Rivayete göre 19 Ağustos 1630 yılının gecesi, rüyasında gördüğü Hz. Peygamber'in elini öperken heyecanlanp “Şefaat ya Resulallah” diyeceği yerde “Seyahat ya Resullah” diyerek hayatının gidişatını belirleyecek pek çok farklı kapıdan birini araladı Evliya Çelebi. Hz. Peygamber ve orada bulunan Sad Bin Ebi Vakkas da gezip gördüğü yerleri yazmasını nasihat etti ve Çelebi'nin hayatında aralanan kapı büyük bir serüvenin başlangıcı olarak bizlere tarihin kapılarını araladı.
Evliya Çelebi'nin 50 yıl boyunca Osmanlı'nın sahip olduğu bütün toprakları dolaşarak yazdığı 10 ciltlik bu gezi yazısı kitabı, Osmanlı dönemini en iyi anlatan, Türk kültür tarihinin en büyük eserlerinden. Seyahatname, abartılı bulunan dili ve doğaüstü olaylardan bahsetmesi nedeniyle gerçekçi bulunmadı ve çok kez eleştirildi.
“İki adam, vücutları pul pul iki ejderha oldu. Bahçedeki insanlar nereye kaçacaklarını bilemediler. Ağızlarından çıkan alevler, ağaçların yapraklarını yaktı, yapraklar sonbahardaki gibi yere döküldüler, iki ejderha saatlerce boğuştular, oynaştılar. Yılan gibi sarmaştılar. Havuza düştüler, suyunu insanların üzerine saçtılar. Halkın üzerine ateş kustular. “
Seyahatname aslında bir tür. Yazarların gezip gördükleri yerlerden edindikleri izlenimleri, bilgilerini aktardıkları edebi eserlerin tümüne seyahatname diyebiliriz. Seyahatname yazan her yazarın farklı bir anlatımı olsa da iyi bir seyahatnamede önemli olan üç şey var.
İlki; tahmin edebileceğiniz üzere seyahatin rotası. Bu, yolculuğun genel çerçevesini oluşturduğu kadar okuyucunun kafasında bir serüven canlanması açısından önemli. İkincisi, seyahatte yaşanan ilginç şeylerin abartılıp süslenmesi. Bu abartının derecesi, yazarın tarzına bağlı olsa da ilginç şeylere vurgu yapmak okuyucunun ilgisini canlı tutmaya yarıyor. Nasıl gittiğimiz seyahatlerde yaşadığımız bir anıyı anlatırken bankta yanına oturduğumuz ilginç adamı garip paltosundan ilginç konuşmasına, mimiklerinden gizemli kişiliğine kadar tüm detaylarıyla anlatıyorsak, seyahatnameler için de aynısı geçerli.
Belli süslemelerin -ya da mübalağanın- palavraya dönüşmemesi gerekiyor tabii. Anlatırken ya da yazarken kapıldığımız heyecan, oraya yeniden gitmiş, orayı yaşıyor gibi olmak ve kimi zaman hafızamızın bizi yanıltıyor olması bunun palavraya dönüşmesini oldukça kolaylaştırıyor zira.
Evliya Çelebi, Seyahatname'sini yazarken gezdiği yerleri anlatmanın yanında o milletin toplumsal yaşamını, kültürünü ve gelenek göreneklerini tanıtmak amacındaydı da bir yandan. Bu sebeple Seyahatname'yi tarihsel bir yapıt olarak görebiliriz. 50 yıl boyunca Osmanlı'nın bütün topraklarını arşınlamış Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si, dönemin Osmanlı'sına ışık tutan bir eser.
Asıl adı tam olarak bilinmeyen Evliya Çelebi, Unkapanı'nda doğdu ve oldukça iyi eğitim gördü. Eğitimi dillere destan olan, nice devlet adamını yetiştiren Enderun (saraya özgü bir okul), belki de onun hayatını şekillendiren en önemli şeylerden biri oldu. Okul dışında da özel hocalardan aldığı Kur'an, Arapça, Farsça, Rumca, Latince, güzel yazı, musiki, beden eğitimi ve yabanci dil dersleriyle kendini geliştirerek öğrenimini bitirdikten sonra sarayda görev aldı, padişah ve devlet ileri gelenlerinin beğenisini kazandı. Bugünün değerleriyle düşünürsek Evliya Çelebi kariyer basamaklarında hızla tırmanıyordu aslında. Çok yüksek mevkilere getirilip önemli görevler verilmesi düşünülüyordu saray tarafından.
