya seneler sonra geri dönmüştür. Tam da o günlerde aldığı bir haberle sarsılır: Çocukluk hatıralarının kahramanlarından, mahallenin sevgilisi ve bir nevi maskotu deli İbrahim, namı diğer Delibo, ardında iz bırakmadan bir anda sırra kadem basmıştır. Çocukluk aşkının da onun peşinde olduğunu öğrenen Yusuf'un aklı iyice karışacaktır. Zira artık ünlü bir dizi yıldızı olan ve Delibo'yu bulmak için her şeyini bırakıp Bornova sokaklarına dönen güzeller güzeli Yasemin, ondan ısrarla yardımını istemektedir...
Tol, Har, Merhume gibi unutulmaz romanların yazarı Murat Uyurkulak Delibo'yla İzmir'in sokaklarında dolanıyor ve hem tükenmeyen bir tutkunun hem de hayli kanıksanmış ülke gerçeklerinin izini sürüyor. Bu karnavalesk aşk romanında, akıllı ve duyarlı ama bir o kadar da yaralı ve öfke dolu Yusuf'un kurtulamadığı sevdasını anlatıyor. Beraberinde de hayatlarımızın içine sinip kabuk bağlamış meseleleri eşeliyor; eşitsizliği, haksızlığı, yoksulluğu, kini ve düğüm olmuş aile ilişkilerini gözler önüne seriyor - sakınmadan, lafı uzatmadan ve her zaman olduğu gibi sözünü esirgemeden...
İlber Ortaylı, yediden yetmişe herkesin faydalanacağı, bilge şahsiyetinden ve yaşam tecrübesinden süzülen tavsiyelerden oluşan bir eserle karşımızda. İlber Hoca bu kitapta, bir insanın, çocukluktan itibaren hayatın hemen her alanında ihtiyaç duyacağı çözümleri nasıl bulabileceğini örnekler vererek anlatıyor. "Herkes kendi talihinin mimarıdır" sözünü hatırlatarak, kendi yolunu çizmenin ne anlama geldiğini tüm kritik noktalarıyla yorumluyor.
Bir ömrü hakkıyla yaşayabilmek ve yaşanan her andan tat alabilmek için önce ne lazımdır?
İnsan hayatı kaç dönemden oluşur ve her bir dönemde neleri tecrübe etmek gerekir? 15, 25, 40 ve 55 yaşları neden birer eşiktir?
İnsan kimden, ne öğrenebilir? Kendi kendini yetiştirmek nasıl mümkün olur?
Kişi mesleğini neye göre seçmelidir?
Bir işin uzmanı olmak ve o uzmanlık bilgisiyle çalışmak için nelere ihtiyaç vardır?
Bir dil, en iyi nasıl ve ne zaman öğrenilir?
En verimli sonucu alabilmek için nasıl çalışmak gerekir?
Sorumluluk sahibi bir insan, kendisi veya çocukları için nasıl bir eğitim modeli aramalıdır?
Hayata değer katmak için ne tür insanları arayıp bulmak gerekir?
Doğru kararları alabilmek için en çok kimleri dinlemek gerekir?
En iyi nasıl seyahat edilir; bir şehir nasıl dolaşılır? Hangi müze, hangi meydan, hangi sokakları görmek için dünyanın bir ucuna kadar gidilebilir?
İyi film, güzel müzik, doğru kitap nedir? Hangi temel eserleri dinlemeli, okumalı ve seyretmeliyiz?
İnsan yaşadığı şehirden tam manasıyla nasıl yararlanabilir?
"Bir Ömür Nasıl Yaşanır?", ülkemizin medarıiftiharı olmuş bir tarihçinin gözünden, insanın hayattaki anlam arayışına, bu arayışın tadını nasıl çıkaracağına ve süreç boyunca karşılaşacağı zorluklarla nasıl baş etmesi gerektiğine dair çok özel bir kılavuz.
Kıyamete mahkum bir dünyada nasıl yaşanır? Çağdaş edebiyatın en özgün seslerinden Jonathan Safran Foer, Bu Bizim Havamız’da gezegenimizin içinde bulunduğu krizden ve onu ortadan kaldırmak için yapabileceklerimizden bahsediyor. Bu Bizim Havamız, topluca gerçekleştirebileceğimiz bireysel bir eylem planına odaklanıyor ve bizi, çok geç olmadan, yaşadığımız yaralı dünyayı iyileştirmeye çağırıyor. Giderek ısınan gezegenin saçtığı tehditleri insan faaliyetlerinin yol açtığı onulmaz hasarın ışığında ele alan yazar, hakikatin öyküsünü kendi öyküleriyle, kendi iç hesaplaşmasıyla birleştiriyor.
Gelecekten bugüne uzanıp kendimize bir mesaj iletebilsek, uzaya gidip dünyaya bir de oradan bakabilsek, sevdiklerimizi ne zaman ve nasıl kaybedeceğimizi bilebilsek bugün neler yapar, nasıl yaşardık?
Bu Bizim Havamız, her şeye rağmen “daha yaşamak isteyen” insanlar için bir el kitabı.
Elinizdeki kitap size tarihin şifrelerini, El Dorado’nun yerini, Karındeşen Jack’in kim olduğunu ya da simya taşının hikmetini öğretmeyecek. Karşınıza pavyonlarda sürten altıncı Dalai Lama, genç kalmak için altın içen Diane de Poitiers, teslim ol çağrısına orta parmaklarını işaret ve yüzük parmaklarının arasına sokup sallamak suretiyle cevap veren Venedik garnizonu, erkek kılığına girip tüm Siena’yı elden geçiren çapkın travesti Caterina Vizzani, bir köşede hacetini gideren Evliya’nın üstüne düşüp onu “boklu gazi” yapan düşman da çıkmayacak.
