28 Şubat'ın 14. yıldönümü, dönemin en önemli aktörü Necmettin Erbakan'ın ölümüyle yeni bir anlam kazandı. Yıllar sonra ortaya çıkan bazı gelişmeler 28 Şubat'a bakışı da değiştirdi. Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları 28 Şubat'a kadar uzandı. İddialara göre, ordu ve bazı mihraklar Erbakan ekibini zor durumda bırakmak için komplo kurdu. Ancak karşıt görüşe göre, bugün yaşananlar komplo. Bazı kesimler TSK'dan 28 Şubat'ın intikamını alıyor.
24 Aralık 1995 seçimleri çok parçalı bir siyasi yapı ortaya koymuş, ancak Refah Partisi (RP) yüzde 21 küsur oyuyla birinci parti olmuştu. 550 milletvekilliğinden 158’ini kazanan RP, 1990’ların başında yükselme eğilimine giren siyasal İslam’ın, 1994’teki yerel seçim başarısının ardından (RP, İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri’ni SHP’nin elinden almıştı) ulaştığı noktayı gözler önüne serdi. RP gücünü iki kaynaktan alıyordu: Muhafazakâr Anadolu sermayesinin önemli bir bölümü ve 12 Eylül öncesinde sola eğilimli olan, ancak 1990’larla beraber İslamcı siyasetin etki alanına giren büyük kentlerin yoksulları. Parti elbette Anadolu’da da güçlü bir halk desteğine sahipti.
TBMM’ye giren diğer partilerin RP ile koalisyona yanaşmamaları üzerine, hem merkez sağın liderliği için hem de karşılıklı (ama daha ziyade Çiller’e yönelik olan) yolsuzluk iddiaları yüzünden kavgalı oldukları hâlde, ANAP lideri Mesut Yılmaz ve DYP lideri Tansu Çiller bir koalisyon hükümeti kurdular. DSP tarafından dışarıdan desteklenen ve ANAYOL diye adlandırılan bu azınlık hükümeti Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığı altında kurulmuştu. Yapılan anlaşmaya göre Yılmaz bir süre sonra mevkisini Çiller’e devredecekti. Ancak bu kırılgan hükümet uzun ömürlü olmadı. Hem Anayasa Mahkemesi meclisteki güvenoylamasında yeterli oyun çıkmadığına karar vermiş, hem de ANAP’ın Çiller hakkındaki yolsuzluk iddialarıyla uğraşmakta olduğu duyulmuştu. Yılmaz 6 Haziran 1996’da istifa etti.
Çiller deyim yerindeyse RP lideri Necmettin Erbakan’ın “avucuna düşmüştü”. Erbakan, ANAYOL koalisyonu sırasında Çiller’i, Başbakan olduğu dönemde (1993-1995) karıştığı iddia edilen yolsuzlukları açığa çıkarmakla tehdit etmekteydi. Başbakan Yılmaz’ın 6 Haziran’daki istifasının ardından da ANAP, Başbakanlığı döneminde Örtülü Ödeneği usulsüz kullandığı gerekçesiyle Çiller’e karşı bir araştırma önergesi verdi. Ancak RP’nin karşı oy kullanması sonucu önerge kabul edilmedi. RP bu tutumunun ödülünü almakta gecikmedi: 29 Haziran 1996’da Erbakan’ın Başbakanlığı altında REFAHYOL koalisyon hükümeti kuruldu. Çiller de Başbakan Yardımcısı olmuştu.
Bu hükümetin kuruluşu siyasette ilkin küçük çaplı bir depreme yol açtı. Seçim kampanyası boyunca Çiller kendisini Türkiye’nin Batılı, modern yüzü olarak takdim etmiş, RP tehlikesine karşı laikliğin güvencesi olduğunu söylemişti. RP ile koalisyon DYP içinde bazı tepkilere yol açtı. 10 DYP Milletvekili yeni hükümete güvenoyu vermedi, 5’i çekimser kaldı. Parti-içi muhalefetin bir kısmı DYP’den istifa ederek Hüsamettin Cindoruk’un liderliği altındaki Demokrat Türkiye Partisi’ne (DTP) katıldı.
Ancak asıl deprem, genel olarak ülke siyasetinde yaşandı. İlk defa İslamcı bir partinin lideri Başbakan olmuştu. Erbakan 1970’lerde, Milli Görüş geleneğinin bir önceki partisi olan Milli Selamet Partisi’nin başındayken bir kez Ecevit’le, iki kez de Demirel’le koalisyon hükümeti kurmuştu, ancak bu hükümetlerin ya küçük ortağı (1974) ya da küçük ortaklarından biriydi (1975-77). Şimdiyse Başbakan’dı ve bu durum toplumun laik kesimlerinde ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) huzursuzluk yaratmaktaydı. Türkiye’de devlet aygıtının önemli bir kısmıyla beraber büyük sermayenin (İstanbul sermayesi) de Erbakan’a tavır aldığı anlaşılıyor. Bunun nedenleri, Erbakan’ın ekonomiden dış politikaya kadar, Türkiye’de egemen sınıflara son derece uzak ve yabancı görüşlere sahip olmasıydı. Medya REFAHYOL hükümetini dikkatli gözlerle izlemeye başladı.