Kariyer basamaklarını ister emekleyerek tırmansın, ister ayağı takılıp aşağı düşsün, ister koşa koşa çıksın, şimdi de pek çok gencin kafasında olduğu gibi o da gezmek, dünyayı keşfetmek istiyordu. Küçük yaşlardan itibaren gezmek, yeni yerler görmek ve yeni insanlar tanımaktı en büyük arzusu. Sonunda pek çoğumuzun atamadığı o cesur adımı attı ve saraydan ayrıldı. Bahsi geçen rüya üzerine, 70 yaşına kadar sürecek ve pek çok badireler atlatmasına rağmen kendisinin bile hayal edemeyeceği serüvenler yaşayacağı uzun seyahatine başladı.
Saraydan ayrıldı ayrılmasına ama seyahatlerinin büyük çoğunluğunu sarayın resmi görevlisi olarak yaptı. Varlıklı bir aileden geliyor olduğundan, hiçbir zaman para sıkıntısı da çekmedi. Osmanlı İmparatorluğu'nın o dönemki sınırları içinde yer alan hemen hemen her yeri gezdi, savaşlara katıldı, birçok kez ölümle burun buruna geldi ama hayatta kaldı, bulduğu her fırsatta kaleme kağıda sarıldı ve anlattı.
"Karanlık gecenin yıldırımların kopmasıyla Çerkez kadınlarının nakış bile işleyebilecekleri kadar aydınlanması" sonrasında başlayan savaşta "Çerkez oburlarıyla Abaza oburları gökyüzünde uçup ceng i azîm" ederler. Büyük ağaçlar, küpler, tekneler, hasırlar, araba tekerlekleri, fırın söykeleri ve nice benzer eşyalara binmiş Abaza cadıları ile at ve sığır leşlerine, deve ölülerine binmiş ellerinde yılanlar, insan, at ve deve kelleleri olan Çerkez cadıları savaşa tutuşur.”
Dönemin Osmanlı'sına ışık tutan eser, bazen fantastik bir anlatım içinde Osmanlı'daki yerli yabancı birçok şehirle ilgili folklorik, sosyal ve ekonomik bilgiler veriyor. Dönemin doğaüstü olaylara bakışı ve halk inanışları açısından pek çok şey barındırırken “sihir”, “büyü” ve “cadılar” hakkında da çok şey anlatıyor.
Karşılaştığı egzotik hikayeleri, doğaüstü varlıkları büyük bir coşkuyla tasvir ederken aslında çağı günümüze taşıyor, gerçekten de o devri yaşamamızı sağlıyor. Pers Dönemi'nden kalma eserleri; cinler zamanının saray kalıntıları, kasırgaları; Kafkas Überleri ya da vampirlerin savaşları olarak adlandırarak halkın yaşayışını halk dilindeki abartılı anlatımla ve onların kullandıkları deyimleri kullanarak aktarıyor.
“İskender ile karanlıklara varıp âb-ı hayatı (Hayat suyu = ölümsüzlük) içmek Hızır’a nasib oldu. Hâlâ zinde durumdadır. Hazret-i Musa ile arkadaş olduğuna dair Kur’an-ı Kerim’de âyet vardır. Hâlâ deniz işlerinde memurdur. Karadeniz’in Akdeniz’e karıştırılmasına sebep Hızır Nebî olmuştur. Bu çalışma üç sene sürdü. Neticede boğaz açıldı ve Kaydâfe’nin şehirlerinden Makedonya’yı Eski İstanbul’u Yoruz Kalesi’ni ve yedi yüz kadar şehri su basıp askerinden bir kişi bile kurtulamadı. Bu meşhur kıssa daha sonraları bir beyitte şöyle yer almış: Fırsatında düşmana veren amân / Kaydâfe gibi olıser bî-güman.“
Çelebi'nin Seyahatname'de bahsettiği olaylar tarihe ışık tutuyor; yine sıkça konu ettiği ticari ortamlar ve alınan vergiler insanların ticari zihniyetini ve devrin iktisat anlayışını çözümlememize yardımcı oluyor. Osmanlı'daki uyuşturucu ve esrar kullanımından kahvelerde konuşulanlara kadar anlattığı tüm hikayeler gerçek Osmanlı'yı görmemizi sağlıyor. Mübalağa kullanması sebebiyle güvenilir bir kaynak olarak görülmediği zamanlar olmuş olsa da aslında Evliya Çelebi mübalağa sanatını olayları çarpıtacak şekilde değil, sadece tasvirlerinde kullanıyor.