Bu, kahramanlarla hainlerin, tarihin akışını değiştiren vizyonerlerle fırsatları tepen basiretsiz liderlerin kitabı değil. Küçük Buzul Çağı, Fiyat ve Sanayi devrimleri, Aydınlanma, Atlantik Üçgeni, Büyük Kırılma, Hümanizma, muhayyel cemaatler, Protestan Etiği gibi birçok kavramın havada uçuştuğu sayfalarımızda kopuşları değil, devamlılıkları göreceksiniz. Tarihi bir anda değiştiren olayların aslında semptomlarını kaplumbağa hızıyla gösteren süreçlerin birer sonucu olduğunu fark edeceksiniz.
Herkesin hafife aldığı şu grotesk tarih kortejinin birbirinden ilginç kahramanlarının yaratacağı hafif bir tebessümden ve sıra dışı anekdotların verdiği şaşkınlıktan daha fazlasını hedefliyoruz: Okuyucunun geçmişini ve bugününü daha iyi kavrayıp geleceğini daha iyi planlamasını sağlamak ve ona entelektüel bir derinlik kazandırarak daha kaliteli bir yaşam sürmesine yardımcı olmak.
Emrah Safa Gürkan’ın mizahla zekâyı buluşturduğu Bunu Herkes Bilir, hangi yaşta olursa olsun kendini geliştirmek için öğrenmeye zaman ayıranların zevkle okuyacağı bir başucu eseri…
Biz kadınlar bazen en başından olmayanı oldurmaya çalışıyoruz. Böyle kodlanıyoruz. El attığımız her şeyi düzelteceğimize o kadar inanıyoruz ki ‘onu da’ düzelteceğimize emin oluyoruz. Ama eşek kadar adamlar değişmiyor, olmayandan da olmuyor. Ve evet ne yazık ki bizim bunu anlamamız için iyice sarsılmamız gerekiyor. Farkındayım çok zor; üzücü, gurur kırıcı, yorucu sıfırlanmak… Ama emin olun şahane yanları da var…”
Aslı T. Kızmaz ikinci romanında kendi ayakları üzerinde duran, hiç olmazsa buna çabalayan, sonunda “olmasa da olur” diyen delidolu bir kadının ayrıksı hikâyesine odaklanıyor.
Olmasa da Olur, Benden Ne Olur’un devamı olan eğlenceli, şen şakrak üslubuyla, roman kahramanının zihninde yarattığı hayali insanlarla, süratli ve nefis bir hikaye…
Bu kitapta yer alan denemeler, dil, fizik, kimya, biyoloji, bilgisayarlar, toplumsal bilimler, yapay zeka ve tabii edebiyat gibi ilk bakışta birbirleriyle ilintisiz alanlar üzerinde geziniyor. Ama biyolojik evrimden bilimkurgu geleneğine, olasılıklar kuramından kültürel değişime, sibernetikten bizzat yazma uğraşına dek bütün bu gezi uğraklarının iki anahtar sözcükte odaklandığını söylemek mümkün...
Hayatta sahip olduğu her şeyi kaybettikten sonra artık kötü bir adam olmaya karar veren eski avukat Sadık’ın, gizemli bir köşk etrafında ve burada işlenen tuhaf bir cinayetin peşinde geçen on günü... Mehmet Eroğlu, zora gelince vazgeçen, düşündükçe yalnızlaşan, yalnızken düşünceleri eninde sonunda ölümle buluşan bir yaşam korkağını ve onun karanlığa gömülü dünyasını anlatıyor... Kötü Adamın On Günü, iyilik ve kötülük arasındaki ince çizgiyi mesele edinen; yaşamın en steril alanlarından, küf kokulu en izbe köşelerine uzanan bir günümüz tragedyası... Soluk soluğa okunacak, cehennemi bir polisiye...
Ne Hamlet’im ne de Raskolnikov’um; kuşandığım andan itibaren üzerimdeeğreti duran her iki kişiliğin de iyi biçilerek dikilmemiş giysiler gibi üzerimden kayıp gittiğinin farkındayım. Ben, galiba benim... Evet, kabul etmesi zor da olsa, ben en çok benim: Biraz iyi, biraz adil, biraz da kötü...
Beni ben yapan bir öz var mıydı sahi? Bedenim, sesim, dilim, evim dediğim yer değişmişti ya, başka bir insan mı olmuştum artık? Oysa olduğum kişiyi ısrarla, onu yok etmeye çalışan her şeye, herkese rağmen yavaş yavaş kabuğundan çıkarmıştım ben.
Annemin Kaburgası, kimliğinden onur duyanların, aşkı özgürce yaşayanların, göçmenliğin dilini en iyi bilenlerin, cinselliğin üzerindeki toplumsal tahakküme meydan okuyanların, basmakalıp değerlerden ve birörnek yaşam biçimlerinden usananların öyküleri. Burçin Tetik, ayrıştırıcı söylemlere, yaşamımızı çepeçevrelemiş öfke diline, gökkuşağının tüm renkleriyle karşılık veriyor.
