BRÜKSEL (İHA)Konuşmasının başında Ahmet Şık, "Kiminizin diplomatik yollarla, kiminizin hukuk ve demokrasi normları üzerinden yönelttiği eleştirilerle ve bazılarınızın esir tutulduğumuz Silivri'deki o soğuk duvarların arasında içimizi ısıtan ziyaretleriyle yaşadığım haksızlığın son bulmasından sonra, yeniden özgürlüğün tadını çıkardığım şu günlerde karşınızdayım. Hepinize merhaba diyerek bu çabalarınız için teşekkür ediyorum. Beni terörist, düşüncelerimi ifade etmeye çalıştığım kitabımı da terör örgütü propagandası
olarak niteleyenler umarım bugün biraz da olsa utanıyorlardır" dedi.
Tutuklamaları eleştiren Şık, "Bugün Türkiye'de sivilleşme, demokratikleşme, geçmiş dönemin darbeleriyle, 12 Eylül ile hesaplaşma gibi yalanlar havalarda uçuşurken Türkiyeli meslek örgütlerine göre 102, çeşitli uluslararası basın örgütlerine göre de 50 ila 80 arasında gazeteci demir parmaklıklar ardında. Zaten benim burada bulunma nedenim de yakın zamana dek o tutsaklardan birisi olmamdı" diye konuştu. Türkiye'de gazeteciliğin yargılandığını öne süren Şık sözlerini şöyle sürdürdü:
"Şu kesin ki sanıklarının gazeteciler olduğu davaların birçoğunda sadece gazeteciler yargılanmıyor. Bizzat gazetecilik faaliyetleri yargılanıyor. Gazetecilik faaliyetlerinin yargılamadığı yalanına rağmen açılan soruşturma ve davalarda tıpkı bana olduğu gibi tutuklu birçok meslektaşıma da savcılar ve hâkimler esas olarak mesleğimizle, haber kaynaklarımızla ilgili sorular sordular. Türkiye'de sadece gazetecilerin ifade özgürlüğü ve mesleki faaliyetleri değil, bir toplumun bilgiye ulaşma özgürlüğü
engelleniyor. İfade özgürlüğü yasal kılıf uydurularak bir kez daha ihlal ediliyor. Yasaların koruması altında olan, gazetecinin haber kaynağının gizliliği ortadan kaldırılıyor. Haberciliğin, gazetecilik faaliyetlerinin sınırlarını, yazılacak kitapların konusunu, polisler, savcılar, siyasetçiler belirlemek istiyor. Oysaki gazetecinin susturulması halkın susturulması demektir. Ve sessizlik sadece totaliter rejimlerin, korku ve baskıyla hükmünü sürdüren iktidarların vazgeçilmez silahıdır. O halde soruyorum; bu
kuralların geçerli kılınmaya çalışıldığı ülkemin rejiminin adına demokrasi mi, yoksa adaleti ortadan kaldırarak endişe ve paranoyanın topluma hâkim kılınmak istendiği bir korku diktatörlüğü mü diyeceğiz?"
Vaclav Havel'in "Güçsüzün Gücü" başlıklı makalesinden alıntı yapan Şık, 1978'de Çekoslovakya'da yazılmış olan şeylerin günümüz Türkiye'sine uyduğunu iddia etti. Türkiye'de hukukun bizzat kargaşaya neden olduğunu öne süren Şık, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Ne acı ki adalet, adaletsizliğin suretinde görünür kılınıyor ülkemde. Görevi kargaşaya son vermek olan hukukun kendisi bizzat kargaşa yaratıyor. Çözüm diyerek ürettiği her çare yeni bir hukuki kargaşanın, çifte standardın ve hak ihlalinin nedeni oluyor. Türkiye'de soruşturmaların, davaların ve mahkeme kararların bu kadar çok tartışıldığı ve herkesin üzerinde akıl yürüttüğü ve elbette adalet duygusunun bu kadar çok zedelendiği böyle bir dönem yaşanmamıştır. Türkiye'de isimlerini sayamayacağım kadar çok
gazeteci yazdıkları kitaplar, haberler ve çektikleri görüntülerden; Ragıp Zarakolu gibi ömrünü demokrasi ve barış mücadelesine adamış bir yayıncı yasal bir partinin siyaset akademisinin kokteylinde açılış konuşması yapmaktan; Büşra Ersanlı gibi bir akademisyen toplumsal cinsiyet konulu ders vermekten; elma soymak için dahi çakı taşımamış olan, çocuk kitapları kaleme alan, Kürt sorununa barışçıl çözüm aramayı kendine dert edinen Muharrem Erbey gibi insan hakları savunucusu bir avukat şiddet
kışkırtıcılığından; öğrenciler konser bileti satmak ya da parasız eğitim talep etmekten; köylüler yaşadıkları yerlerdeki doğa tahribatına neden olacak baraj projelerine karşı çıkmaktan terörist olarak cezaevinde. Hatta pişmanlık duyduğunu açıklasa da geçmişinde işkencecilik sicili bulunan, milliyetçi bir polis müdürü de esasında yazdığı bir kitaptan görünüşte ise sosyalist bir örgütün üyesi olmaktan tutuklu bulunuyor. Genel anlayışı yansıtan bu saydığım bir kaç örnekten kolaylıkla
terör örgütü ve terörist bulan Türkiye yargısı, kanı hâlâ kurumayan Hrant Dink'in cansız bedeninden devletin kendisinin bizatihi katil olduğu bilindiğinden olsa gerek ne terör örgütü ne de terörist bulamıyor. Bulmak istemiyor.Anlayacağınız Türkiye'de ülkeyi yönetenlerin vatandaşlarına layık gördüğü ceza adalet sisteminin yarattığı hukuki sorunlar yüzünden artık yargısız, soruşturmasız, davasız geçen bir tek günümüz yok. Her gün hem şaşkınlığımıza ve hem de öfkemize bir yenisini ekleyen absürdlüklerle karşı
karşıyayız."