Erbakan 1991 seçimlerine “Adil Düzen” adını verdiği bir ekonomi programıyla girmişti. Faizin kaldırılması, korumacı önlemler, devletin ekonomideki girişimciliğinin artması, ağır sanayi hamlesi gibi esaslar içeren bu program, en azından söylem düzeyinde anti-kapitalist bir retoriğe de sahipti. Öte yandan gerçekçi ve uygulanabilir olmadığı gerekçesiyle eleştiriliyordu. 1996 itibariyle Erbakan’ın bu vizyonunda kayda değer bir değişim gözlenmemekteydi. RP’nin (söz gelimi RP’li bazı belediyelerde halk kütüphaneleri ve kadınlara yönelik eğitim merkezleri kapatılmış, Kuran kursu sayısında ise patlama yaşanmıştı), dış politikada da Türkiye’nin egemen sınıf ve zümrelerinin geleneksel çıkarlarına ters hedefleri vardı: NATO’dan çıkmak, AB ile Gümrük Birliği’ne son vermek, İsrail’le işbirliğine son vermek, İslam Ortak Pazarı’nı kurmak gibi.
Öte yandan Erbakan’ın ülkedeki laik güçleri yatıştırmaya yönelik tutumu, partisinin radikal unsurlarının da tepkisini çekmekteydi. Kimi RP Milletvekillerinin laiklik karşıtı “sivri” çıkışları kamuoyunda tepkiyle karşılanmaktaydı. Erbakan ilk dış seyahatini İran’a yaptı. İkinci durağı olan Libya’da Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’nin, Türkiye’nin Kürtlere yönelik tavrından dolayı kameraların önünde Erbakan’ı paylaması ve rahatsızlığı yüzünden okunduğu halde Erbakan’ın buna cevap vermemesi (ya da verememesi), medyada şiddetli biçimde eleştirilmişti.
RP’nin İslam dünyasıyla yakınlaşma politikasının parçası olarak hükümet, G-7 örneğini izleyerek başlıca Müslüman ülkelerle D-8 kısaltmalı ekonomik işbirliği örgütünün kurulmasına öncülük etti (22 Ekim 1996). D-8’in ilk zirvesi 4 Ocak 1997’de İstanbul’da toplandı. Tabii Başbakan Erbakan bir yandan da ihtiyatı elden bırakmamaya çalışarak, bakanlarından Fehim Adak’ı Washington’a gönderdi (24 Aralık 1996).
Tüm bunlar olurken kamuoyunu o sıralarda çok meşgul eden, biri gerçekten önemli, diğeri ise “şişirilmiş” iki mesele vardı. 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta bir trafik kazası meydana geldi ve hurdaya dönen bir araçtan 3 kişinin cesedi çıktı: Bir polis okulunun müdürü olan, eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ. 80 öncesinde Ülkücü Gençlik Derneği Başkan Yardımcısı olan, Türkiye İşçi Partili 7 gencin katledilmesi, Mehmet Ali Ağca’nın cezaevinden kaçırılması ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi suçlardan Türk polisi ve Interpol tarafından aranan Abdullah Çatlı (mamafih bu ismin kâğıt üzerinde firari olmakla beraber ülke içinde yıllardır rahatça seyahat edebildiği anlaşılmaktaydı). Arabadan çıkan üçüncü ceset Gonca Us adlı bir mankene aitti. Urfa’daki Bucak aşiretinin lideri ve DYP Milletvekili Sedat Bucak ise kazadan yaralı olarak kurtulmuştu.
Böyle bir ekibin aynı otomobilin içinde olması ve arabanın bagajından silahlar ve susturucular çıkması büyük bir skandaldı. Kazadan 5 gün sonra İçişleri Bakanı Mehmet Ağar istifa etmek zorunda kaldı. Anlaşıldığı kadarıyla, 80 öncesinde Kontrgerilla’nın sivil kanadı olarak sola karşı cinayet ve katliamlarda yer alan ülkücü katillerin ve onların devlet içindeki hamilerinin çekirdeğini oluşturduğu bir çete yapılanması, 80’lerle beraber hem PKK’ya ve ASALA’ya karşı kullanılmış, hem de mafyavari bir suç şebekesine dönüşmüştü. Bu şebekede Özel Harekât polisleri ve PKK’ya karşı mücadeleye katılan devlet yanlısı aşiretlerin korucu adı verilen paramiliter unsurları da yer almaktaydı. Susurluk kazasıyla ortaya saçılan bu yapılanmanın özellikle 1993-95 yıllarında, bir başka deyişle Çiller-Ağar döneminde “altın çağ”ını yaşadıkları görülüyordu.