Özgün, duyarlı, cesur… O meşhur şarkıdaki gibi, gökkuşağının üzerinde bir yerde, ta yukarıda…
“Herkesi öldüremezlerdi tabii,” diyor Bay Barbatnik. “Bunu biliyordum. Geride birileri kalmalıydı; tek bir kişi bile olsa. Ben de kendime, işte bu kişi ben olacağım, dedim. Beni yolladıkları kömür madeninde onlar için çalıştım. Polonyalılarla birlikte. Gençtim, güçlüydüm. Maden benimmiş, babamdan miras kalmış gibi çalıştım. Kendime, yapmak istediğim işin bu olduğunu söylüyordum. Bu işi çocuğum için yaptığımı söylüyordum. Sırf akşama kadar dayanabileyim, sağ kalabileyim diye, her gün kendime farklı bir şey söylüyordum. Ve bu şekilde sağ kaldım. Ansızın Ruslar dört bir yandan, hızla gelmeye başlayınca, Almanlar bizi toplayıp sabahın üçünde yola düzdüler. Günlerce, günlerce, günlerce yürüdük, sonunda günleri saymayı bıraktım. Bu böylece sürüp gitti, insanlar her yanda yere yığıldı; kendime yine, eğer tek bir kişi sağ kalacaksa, bu ben olacağım dedim. Ama artık bir şekilde anlamıştım: Gittiğimiz hedefe varsam bile, oraya vardığımızda, konvoydan geriye kalanları vuracaklarını anlamıştım. Bunun üzerine, Tanrı bilir nereye doğru, bir an durup dinlenmeksizin, haftalardır, haftalardır süren yürüyüşten kaçtım. Ormanda saklandım, geceleri ortaya çıktım, Alman çiftçiler beni doyurdu. Evet, doğru söylüyorum,” diyor, mum ışığında neredeyse bir kürek kadar geniş, bir kol demiri kadar da ağır görünen, iri eline bakarak; o elin içinde Claire’in kemikleri ve boğumları narin, ince, düzgün parmakları var. “Almanlar tek tek fena insanlar değiller. Ama üç Almanı bir odaya koydun mu, bu canım dünyaya veda edebilirsin.”
Bağımlılık olgusunu sosyolojik, siyasi ve tarihsel bağlamında ele alan bu kitapta Kültegin Ögel gerek akademik gerek toplumsal söylemlerde bağımlılığın nasıl inşa edildiğini zengin ve akıcı örneklerle incelerken bireysel düzlemde bağımlılığın çok katmanlı bir olgu olduğunu ortaya koyuyor. Kahve, alkol, tütün ve afyon kullanımının sömürgecilik, endüstrileşme, Avrupa burjuvazisi ve işçi sınıfıyla kesişme noktalarından; meyhaneler ve alkol yasakları üzerinden yapılan birey, kamu ve iktidar tartışmalarına kadar bağımlılığın tarihsel arkaplanını sunuyor. Bağımlılık yapan bazı maddelerin kullanımı mümkün ve meşru iken bazılarının yasak olmasını belirleyen ölçütleri, bireysel özgürlükler ile toplumsal yasaklar arasındaki hassas dengeyi analiz ediyor. Tıbbi ve akademik jargondan uzak, herkesin anlayabileceği bir dille yazılmış bu eserde, Ögel, madde kullanımının yoksullukla ve toplumsal eşitsizlikle olan ilişkisini analiz edip bağımlılık üzerinden yapılan damgalamanın sınıfsal kimlikle nasıl iç içe geçtiğini gösterirken okuru bağımlılık olgusunu etiketlemeden anlamaya davet ediyor.
Olmayacak şey, abim aradı akşamüstü. "Akşam size geleceğiz," dedi, evde miyiz, değil miyiz, sormadan. Niye geleceğini kestirdiğim için sesimi çıkartmadım. Sesi donuktu; hal hatır sorma faslını kısa tutmuş, sesindeki sert ton canımı sıkmıştı. Masamda biriken işleri temizleyecektim o gün, elimi süremedim, çakıldım kaldım öylece. Nicedir, sağda solda, "Kimse ne üzer ne sevindirir beni," diyor, insan sözünün hep yalan olduğundan dem vuruyordum. Birden, anladım ki her şeye rağmen birisi kalıyormuş, sözleri derinlerden ses getiren. Behçet Çelik, Herkes Kadar'da dünyalarımızın bazen birbirine ne kadar benzediğini, bazen de bu benzerlikler arasında sıkışıp kalan farklılıkların dünyamızı nasıl da bambaşka bir şeye dönüştürdüğünü anlatırken, bir yandan da arkadaşlıkta, aşkta ya da ailede, iki kişi arasında oluşan görünmez bağların hayatlarımıza dokunduğu yerlerde bıraktığı izlere ışık tutuyor. Sadece bir eyvallah diyerek çıkıp gidenlerin, geçmişi bugün gibi içinde taşıyanların, gençliklerini öğrenci evlerinin heyecanına yatıranların, neden çağırıldıklarına bir türlü anlam veremeyenlerin, bir başkasının gözlerinde kendini görmeye çabalarken hüsrana uğrayanların hikayeleri ve yine hayatlarımızın akışındaki durgun ya da gerilimli ritmi derinden hissettiren bir dil…
Çağdaş edebiyatımızın önde gelen yazarlarından Behçet Çelik'ten hayatımızın zamanla kıyıldığı anları hatırlatan öyküler...
İlk defa 1983 yılında yayınlanan Dune Sapkınları bu yıl yeni çevirisi ve baskısı ile 2020'i şenlendirdi.
