Dağın Ardına Bakmak, "Bize kanlı bir uykunun bir kardeşlik sabahı başlatacağı müjdelenmedi" sözüyle açılıyor.
**Dağın Ardına Bakmak nasıl çıktı?**
Yaşanan acılardan. Var bunlar çünkü, bitmiş değiller ve birbirimizi anlamamızı sağlayacak bir dil yok. Ortak bir dil oluşmamış. Bir dağ var, dağa gidenler var, aileleri var ama onları ‘terörist’ diyerek kapatıyoruz. Siviller de güvenlik odaklı düşünüyor, bütün kamuoyu yıllardır manipüle edilmiş. Çözüme doğru biraz ümitli olduğumuz anda her şey başa sarıyor. Bizler aşırı ideoloji ve propaganda içinde insanımızı unuttuk. Ben o toplumdan gelen biri olarak, bütün o acıların hem öznesi hem tanığıyım. Kaybettiklerim var. Onları konuşmadım. Konuşulamaz. Kolay değil. Bu kadar büyük bir suskunluk varken bir sözünüz varsa onu söylemeniz gerekir. Ben bunu başından itibaren misyon gibi algıladım. Boynumun borcu gibi. Kürt meselesini yazmak zorunluluk gibiydi. Canım yanıyordu çünkü. Ocağımıza ateş düşmüştü. Eleştirildiğim de oluyor. “Kürt meselesinden mi ibaretsin” diyorlar. Elbette değilim. Ama bu kadar can yakan bir konu varken başka konularda kalem oynatmak bana doğru görünmüyor.
**Hazırlık süreci nasıldı?**
Kürt meselesi genel olarak büyük bir mesele ama PKK’ya bakarak biz Kürt meselesini anlayamayız. PKK’ya PKK olarak bakmamız gerekir. Kimdir onlar, nedir o adanmışlık, mistifikasyon, bunlar nasıl üretilmiş? Kürt sorunu bana kalırsa temelde dil sorunudur. Burada anlattığım bütün portrelerin bir yerinde dile ait bir travma mutlaka yaşanmış. PKK’nın çıkış noktası elbette bu travmalar ama sadece bu değil. Bir otorite yaratma iddiası var. Bu iddiayla ortaya çıkan ve bunun için şiddeti seçen bir yapı. Milyonlarca insandan oluşan bir organizasyon. Çok iyi bildiğim bir hikâyeyi anlatmaktı derdim.Ve anlamak tabii.
**Bu meseleyle yakınlığınız neydi?**
Bunu anlatmayı istemiyorum çok. Sadece yakınlarım, arkadaşlarım bilir ama benim de bir cezaevi deneyimim var. 19 yaşında Ankara Hukuk’ta talebeyken. Büyük bir operasyon yapıldı Kürt öğrencilere yönelik. Toplam 36 günü emniyette geçti. İşkence vs… Bunları anlatmak benim için kolay değil. Ağlamadan anlatabildiğim bir gün belki denerim. Ama daha önemlisi o mağduriyet üzerinden bir kimlik kurmak istemedim. Hiçbir mağduriyete yaslanmadan kendimi var edebilirim dedim. Yıkılan hayatımı kendi gücümle yeniden kurabilirim.
**Neler olduğunun bilincinde miydiniz?**
Politik merakım hep vardı. Kürt kimliğine ilgim erken oluştu. Ortaokuldan itibaren kimliğine sahip çıkan bir çocuktum, Kürt’üm, Aleviyim derdim. Din dersine girmemiz istenirdi, hocayla tartışırdım. Fakülteye o birikimle gittim. Bizimle ilgili yapılan operasyon ilkti. Ankara genelinde yüzlerce Kürt öğrenci alındı. Ağar dönemiydi.
**Nereden alındınız?**
Yurttan. İncecik bir bluzla gittim emniyete. Yazlık bir sandalet, kot pantolon üzerimde. “Nasılsa bırakırlar” diye düşündüm. Bir yıl sonra çıkabildim.. Nihayetinde beraat ettim. Gözaltına alınan yüzlerce kişiden sadece bir kişi ceza aldı. Bütün iddialar çürüdü. Bana hep “Fildişi kulesinden yazıyor” derler. Bu meselelerde bedel yarıştıran insanlara hiçbir zaman cevap vermedim. Çünkü acıları yarıştırmayı ahlaki olarak doğru bulmuyorum. İçimize gömdüğümüz acılardan öğreniyoruz. Bizi onlar insan yapar. Bir söz var, “Bizi söylediklerimiz değil, söylemediklerimiz insan yapar”. Benim şiirimi, kelimelerimi var eden o suskunluktur.