“İstanbul un dört çevresinde meyhaneler çoktur ama çokluk üzre Samatya kapısında, Kumkapı'da, yeni Balıkpazarı'nda, Unkapanı'nda, Cibali Kapısı'nda, Fener Kapısı'nda, Balat Kapısı'nda ve Hasköy'de bulunur. Karadeniz Boğazı'na varınca her iskelede meyhane bulunur ama Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve Anadolu tarafında Kuzguncuk, Çengelköy, Üsküdar ve Kadıköy'de tabaka tabaka meyhaneler vardır.”
Osmanlı tarihinde kimilerince “efsane” olarak isimlendirilen ancak kültürümüzün çok önemli bir parçası olan pek çok olayın şahidi Evliya Çelebi, tek kaynağı da Seyahatname oldu. Hazarfen Ahmet Çelebi'nin kanat takarak Galata Kulesi'nden Üsküdar'a uçuşu, yazılı olarak sadece Seyahatname'de yer alıyor. Legari Hasan Çelebi'nin kendi yaptığı roketle göğe yolculuğa da aynı şekilde. Eser, bu yönden Türk kültür tarihi ve gezi edebiyatı açısından çok önemli bir yere sahip.
10 cilt ve 4 bin sayfalık bir eserde toplayan Evliya Çelebi dünya tarihinin en ilginç kaynaklarından birini yazdığının farkında mıydı bilmiyoruz ama gördüklerini aktarırken insanlığı bilgilendirme gibi bir çabası olduğu kesin. İyi bir dil bilimci olarak döneminin Türkçe'sini, gittiği yerlerde konuşulan Türkçe'nin ağızlarını aktarmaya çalıştı. Kayseri'de, köylülerin o dönemde yeni moda olmaya başlayan kahveye bakışlarını, onların şivesiyle, olduğu gibi nakletti; “Gıllı gıçlı şaarlılar kayfe örpürdetirler”
Evliya Çelebi, dünyada 12 büyük şehir olduğundan söz eder ve sayar; Viyana, Prag, Paris, Edirne, Bursa, Kahire, Halep, Şam ve tabii ki İstanbul. 50 yıl boyunca sadece güle oynaya dünyayı gezip hiç sıkıntı çekmemiş olması elbette mümkün değil. 257 şehir, 7 iklim ve 18 padişahlık gördüğü seyahatlerinde zengin konaklarına da misafir oldu, terkedilmiş kalelerde de yattı. 1660'larda Almanlar ve Alman yanlısı Macarlar üzerine yapılan bir seferde bölgede olan Çelebi, çalıların arasında tuvaletini yaparken düşman askerlerine yakalandı. Düşman askeriyle kendi pisliğinin üzerinde yuvarlanarak boğuşmak zorunda kaldığını da bizzat itiraf etti. İki kez boğulma tehlikesi geçirdi ve bunun da ayrıntılarını yine Seyahatname'de anlattı. Bu Çelebi'de öyle bir yer etti ki deniz yolculuğundan korkar oldu, Galata'ya gitmek bile gerekse Haliç'i geçmek yerine atla kilometrelerce yol aldı. Zaten oldukça renkli olan 16 ve 17. yy Osmanlı'sının en renkli simalarından olan Çelebi'nin gezmek için gittiği son yer Mısır oldu ve 1682 yılından sonra vefat etti.
Seyahatname'nin 400. yılı olan 2011, Unesco tarafından Evliya Çelebi yılı seçildi, Avrupa Konseyi tarafından Leonardo da Vinci ve Gandhi gibi isimlerin de yer aldığı “21.yüzyılda insanlığa yön veren en önemli 20 kişiden biri” seçildi. Kısacası 10'dan fazla yabancı dile çevrilen eser "başka milletler" dediklerimizin de dikkatini çekti, ancak Türkiye'de Milli Eğitim Bakanlığı'nca “müstehcen” bulundu ve toplatılması istendi. Bu da "müstehcen" bulunan bölümlerden biri;
"Sultan IV. Murat’ın huzuruna çıkarılan burnu olmayan çocuğun babası Hacı Envar’a çocuğun ana rahmine kadir gecesi ya da bayram gecesi besmelesiz düşüp düşmediğini sordular. Babası, ’Vallahi, yiğitlik anımızda, kendimizden geçmiş vaziyette kurban bayramı gecesinde eşimle oynaşırken, ’Bismillah’ demek hatırıma gelmedi. Vücuduma bir titreme geldi. Biz de fazlaca kendimizden geçmişiz. Sabahleyin de gönlümüz bitkin durumda bayram namazını kılmadım. İşte o gece eşim hamile kalmış.”