Frank Herbert, deneylerden çok deneysel yaklaşımların had safhaya ulaştığı, tür içerisindeki “iyi edebiyat iyi edebiyattır”cıları bir araya getiren yeni dalga bilimkurgu akımının en önemli temsilcilerinden. Türün tüm olanaklarını, suyunu çıkarana kadar kullandığı Dune serisinin beşinci kitabı Dune Sapkınları, inanç ve inançsızlık arasındaki çizgiyi soluklaştıran, epik serinin sonuna bir kala taşları yerinden oynatan bir eser.
Tanrı İmparator II. Leto’nun üç bin beş yüz yıla yakın süren hükümdarlığının son bulmasının üstünden bin beş yüz yıl geçti. Altın Yol için yaptığı bu fedakârlıktan sonra insanlar II. Leto’nun “gerçekten de” ölüp ölmediğinden hâlâ emin değillerdi ve İmparatorluk harap olsa da Altın Yol’u sıkı sıkıya takip etmeye devam edeceklerdi.
Dağılış sonucu milyonlarca insan parçalanan medeniyeti terk ederek uzayın bilinmeyen köşelerine dağılmışlardı. Artık Rakis denen Arrakis yine çölleşmişti ve kum solucanları ölmekteydi. Bu sırada, Kayıp Olanlar gücü ellerine geçirmek için geri dönmüştü. Hizipler, İmparatorluk’tan arta kalanın kontrolünü ele geçirmek için yarışırken Rakis’te Sheeana adında bir kız tüm dikkatleri üstüne çekmişti çünkü son Tanrı İmparator’un bahsettiği kehaneti gerçekleştirebiliyordu: Kum solucanlarını kontrol etmek.
Tüm bunlar olurken Bene Geseritler’in önünde iki seçenek vardı: Ya gizli manipülatörler olarak, hayatta kalmaya çabalayan insanlığın aynı yolda ilerlemesini yönlendirmeye devam edip gerilimi azaltacak ya da Altın Yol’u kabul edip insanlığı yok olma tehlikesinden uzak yeni bir geleceğe götüreceklerdi.
Yetişkin olmak kolay değil. Üniversiteden mezun olmuş, hayata atılmış, anne baba olmuş, maddi olanaklara kavuşmuş olabilirsiniz ama yetişkin olmak bunlardan biraz daha fazlası. Duygu ve düşünce dünyanızda tam bir yetişkin gibi davrandığınıza emin misiniz?
Hepimizde kendimize tuzaklar kurmamıza yol açan psikolojik örüntüler var. Bunları çözümlemeye, hoşlanmadığımız bu duygu ve davranış kalıplarından kurtulmaya ne dersiniz?
Yetişkin Olmak'la kendinizi çözümleyip duygu ve davranışlarınızı açıkça görmek gibi cesaret gerektiren bir işe girişeceksiniz. Stres ve duygularla ilgili sorunları çözmeyi amaçlayan farkındalığa dayalı bilişsel davranış terapileriyle tanışacaksınız.
Duyguları farkındalıkla yönetme konusundaki araştırmalarına yıllarını veren uzman psikolog Lara E. Fielding, Yetişkin Olmak'ta kendinizi tanımanızı, duygu ve davranışlarınızın direksiyonuna geçmenizi sağlayacak aşamalı becerileri kullanmanızı sağlıyor.
Bir hayattan geriye ne kalır? Belli bir duyguya ait bir hikaye mi, bir anı mı? Ölüler hayatlarına geri dönebilseler ne söylerlerdi?
Biri kocasının bir ömür boyu elini tuttuğunu hatırladı. Biri doğdu, kumar oynadı ve öldü. Başka birinin hayatında çok insan oldu, ama sadece birini sevdi. Her şey bittiğinde de pişmanlıklar ve çelişkiler içinde olan ölüler; aşklarını, ailelerini, kırgınlıklarını, yalnızlıklarını, doğrularını ve yanlışlarını anlatıyor bu romanda.
Robert Seethaler Toprak’ta ölümün insan hayatındaki yerini, öteki dünyadan bir insanın yaşayanlara neler anlatacağını, hayatına dair neleri anlatmayı seçeceğini, bir olayın farklı kişilerce nasıl yorumlanacağını etkileyici bir kurguyla gözler önüne seriyor.
Anı yazmak geçmişte yaşamak mı? Yoksa geçmişte yaşanılanlarla bugün olanları karşılaştırıp, geleceğe ilişkin sonuçlar çıkarmak mı? Güncel yazmak bu günün durum saptaması ile geleceğe uyarılar yapmak mı?
Geçmişe gidip geçmişte yaşamak bize ne kazandırır?
Çağdaş, cumhuriyetçi, Atatürk Devrimleri savunucusu ama halkın, ücretlerin, paylaşımın eşitliğinden yana sloganlarla sosyalist bir toplumu da özlem olarak gören bir gencin dört yıllık bir eğitim süresince yaşamından kesitleri ve okuldaki “Devrimci Mücadeleyi” yazmaya başlayıp; biraz da mezuniyet sonrası yaşananlarla tamamlanmış ve 41 yıl sonra yazılmaya başlanan anılar, gelinen noktada “Ne Kazandığımızı” da sorgulama fırsatı verdi.
Anılarımı yazarken en çok ne isim verebilirim diye düşündüm. “Devrimci Mücadele’m” desem öğretmen ve öğrenciliği birlikte götürdüğüm için devrimci mücadelenin tam da içinde olamıyordum. Gündüzleri köy okulunda öğretmendim. Dolayısıyla bu anılar tam anlamıyla bir devrimci mücadele öyküsü değildi. Ama devrimci mücadeleden de yaşanılmış anılar vardı.