Bu olay ülke genelinde bir infial yarattı ve devlet içindeki çetelere karşı bir toplumsal farkındalık oluştu. İşin ucunun Çiller’e dokunuyor olması sebebiyle ANAP da konuya ilgi gösterdi. Almanya gezisi sırasında program dışı olarak Macaristan’a geçen ANAP lideri Yılmaz, 24 Kasım’da Budapeşte Hilton Oteli’nde Veysel Özerdem adlı ülkücünün yumruklu saldırısına uğradı. Özerdem, Yılmaz’ı Çatlı aleyhindeki sözlerinden dolayı yumrukladığını söyledi. “Derin devlet” teriminin günlük kullanıma girdiği o dönemde, 1 Şubat 1997 tarihinden itibaren çetelere karşı ülke genelinde “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri başladı.
Kamuoyunu meşgul eden bir diğer mesele ise; Müslüm Gündüz adlı Aczmendi şeyhi. “Sahte şeyh” olduğu söylenen Ali Kalkancı isimli şahıs, Müslüm Gündüz’le aynı evde “basılan” Fadime Şahin adlı kadın ve Emire Kalkancı isimli bir başka kadının (kendisi Ali Kalkancı’nın eşiydi) yer aldığı; iç içe geçmiş bir takım ilişkilerdi. Televizyonların haber bültenlerinde bu insanların ilişkileri ve kavgaları magazinvari bir üslupla uzun süre işlendi. Sonuçta toplumda yaratılan algı; “irtica” olarak adlandırılan şeyin tarikat-seks-para-yozlaşmışlık gibi kavramlarla yakından ilişkili olduğuydu. Said-i Nursi’nin köktenci takipçileri olan, ancak sayıları çok da fazla olmayan Aczmendiler adlı tarikat da bu dönemde kamuoyunca yakından bilinir oldu. Aczmendilerin sokaklarda kendilerine has kılıklarıyla ve topluca dolaşmaları ve kendilerinden geçtikleri zikir törenleri televizyon ekranlarında laik kesimlerce dehşet içinde seyredildi.
Susurluk’ta ortaya dökülen çetelere karşı yurt genelinde düzenlenen Bir Dakika Karanlık eylemleri sırasında her gece saat 21’de evlerin ışıkları açılıp kapatılıyor, insanlar tencere-tavalara vurarak sokaklarda eylem yapıyordu. Tepkiler doğal olarak DYP’ye de yönelikti. Çete yapılanmalarıyla yakından uzaktan ilgisi olmadığı hâlde RP’nin eylemlere tavır alması (muhtemelen hükümetin küçük ortağını korumak için), Erbakan’ın “glu glu dansı yapıyorlar” ve RP’li bakanlardan Şevket Kazan’ın, zihnindeki Alevi imgesini de ortaya koyar biçimde “mum söndü oynuyorlar” gibi sözler sarf etmesi; eylemlerin hükümet karşıtı niteliğini güçlendirdi.
Ülkedeki laik hassasiyeti arttıran gelişmeler de devam ediyordu. Erbakan’ın, Başbakanlık Konutu’nda tarikat şeyhlerine iftar yemeği vermesi tepkiyle karşılandı. Şubat ayında Ankara’nın Sincan ilçesinin RP’li Belediye Başkanı Bekir Yıldız tarafından “Kudüs gecesi” adlı bir etkinlik gerçekleştirildi. İran Büyükelçisi’nin de katıldığı ve bir konuşma yaptığı gecede şeriatçı mesajlar verildi (konuk elçi de konuşmasında İslam devleti çağrısında bulundu). Ertesi gün TSK ilçenin sokaklarında tanklarını yürüttü. İlerleyen günlerde Yıldız tutuklanacak ve İran Büyükelçisi de persona non grata (istenmeyen adam) ilan edilecekti.
Tüm bunlar olurken, Bir Dakika Karanlık eylemleri bir anda nitelik değiştirdi ve REFAHYOL iktidarına karşı laiklik yanlısı eylemlere dönüştü. Bu değişimin ordunun eylemleri manipüle etmesi sonucu gerçekleştiği, yaygın bir iddiadır. 1 Şubat’ta başlayan eylemlere, organizasyonu yapanlarca 9 Mart’ta son verildi.