**Yaşananlardan sonra okula nasıl döndünüz?**
Cezaevindeyken nasılsa bir gün çıkacağımı bildiğim için sınav hakkımı kullanmak istedim. Fakülteye bir gidişim var ki… Sabah uyandırıldım. Kapıda bir yüzbaşı, dört asker, iki erkek gardiyan, bir kadın gardiyan. Hepsi beni koruyor! Cezaevi aracını fakültenin önünde durdurdular. Elimde kelepçe, sağımda solumda askerler. Bütün arkadaşlarım, tanıdıklarım toplanmışlar. Herkes şok içinde bakakaldı. O bakış zihnimde kazınmıştır. Sınav izni çıkmıştı ama askerler benimle salona girmek isteyince, Rektör izin vermedi. Beraat ettikten sonra da fakülteye gitmek içimden gelmedi. Benim şiirle ilgili verdiğim röportajların çoğunda şu cümle vardır, “Burada söylemek istemediğim bir nedenden ötürü çok zor bir zamandan geçiyordum, bir sene kapanıp yazdım”. O sene cezaevinden çıktıktan sonra depresyona girdiğim senedir. O inzivada yüzlerce defter doldurdum ve hepsini yaktım sonra.
**Kandil’de Kemalizm izi var**
**Kitapta çok çarpıcı hikâyeler var.**
Acının öznesi olan insan çoğu zaman o acıyı nasıl anlatacağını bilemiyor. Üzerinde çok fazla yabancı motif birikiyor, propaganda, ideoloji… Bu hikâyelerde konuştuğum insanlar bana o ham malzemeyi sundu. Ben fazlalıkları yonttum. Onların anlattığı haliyle yazsam, başka bir şey çıkardı. Bu üzerinde ciddi çalışılmış bir iş. Ekleme yapılmadı ama eksiltidi, şekillendirildi. Hikâyesini kahramanlık olarak anlatmak isteyen o kadar çok insan vardı ki. Öcalan’ın yakın korumalığını yapmış biri onun vakarıyla konuşurken, “Evin ışığı yanıyor, senin evin yok” cümlesini söyleyiverdi. Ruhunda böyle bir incelik, naiflik, incinmişlik var hepsinin.
**Bu isimlere nasıl ulaştınız?**
Yakınlarımdan, Maraş’tan başladım. O kadar çok kayıp vardı ki. Benim ailemde de var, Kuzenlerim.Kardeş gibi büyüdük. Hüseyin ve Oruç. Oruç yıllarca kayıptı. Hâlâ da ölümüne inanmış değiliz. Başının bedeninden ayrıldığı ve bir kimsesizler mezarına gömüldüğü söylendi. Hüseyin bir çatışmada öldürüldü. Cesedi bir panzerin arkasında sürüklenip parçalandı. Bize parçalanmış cesedini teslim ettiler. Bunları konuşmak kolay değil…
**Ailenizdekilerin politikleşmesinde etkiniz olmuş mudur?**
Dilerim yoktur. Benim her zaman hiçbir yapıya itaat etmeyen eleştirel bir tarafım vardı. Ama dışarıdan farklı görünebilir. Sonuçta Kürt davasından içerdeydim. Kim bilir nasıl bir bağ kurdular zihinlerinde. Öcalan’ı bilmeden gidenler bile var. Dağa giden çocukları tutamamış olmanın acısını hep yaşadım. Çünkü dinleyecek durumda olmuyorlar.
**Politik kimliği hayatının önüne geçen insanlar var.**
O kadar çaresizler ki. Aslında bu bir seçim değil. Şevin’in hikâyesinde hem annesinin hem babasının köyü yakılıyor. Yengesi köy baskınında karda, herkesin önünde doğum yapıyor. Tarla satmışlar, evde toplu paraları var, askerler o parayı da ateşe atıyor. Bir cinnet halinde yaşanıyor herşey. Bu dünyada tek çare dağa gitmek gibi görünüyor. Yangından sonra aynı köyden 50 genç dağa çıkıyor. Lice yakıldığında 500 gencin dağa çıktığı söyleniyor. Babasının elini öpüp helalleşip dağa çıkıyor. Çocuk olduğu için de sürekli köyün etrafında dönüyor. 90’ların başında halaylar çekerek dağa çıktığını anlatıyor Azad.
**Derin bir adanmışlık yaşanıyor.**
Benim için keşif olan oradaki adanmışlığın gücünü görmek oldu. Koşulsuz bir adanma, inanılmaz bir mistifikasyon var. Bu Öcalan’ı da aşıyor. Kemalizmin etkileri çok açık. Kandil ve Mahmur kampının hemen her köşesinde Öcalan fotoğrafı var. Kreşlerden, kadın derneklerine kadar her yerde. Pencere pervazında, buzdolabı kapağında..