Casus, savaş pilotu, çikolata tarihçisi ve tıbbi buluşlar yapan bir mucit. Roald Dahl, yazdığı kitaplar kadar renkli bir yazar. Charlie’nin Çikolata Fabrikası ve diğer çocuk kitaplarıyla tanınan Dahl’ın yetişkinlere anlattığı hikâyeler de bir o kadar sihirli.
Düşen uçaklar, silah arkadaşlarının yolunu gözleyen askerler, savaşın akıl almaz cinnet hali... İkinci Dünya Savaşı’nda pilot olarak görev yapan Dahl, Anlaşıldı, Tamam’da savaş pilotlarının tuhaf hayatlarını ve deneyimlerini, havada her an ölümle burun buruna nasıl yaşadıklarını dehşetli ve karanlık, heyecan ve mizah dolu öykülerde resmediyor.
Anlaşıldı, Tamam, dünyayı kuşbakışı seyreden deneyimli bir pilotun gözünden, insanların içindeki iyiliğin ve kötülüğün savaşta ne şekillerde ortaya çıktığına dair sürükleyici ve çarpıcı bir derleme. Kemerlerinizi bağlayın!
Modern hayatın temposu her geçen gün hızlanıyor. Bu değişime ayak uydurabilmek için bizim de sürekli olarak hareket halinde olmamız ve peşi sıra gelen yeniliklere uyum göstermemiz bekleniyor. Fakat bu bitimsiz devingenliğin stres, yorgunluk, depresyon gibi ağır bedelleri var. Gerçekten çağın hızına ayak uydurmaktan başka seçeneğimiz yok mu? İçinde yaşadığımız hız kültürü, bir yandan zamanı akışkan hale getirirken diğer yandan sosyal sınırları siliyor ve sabit tanımların yerine esnek ve değişebilir değerler koyuyor. Bireyi yolundan şaşırtan, şüpheye sürükleyen,yalnızlaştıran bir süreç bu aynı zamanda. Kendimizi bu yıpratıcı süreçten korumak için ne yapmalıyız? Aradığımız bütün yanıtlar içimizde midir? Kendini gerçekleştirmek ne demektir? Birey kendi kaderinden sorumlu mudur? Anlamlı bir varoluş kurmak nasıl mümkün olabilir? Başkalarıyla etkileşimimiz kişisel mutluluğumuzun neresinde durur? Benliğin ve kişisel bütünlüğün kişinin iç huzurundaki rolü nedir? Neden bu kadar çok kişisel gelişim kitabı yazılıyor ve yayımlanıyor? Edebiyat kendimizi ve hayatı anlama çabamızda bize nasıl yardımcı olabilir? Danimarkalı psikolog ve felsefeci Svend Brinkmann yayımlandığı ilk günden itibaren büyük ilgi gören ve pek çok ülkede çoksatanlar listesinin üst sıralarına yerleşen bu kitabında, kişisel gelişim çılgınlığına direnmenin gerekliliğini hatırlatıyor. Yazar her şeyi mümkün gibi gösteren içe dönme, pozitif düşünme, kendini yeniden yaratma gibi moda trendlere odaklanmak yerine, kendimiz olarak kalarak belli bir yön ve amaç doğrultusunda ömür sürmenin önemine vurgu yapıyor.
Dünyada her nerede olursan ol, seninle buluşmak istiyorum. Bu yaşamda ömrümüzün yettiği kadar beraber olmak üzere seni çağırıyorum… Sizi her anlamda mutlu edecek ve tamamlayacak insanı… Ruh eşinizi hayatınıza çekmeye hazır mısınız? Sürekli aynı yanlışlara düşmekten, yanlış insanları hayatınıza çekmekten bıktınız mı? Eşinizle veya sevgilinizle daha mutlu olmak, aşk ilişkinizle ilgili farkındalığınızı artırmak, tekrar ettiğiniz hataların ardında yatan sebepleri öğrenip çözmek mi istiyorsunuz? Ruh Eşin Nerede? sayesinde bütün bunlar için uygulamanız gereken ritüelleri ve teknikleri keşfedebileceksiniz.
Dahası, nihayet farkındalığa ulaşıp ruh eşinize kavuştuktan sonra özgürleşecek ve aydınlanma yolunda ilerleyerek hayatınızda mucizelere tanık olacaksınız!
Bugün dünyanın odağında geleceğe dair endişe var. Yalnızlık, anksiyete ve depresyon ciddi bir ruh sağlığı krizinin habercisi. Felaketler, iklim değişikliği, biyo-çeşitlilik kaybı, gıda sorunu her geçen gün daha kronik bir hal alıyor. Ekosistemlerin ve toplumların yaralarının sarılması, iletişim kurulması ve çözüm üretilmesi gerekiyor. Değişim gücüne sahibiz, ancak başarısız oluyoruz çünkü en kritik aracımızın kaybolmasına izin verdik: Hayal gücü.
Rob Hopkins’e göre, şeylerin hayal gücüyle dönüşebileceğine ve kültürlerin hızlı, dramatik ve beklenmedik bir şekilde daha iyiye değişebileceğine dair çok sayıda kanıt var. Daha iyi bir yaşamı ve olumlu bir geleceği hayal etmek, sonrasında bunu gerçeğe dönüştürmenin anahtarı. Bu tutkulu keşifte Hopkins, hayal gücünün neden azaldığına, onu canlandırmak için ne yapmamız gerektiğine dair soruların cevaplarını arıyor. Çünkü bunu yaptıktan sonra, insanlık ve dünya adına başarabileceğimiz şeyin sonu yok.