Ve 28 Şubat “darbesine” yahut “sürecine” adını veren, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı… Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Erbakan ve Yardımcısı Çiller ile Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve kuvvet komutanlarının katıldığı, 9 saat süren toplantıda TSK, hükümete, “irtica”ya karşı alınmasını istediği önlemleri içeren 18 maddelik bir liste sundu. Erbakan bu talepleri kabul etmek ve MGK bildirisini imzalamak zorunda kaldı. MGK kararları kağıt üzerinde hükümete tavsiye niteliğindeydi ama bunlara uymak fiilen bir zorunluluktu.
On sekiz maddelik listedeki önde gelen talepler şunlardı: Tarikatlarca işletilen okul, vakıf ve yurtların kapatılması, imam-hatip okullarının sayısının imam ihtiyacını karşılayacak düzeye indirilmesi, kamudaki irticai kadrolaşmaya son verilmesi, İran’dan kaynaklanan irticai faaliyetlere karşı önlem alınması ve zorunlu ilköğretimin 5 yıldan 8 yıla çıkartılması.
Artık REFAHYOL hükümeti için geri sayım başlamıştı. “İrticai faaliyetlerin” izlenmesi için Genelkurmay’da “Batı Çalışma Grubu” adı verilen ve yasal bir karşılığı bulunmayan bir birim oluşturuldu. TSK, hükümete İsrail’le işbirliğini geliştirme kararı aldırtarak Erbakan’ın, yandaşları nezdindeki itibarını zayıflattı. Ordu; yargıç ve savcılar, medya, Dışişleri mensuplarına yönelik brifingler vermeye başladı. Bunların ilki 29 Nisan’da gazetecilere verildi ve ordunun yeni savunma konsepti açıklandı. Buna göre dış tehdit azalmış, içerde ise “irtica” (siyasal İslam) ve “bölücülük” (Kürt ayrılıkçılığı) iki asli tehdit hâline gelmişti.
Mayıs’ta RP hakkında kapatma davası açıldı (RP yıl sonunda kapatılacak ve Milli Görüş yola 4. partisiyle, Fazilet’le devam edecekti. Fazilet Partisi de 2001’de kapatılacaktı). Aynı sıralarda Türkiye’nin önde gelen işveren kuruluşları ve işçi sendikaları -muhtemelen ordunun koordinasyonu altında- bir araya geldi ve hükümetin çekilmesi için kampanya başlattı. DYP’li 4 bakan bakanlıktan, bazı DYP’li ve RP’li milletvekilleri de partilerinden istifa etti.
Konumu iyice zayıflayan Erbakan, başbakanlığı Çiller’e devretmek suretiyle hükümeti kurtarmak istedi. 18 Haziran’da Erbakan, Demirel’e hem istifasını, hem de RP, DYP ve Büyük Birlik Partisi’nin kurulacak yeni bir hükümeti destekleyeceklerine dair bir protokol sundu. Ancak Demirel hükümeti kurma görevini Yılmaz’a verdi ve ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümeti kuruldu.
Aynı dönemde bir de “andıç” olayı yaşandı. Kimi kurumlara ve gazetecilere karşı, PKK liderlerinden Şemdin Sakık’ın hayali ifadelerine dayanılarak, bu kurum ve kişilerin PKK’yla işbirliği yaptıkları iddiası Hürriyet ve Sabah gazetelerince dolaşıma sokuldu (1998). Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar ve Mahir Kaynak gazetelerindeki köşelerinden oldular, HADEP, İnsan Hakları Derneği (İHD) ve kapatılan RP’nin milletvekillerinden Fethullah Erbaş da hedef alındı. İHD Başkanı Akın Birdal 12 Mayıs 1998’de silahlı saldırıya uğradı ve deyim yerindeyse delik deşik edilmesine rağmen (7 kurşunla yaralandı) mucize eseri kurtuldu. Birdal’a suikast girişiminden 19 yıl 2 ay hapis cezası alan Semih Tufan Gülaltay “Rahşan affı”yla cezaevinden çıktı, ancak Ergenekon davası kapsamında yıllar sonra yeniden tutuklandı. “Andıç” olayının arkasında Orgeneral Çevik Bir’in olduğu iddia edilmekte.
28 Şubat döneminde ordunun siyasetteki rolü 1997 öncesine oranla arttı. Bu bağlamda “ulusal güvenlik” çok geniş bir şekilde tanımlanmaya başladı. Bu durum hem iç hem de dış politikada geçerli oldu. Bununla beraber, eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “gerekirse 1000 yıl sürer” dediği 28 Şubat süreci, Ergenekon ve Balyoz davasında yaşanan gelişmelere bakılacak olursa, onuncu yılında (2007) tamamen sona ermiş görünüyor ve o seneden beri tekerlek diğer yöne doğru dönüyor.