**Devlet eliyle gerçekleştirilen açılımlara Şivan Perwer olayındaki gibi sert mi bakılıyor?**
PKK da homojen değil. Birtakım gençlerin aracısı olduğu sert açıklamalar yapılıyor zaman zaman. Makul birileriyle konuşuyorsunuz, “yanlış yapmışlar” diyorlar. Kişisel ilişkilerinde herkes size hak veriyor ama korkudan hiçbiri dillendiremiyor. PKK’da ciddi mahalle baskısı var.
**Sizi en çok hangi hikâye etkiledi?**
Bu kitabı ağlayarak yazdım. O insanları dinlerken de hastalanacak kadar etkilendim anlatılanlardan. En çok parmakları donduğu için kesilen ve zeytin kutusuyla gömülen Rewan’ın hikâyesi etkiledi. Yaslı kız kardeşin acısı da önemli. Çünkü kuzenlerimden biri o. Öldürülmüş kardeşinin sarıldığı çarşafı evlerinin yakınındaki derede yıkıyor. Ölüm bizi eşitleyebilmeli. Oğullarının mezarı olsun diye acı içinde yaşayan annelerden devlet bu teselliyi esirgememeli. Bahçe kapısını açık bırakan anneler var. Öldüğünü bildiği halde hâlâ ümidini koruyan anneler.
**Kandil’den aklınızda ne kaldı?**
Irak-Türkiye arasında bir saat fark var. Ama Kandil saati Türkiye’dekiyle aynı. “Neden?” dedim. “Bizim saatlerimiz Amed’e (Diyarbakır) ayarlı” dediler. Kandil’de,Türkiye saatini kullanıyorlar. Bu aslında bir şeyi gösteriyor.
**Gerilla uykusu**
“Birini çocukluktan tanıdığım o iki kızın ortasında ölüm gibi uyuyacaktım. Bellerine bağladıkları kuşağı gevşetip uyuyorlardı. Gerilla üniforması üstlerinde, ayaklarında çorap, kuşak bağlı halde. Kollarını yana uzatıp “Hazır ol vaziyette gerilla uykusu” diyorlar gülerek. Tam ayrılacağımız zaman Mizgin’e “Hadi gel benimle” dedim, sarıldık. “Daha çok çalışacağız gelmek için, siz de çalışın” dedi.
**Arkadaşım Kandil’deydi**
**Kandil’de çocuk arkadaşınızla karşılaşıyorsunuz...**
19 yıldır dağdaydı. Ölüm haberini almaktan korkuyordum. Birden karşıma çıktı. Görür görmez tanıdım, sarıldık. Değişmişti. Fazla konuşmadık. Uzun uzun ona baktım; hâlâ yaşıyor oluşuna hayret ve şükranla. Kandil’dekilerle kişisel hikayelerini konuşmadım. Seçimleri o kadar net ki. Bir hikayeyi anlatmak için mesafe gerekiyor. Bana bu kitabı yaptıran o mesafedir belki. Bu toplumun dilini konuşan, hassasiyetlerini bilen biri olduğumu zannediyorum. Yoksa aşırı özdeşleşme ve propaganda ile kelimelerin manasını kaybederdim. Çocukken de öyleydi. İlkokuldan önce Türkçe öğrenmiştim. Sınıfta arkadaşlarımın ne dediğini öğretmene çoğunlukla aktarmak zorunda kalırdım. Belki de bir tercüman oluş bu. Yaşanan büyük acının kelimelerini bu tarafa aktarma ihtiyacı.
**AVRUPA’DAKİ
PKK SÜRGÜNLERİ**
PKK'dan ayrılan Azad, Kendal, Rewan, Azim, Aspara ve Şevin'in hikâyeleri...
**![](https://imgrosetta.mynet.com.tr/file/1459077/640xauto.jpg)Azad: Dağa halay çekerek gittim**
“Bizim mahallede 450 kişi gözaltına alındı. Özel Tim evimize postallarla girdi. Küfürler, bağırmalar arasında babamı aldılar. Babam apar topar götürülürken dönüp ‘Bir saniye’ dedi. Üzerinden bir Milli Piyango bileti çıkardı ve anneme ‘Bunu al’ dedi. O an annemle göz göze geldik, babamın bir daha dönmeyeceğini düşündüm. 36 gün işkencede kaldı. Ailem beni davul zurnayla dağa yolladı. Askere gitmek istemiyordum, arkadaşlarım dağdaydı. ‘Onlara karşı savaşmam’ diyordum. Babam ‘İyi düşündün mü?’ dedi, ‘zorluk var, açlık, soğuk, ölüm var.’ Ben ‘Tamam’ dedim. ‘Tek şartım var’ dedi, ‘eğer ihanet edersen oğlum değilsin.”