100 Buluş, 100 Öykü! Arşimet’in, suyun kaldırma kuvvetini bulduğunda, hamamdan fırlayıp, “Evreka! Evreka!” diye kendini sokağa atmasının öyküsünü duymayan yoktur. Böyle “Evreka!” anları pek çok buluşta yaşanmıştır aslında.
Telefonun bulunuş öyküsü sözgelimi; çoğumuz biliriz, ama cep telefonunun bulunuş öyküsünü hiç duyduk mu acaba? Buna bilgisayarın, internetin, e-postanın, Facebook’un, WhatsApp’ın bulunuş öykülerini de ekleyebiliriz; elektriğin, oksijenin, DNA’nın, aspirinin, röntgenin bulunuş öykülerini de… Dünya’mızın yuvarlak olduğunu, döndüğünü ilk kim, nasıl buldu? Yaşını kim, çevresini kim hesapladı? Yine Dünya’mızın ilk oluşumu, yani doğuşu nasıl oldu? Ya küresel ısınmanın, sera gazlarının, ilk hava tahmininin öyküleri?..
Gündelik hayatımızı kolaylaştıran buluşlardan sonra buzdolabının, klimanın, tükenmezkalemin, blucinin, trafik ışıklarının, kedi kumunun “Ben Buldum!” anları nasıldı? Birbirinden ilginç araştırma ve derlemelerinden tanıdığımız Süleyman Bulut, merak radarlarını bu kez bilim ve buluşlar tarihine çevirdi… Pek çoğunu ilk kez okuyacağınız 100 buluşun 100 kısa öyküsü Ben Buldum!’da.
Birtakım iç hesaplaşmalar içindeki yazar uzun zaman sonra çocukluğunun geçtiği, küçük, çirkin bir Fransız kentinde yaşayan babasını ziyarete gider. Karşısında bulduğuysa, erkeklerin duygularını bastırması ve sert olması gerektiğini savunan, bugün "toksik erkeklik" denen kültürün içine doğmuş, kendisine rol model olan birçok erkek gibi erkenden okulu bırakıp işçiliği değişmez bir kader gibi sırtlanarak fabrikalarda çalışıp ellisinde yatağa mahkûm olmuş, zavallı bir adamdır.
Fransa'nın en etkili yazarlarından biri kabul edilen Édouard Louis bu kısa ve çarpıcı metinde mevcut düzenin grotesk gerçekliğini vurgularken, milyonlarca insanın hayatını etkileyip yöneten siyaset denen şeyin, siyasetçiler için aslında bir salon oyunundan başka bir şey olmadığını anlatıyor.
"Louis'nin bir yazar olarak en güçlü yanı, olguları kimi zaman takıntı noktasına varacak kadar tutkulu bir şekilde hissetmesi ve hislerini nötrlemek yerine onları araştırmaya açık, felsefi bir zihinle analiz etmesidir."
Bildiğimiz dünyanın bilmediğimiz tarihi. Çoğunluğu siyah kadınlardan oluşan on iki karakterin, aşk, erkekler, kadınlar, feminizm, cinsiyet, göçmenlik, ırk ayrımı, sınıf, kültürel çatışma, çok kültürlülük etrafında şekillenen ve kuşaklar boyunca birbirine bağlanan hikâyeleri. Lezbiyen tiyatrocu Amma, Barbados’tan İngiltere’ye göç eden “mutsuz gelin” Winsome, ne kadın-ne erkek Morgan, kendisini Siyahların eğitimine adamış idealist Shirley…
Evaristo, topraklarında güneş batmayan ülkenin tarihine siyah, kadın, yoksul, trans evreninden bakarken, hiç terk etmediği ironik diliyle Londra sokaklarını şenlendiren kimlikler karnavalını bütün coşkusu, neşesi, kakofonisi ve absürtlüğüyle yansıtıyor. Karnaval bitip sokaklar boşalınca Evaristo’nun bizim için havaya asılı bıraktığı soru kalıyor geriye: Olduğunu sandığı şey midir insan?
2019’da Booker Ödülü’nü kucaklayan Evaristo’dan, çağdaş dünyayı olağanüstü bir üslupla anlatan şenlikli bir roman.
1980’lerden beri Türkiye’de kurulan saadet zincirlerinin son halkası, “Tosuncuk” lakaplı Mehmet Aydın’ın kurduğu Çiftlikbank oldu. İsmail Saymaz, ”Tosun Bank“ diye adlandırdığı bu saadet zincirinin yükselişini ve Aydın’ın binlerce kişinin parasını çarparak yurtdışına kaçışını anlatıyor. Gelir dağılımının bozulmasıyla birlikte, emek harcamadan servet edinme hevesiyle başı dönmüş insanların bazen ilahiler, bazen milli marşlar eşliğinde dolandırılmasının kırk yıldır süren öyküsü bu.
“Nasıl ki Banker Yalçın, 12 Eylül’ün gardırop Atatürkçülüğünü, Titan Kenan 28 Şubat iklimini, Jet Fadıl’sa İslâmcı kıpırdanışı sermayeye çevirdiyse, imam hatip lisesinden terk olan Tosuncuk Mehmet de bu dönemin milliyetçi ve muhafazakâr kimliğine büründü. Çiftlik Bank’ı 15 Temmuz’a karşı verilen direnişle özdeşleştirmekten tutun da, Osmanlı’yı anlatan bir dizinin oyuncusunu reklam yüzü yapmaya, tesis açılışlarında Kudüs’e selam göndermekten, Aydın’ı Fatih Sultan Mehmed’e benzetmeye kadar her türden hamasete başvuruldu.