Sorunların mevcut adalet sistemiyle çözülmesinin mümkün olmadığını savunan Şık, yargı mekanizmasını ve hukukçuları ise şu sözlerle eleştirdi:
"Türkiye'de her dönemde güç ve iktidarı elinde tutanın oyuncağı haline gelen, her zaman taraflı ve her zaman siyasal tutum almış olan ve hiçbir zaman bağımsız olmadığını bildiğimiz yargı mekanizması, düşünce ve ifade özgürlüğünün ekseninde yaşanan haksızlıkların baş sorumlularından biridir. Daha net söylemek gerekirse, hoşa gitmeyen her sözü, beğenilmeyen her davranışı ve eylemi terör faaliyeti olarak değerlendiren Türk Ceza Kanunu (TCK) ile Terörle Mücadele Kanunu'ndaki (TMK) düzenlemelerdir. Bu yasal
düzenlemeleri aşırı ve abes yorumlarla değerlendirmekte bir sakınca görmeyen savcı ve hâkimlerdir. Bu savcı ve hâkimlerin görev yaptığı Özel Yetkili Mahkemeler'dir. Aklı ve vicdanı olan, hukukun üstünlüğü ve demokrasiye inanan herkesin söylediğini tekrarlamakta fayda var: TCK ve TMK ile Avrupa hukuk normlarını içselleştirmemiş, Türkiyeli hâkim ve savcılara egemen olan devlet merkezli zihniyetten kaynaklı uygulamalarının ortaya çıkardığı sorunları, mevcut ceza adalet sistemi içinde çözmemiz mümkün değil.
Bireyin haklarını koruması gereken ceza hukuku, cezalandırma hukuku mantığıyla sürmektedir. TMK vatandaşın değil, devletin çıkarını korumak üzerine kurulu bir anlayışla muhalif ya da hoşa gitmeyen davranışta bulunan herkesi terörist yapmaktadır. Kaldırıldığı iddia edilen Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin esasında sadece adı değişmiştir. Özel yetkili savcılar ve Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) adı altında geçmişin kanuni ancak hukuksuz düzeni sürmektedir. Türkiye ile parçası olmaya çalıştığı Avrupa hukuk sistemi
arasında en ciddi sorun yaratan kurum haline gelen ÖYM'ler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde verilen ihlal kararlarının baş aktörüdür. Korkuyu egemen kılan TCK ile TMK'nin çağdaş insan hakları ve hukuk normlarına uygun hale getirilmesi, yargıya güvenin yıpranmasına neden olan ÖYM'lerin kaldırılması gerektiğini vurgulamakta fayda var."
Şık, soru cevap kısmına geçmeden önce konuşmasına bir taksiciyle yaşadığı ilginç diyalogu anlatarak son verdi. Geçtiğimiz günlerde bir taksicinin kendisinin kim olduğunu bilmeden sohbet açtığını ve gazeteci olduğunu öğrendiğinde de "Aman abi, dikkat et içeri almasınlar" dediğini aktardı.
SORU CEVAP KISMI
Soru cevap kısmında Şık, kendisini Kemalist olarak tanımlamadığını belirtti. Şık, geriletilmesinden çok memnun olduğunu belirttiği eski vesayet sisteminin yerine yeni bir vesayet sisteminin getirildiğini ileri sürdü. Türkiye'ye şeriat geleceğine asla inanmadığını da ekleyen Şık, Türkiye'ye 'bir şey' geldiğini ancak onun adını koyamadığını savundu.
Kendisinin henüz beraat etmediğini, tutuksuz yargılanmak üzere bırakıldığını hatırlatan Şık, kendisi hakkındaki hükmün nihai aşamada olumsuz olacağını ve kendisine muhakkak ceza verileceğini düşündüğünü söyledi. "Bu olmadığı takdirde beni bir yıl ceza evinde tutan komployu düzenleyenlerin kimler olduğunun bulunması gerekecek ve hükümet bunu yapanları çok iyi biliyor çünkü kendisi de bir komplo ile karşı karşıya" dedi.
Özel yetkili mahkemelere de değinen Şık, DGM'lerin kalkmadığını sadece isimlerinin değiştiğini iddia etti. Şık, "Tutuklandığım sabah avukatımın evine gelen bir 55 yaşındaki bir marangoz demiş ki 'Avukat Bey, ben telefonda konuşurken çok dikkat ediyorum siz de dikkat edin'. Şimdi 55 yaşındaki bir marangoza bunu söyleten ortamı sorgulamamız lazım."
Şık konuşmasını şöyle bitirdi:
"AKP'nin şeriat getirme gibi bir planı yok ama bizlerin yaşam alanlarına müdahale eder bir konumda artık. Ben Brüksel'de ne güzel iki gündür oturuyorum. Kafede, sokakta çay kahve içiyorum, bira içiyorum. Türkiye'de bu yok artık. Anadolu'da zaten yoktu. Bizim toplumsal yaşamımıza bulunduğumuz sosyal yaşama ilişkin bir kısıtlama. Böyle muhafazakarlık olmaz. Ahmet Şık ve Nedim Şener adı bu sorunu daha görünür hale getirdi ve bu nedenle ben bir yıl tutuklu kalmış olmaktan hiç beis duymuyorum ve inanın tekrar
cezaevine girmeye de hazır ve razıyım. Yeter ki bu sorunların çözülmesinde ufacık da olsa bir katkım olsun."