Banka yönetim kurulu üyesinin güreşçilerden seçildiği liyakatsiz bir bürokrasinin, kamu ihaleleriyle semirtilmiş işadamlarının ve partizanlaşmış memurların elinde kalan Türkiye’nin Tosuncuk Mehmetler üretmesi kaçınılmazdır. Gelir adaletsizliği, işsizlik ve yoksulluk var oldukça bir Tosuncuk gidecek, bir başka umut taciri gelecektir.
Elindeki tek gözlü iğneyi göstererek "Dünya işte bu iğne deliğidir," demiş. "Biz insanlarsa iplikler gibi geçip gideriz içinden. Kimimiz kısa, kimimiz uzun. Kimimiz ince, kimimiz kalın. Kimimiz ak, kimimiz kara... Fakat hiçbir önemi yoktur bunun. Asıl soru, geçip gittikten sonra ne kalacak bizden geriye. Başkasının yarasını mı dikeceğiz yoksa altın kaftanlar mı öreceğiz kendimize..." Fazlalıklar, bu hayatın fazlalıkları olmanın ağır sancısını çeken, hayata eksiyle başlayan, başlangıç noktasına ulaşmak umuduyla mütemadiyen çaba gösteren insanların hikayesi. Sinan Sülün, eski zamanların hikaye anlatıcılığı geleneğini farklı ve yepyeni bir anlatım diliyle yaşatıyor. Öykü ve roman arasındaki sınırları zorlayan, özgün ve çarpıcı bir metin ortaya koyuyor.
“Hayat beni iki toplumlu, iki dilli, tek bölgeli kıldı. Kıbrıs’ın bütününün insanıyım. ‘Biz’ dediğimde Mehmet ile Yannis, Ayşe ile Maria aynı anda aklıma düşer. Onların hassasiyetleri, özgüllükleri, kültürleri ve çıkarları bende ortak ve birdir.Fakat benim kendimden saydığım insan toplulukları, ‘biz’ ve ‘onlar’ karşıtlığı içinde yaşıyorlar. Birbirini değersizleştirmeye, kavga ve rekabet etmeye devam ediyorlar. Benim aynı anda hem içlerinde ve aralarında olmam, hem de ‘biz’ ve ‘onların’ ötesini aramam, bu sürtüşmeden fırlayan kıvılcımların üstüme sıçramasına yol açıyor. Ve biliyorum ki, Oliki Kipros/Bütün Kıbrıs aşamasına geçilmedikçe, bu durum devam edip gidecek... Avrupa Parlamentosuna seçilmem (2019) bu açıdan fazla bir şeyi değiştirmedi. Kıbrıs’ta olduğu gibi, Uluslar Avrupa’sında da varlığımı ulus-ötesi çıplak bir vatandaş olarak sürdürüyorum...”
Niyazi Kızılyürek, Ulus Kaçağı’nda, ülkesi milliyetçiliğin bölücü çağrısının peşinden sancılar içinde sürüklendiğinde, bu çağrıya uymayan, bu nedenle iki yanda hep öteki, başka, yabancı kalan bir bölünmüş kimliğin hikâyesini anlatıyor.
“Benim portre yazarlığıma her defasında bir açılıp kapanma, daralıp genişleme hareketinin ritmi eşlik eder. Bu ritmi arar, mütemadiyen hissetmeye çalışırım yazarken. Portresini çıkaracağım insana ritim tutarak bakarım. Sempati, antipati ve en iyisi empatinin de ritmi bu olmalı.”
Ahmet Tulgar’dan, “şahsiyat”la değil, toplumsal ruh halimizle uğraşan portreler. Kaygıların, öfkelerin, hayal kırıklıklarının, utançların, kederlerin, beri yandan hayranlıkların, sevinçlerin, tesellilerin, dert ortaklıklarının portreleri. Memleketin bir meşrepler haritası. Huylarımızın aynaları. Başlı başına, edebî zevkle okunacak denemeler.
Nesrin Topkapı, Güler Sabancı, Ali Ağaoğlu, Acun Ilıcalı, Aydın Doğan, Ali Koç, Aziz Yıldırım, Aykut Kocaman, Şenol Güneş, Alpay Özalan, Saffet Susiç, Devlet Bahçeli, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan, Bülent Arınç, Binali Yıldırım, Kemal Kılıçdaroğlu, Muharrem İnce, Ekrem İmamoğlu, Yılmaz Güney, Teslim Töre, Can Yücel, Ali İsmail Korkmaz, Selahattin Demirtaş, Vedat Milor, Tuğrul Eryılmaz, Türkan Şoray, Alpay Nazikioğlu, Kadir İnanır, Yıldız Tilbe, Selda Bağcan, Fazıl Say, Bruce Springsteen, Kevin Spacey, Ezhel, Özcan Deniz, Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay, Hülya Avşar, Ajda, Mustafa Ceceli, Emel Sayın, Hülya Koçyiğit-Selim Soydan, Seda Sayan… Ayrıca Devran, TÜSİAD, “Diyetisyen”, “sosyal medya”, Şokopop…
Birbirlerinin dilini anlamıyorlardı ama yoksulluğun işaret dilini az çok biliyordu burada yaşayan herkes. Bu dili anlamak merhametin kapılarını sonsuza dek açmıyor olsa da muhtemel tehlikelerin sinyallerini algılamak adına önemliydi.
Hikaye, semtin en işlek caddelerinden birinde, kalabalığın hengâmesinde göçmenler, kör köpekler, berduşlar, meczuplar, pezevenkler, insan tacirleri, uyuşturucu ve emlak simsarları arasında geçiyor.
Jaklin Çelik, arafta kalmanın çaresizliğini, yoksulların işaret dilini, yaşamın ortasında sınır çizgisi gibi duran saklı şarap mahzenlerini insanın yüreğine dokunan, sokulgan ve ince bir üslupla anlatıyor. Sarhoşların Perşembesi, son dönemlerin en özgün ve sarsıcı romanlarından biri. Kutsanmış bir ayyaş ayaklanması!
”Sesi bu alacalı karmaşayı orta yerinden yarıp geçiyor. Saatler susuyor. Hafifliyorum. Kafamın içinde sıralamaya çalışıp durduğum her şey gevşiyor, düğümleri çözülmüş gibi sarkmaya başlıyor. Guguklu saatler, pilli saatler, kurmalı saatler duruyor. Ben duruyorum…”
Belalı gemilerde ateşle tek vücut olan mürettebat, paranoyak zihinler, rüyaların derinliklerinden sökülüp çıkarılan ılık ılık atan yürekler, post mortem fotoğraflar ve zamana yenilen aşklar, hasta ruhlu yazarlar, buz tutan kimsesiz nehirler, basit öğle yemeklerinde konuşulan gizemli ölümler, dev soyundan gelen nahif insanlar…
Durmuş Saatler Dükkânı, zaman mefhumuyla meselesi olan, bitmek bilmeyen döngülerden şikâyetçi, üzerine sis çökmüş büyülü öykülerden oluşuyor.
Gamze Güller, tekinsizliğine rağmen karanlığın karşı konulmaz cazibesini, sade ve etkileyici bir üslupla anlatıyor.
Büyüme sancıları; arkadaşlar, sevgililer ve aileyle kurulan kurulamayan ilişkiler; insanın ruhuyla, düşünceleriyle, bedeniyle ve geçmişiyle giriştiği bir hesaplaşma…
Küçük yaşlarından itibaren herkesten “farklı” olduğunu hisseden Linda Hammerick’in hikâyesi Dilimdeki Acı.Büyüdükçe, yaşadığı her deneyimle bu farklılığın sadece fiziksel olmadığını kavrayan Linda, kendi kimliğini, kişiliğini ararken hiç bilmediği gerçeklerle, hayatındaki sırlarla da yüzleşmek zorunda kalıyor. Üstelik neredeyse her kelimenin “tadını” alabilmesi onu daha da sıra dışı ve merak uyandırıcı biri haline getiriyor.
Kelimelere belli tatlar vererek Dilimdeki Acı’da eşine az rastlanır bir üslup kullanan ödüllü yazar Monique Truong’dan etkileyici ve sürükleyici bir roman…
Adını bilmiyordum. Onunla aylarca birlikte yaşadığım halde. Aslında onunla ilgili gerçekte tek bir şey bile bilmiyordum. Pahalı bir telekız servisinde çalıştığı dışında. Servis, üyelik sistemiyle hizmet veriyordu; kimliği belli düzgün müşteriler dışında kimseyi kabul etmiyordu. Bunun dışında başka işler de yapıyordu. Normal iş saatlerinde küçük bir yayıncıda yarı zamanlı düzeltmenlik, ayrıca yarı zamanlı kulak modelliği.
Özetle çok meşgul bir iş yaşamı vardı. Bir adı vardı elbette. Aslında birkaç ad kullanıyordu. Ama yine de bir adı yok gibiydi. Yağmur gibiydi, bir yerlerden çıkıp gelmiş ve sonra ortadan kaybolmuştu. Geride sadece hatırası kalmıştı.
Haruki Murakami’nin en sevilen romanlarından biri olan Dans Dans Dans’la gizemli bir dünyanın kapılarını açıyoruz. Ortadan kaybolan çekici bir kadın... Yalnızlığını anlamlandırma çabası içindeki bir adam... Sezgileri gelişmiş sıradışı küçük bir kız... Müzik... Ve kült Murakami romanlarından artık “tanışımız” olan Koyun Adam da bu romandaki yol arkadaşlarımız.
Nereye gittin ki şimdi? Tam da her şey güzel gidiyorken… Beni hiç mi merak etmiyorsun? Neredesin? Ne durumdasın? Düşünmekten çok sensizlik yoruyor beni. Artık eskisi gibi güçlü hissetmiyorum kendimi de. Sadece umudum beni ayakta tutuyor. O uzun saçlarının kokusu…
Her rüzgar estiğinde içime çektiğim kokun da yok şimdi. Her gün geliyorum buluştuğumuz yere. Seninle gezdiğimiz yerleri geziyorum tek başıma. Sadece sen yoksun ama her şey aynı. Oturduğumuz bank bile duruyor aynı yerinde.
Senin gidişin beni çok yordu. Allah’ın sevdiği kuluymuşum ki, karşıma Burak’ı çıkardı. O destek oldu bana, o kaldırdı her düştüğümde. Can dostum, kardeşim… Biliyor musun? O da benim gibi yaralı. En zor zamanlarımızda destek olduk birbirimize. Onunla ilk fırsatta tanıştıracağım seni de…
Ah be güzel gözlüm! Herkes kıskanırdı bizi. Olmadı bu yaptığın. Olmadı sessizce gidişin… Umutluyum ben yine de... Her zaman olduğu gibi umutluyum geleceğine. Biliyorum sen de beni unutmadın. Belki de duyuyorsun sesimi. Sadece bir adım atman gerekiyorsa, ben buradayım. O zaman dön ve “Kal” hayatımda.