**Kendal: Rüşvetle bile kalamadım**
“İtalya’ya gidiyorum. Pazarlarda öyle bağıran adamları dinliyorum. Tıpkı bizim oradakiler gibi. Öyle iyi hissediyorum ki kendimi. Geçen sene Symi’deydim. Karşıdan memleket görünüyor. Görüyorsun, ama gidemiyorsun. Bu tuhaf bir çelişki. Yine bir defasında Kos Adası’ndayken bir arkadaşımız gitti ve bize Bodrum’dan kebap getirdi. Taraf olduğunu bilmesen Türk’ten iyi dost yoktur. 15–20 bin euro teklif ettim ki sırf Türkiye’de kalabileyim. Tanıdık, bildik herkese ulaşmaya çalıştım. Meclis’e kadar gittim. Ama olmadı.”
**Baran: Acaba sofralarında ne var?**
“Dağdasın, bazen bir köyün yakınından geçerken bir evin bacasından duman çıkıyor. Diyorsun ki: ‘Acaba hangi yemeği pişirdiler, sofralarında ne var?’ Ama gidemiyorsun. Evin ışığı yanıyor, senin evin yok. Bacası tütüyor, sen soğuktasın. Bizim dağa çıkma gerekçemiz insanca yaşamak içindi.”
**Aspara: Amcamı tanıyamadım**
“Yaz, babaannem, annem köydeyiz. Ben beş yaşındayım. Köyü askerler bastı. Gerillanın saklandığı dağa çıkacaklardı. Köyde kalan askerlerden biri bana uzaktan gülümsedi. O kadar güzel gülmüştü ki çocuk halimle karşılık verdim, ben de ona güldüm. Gelip beni kucağına aldı, sevdi. Büyüdüğümde onlara karşı savaşmak için dağa çıktım. Kandil’de o gülüşü çok hatırladım. İçimden ona ‘Bana gülüyorsun; ama sonra ailemi öldürüyorsun’ diyordum. Sorun elbette o asker değildi. Benim derdim o askerin arkasındaki güçleydi. Kandil’deyken amcamı görmeyi umuyordum. İlk karşılaştığımda tanımakta o kadar zorlandım ki, çok değişmişti. Sadece gözlerini seçebildim. 15 yıl savaşmıştı, çok ağır şeyler gördü.”
**Azim: Dağdakilerin beli ince olur**
“Kasatura ile geçici gömdüğümüz arkadaşlar vardı. Çatışma bitince daha derine gömmek üzere geliyoruz ki hayvanlar, cesetleri parçalamış, sadece kemikleri bırakmışlar. Kemiklerini toplayıp götürdüğümüz arkadaşlarımız oldu. Dağda hareket kabiliyetini desteklemek için siyah kumaş sararız, adı ‘ştuk’. 20-25 metre. Dağdakilerin bel kısmı ince olur. Kumaşın bir ucunu ağaca bağlar, döne döne belimize sarardık. Sonra ağaç yasaklandı. Çünkü baskın yediklerinde kaçamayanlar oldu.”
**![](https://imgrosetta.mynet.com.tr/file/1459078/640xauto.jpg)Rewan: Mağarada şiir okurduk**
“Mağarada vakit romantik geçerdi. Lamba ışığında şiir okurduk, şarkı söylerdik. Bir an önce bahar gelsin isterdik. Dağa çıkan biri yüreğine taş basıp çıkar bir bakıma. Bir yere geçerken suların içinden yürüdük. Üşümüşüm, farkında değilim. Kar uykusu denir. Bir baygınlık geldi. Sulardan geçtikten sonra her tarafım yandı, o yanmadan sonra sızmışım. Ayaklarım, ellerim, yüzüm yanmış. Aniden gelen bir baygınlıktı. Şekiller dönmeye başladı. Bazı arkadaşların ayak parmakları donmuştu. Baygınlıktan dolayı benimki ilerlemiş. Vücudumun yanan yerlerinden kurtulmak istedim. Bir yandan da arkadaşları ilerlemek, yer değiştirmek zorunda. Onlara engel olmak istemediği için ‘Beni bırakın’ dedim. Bırakılırsam yaşayamayacağımı biliyordum… Arkadaşlar bırakmadı beni. Biri sıcak suyla ellerimi yıkadı. O zaman daha da yandım, ancak uçlarından kurtarabildik parmaklarımı.”
**Şevin: Paramızı da yaktılar**
“1990’da köyümüz yakıldığında 13 yaşındaydım. Çocuktuk, hiçbir şey bilmiyorduk. Asker gelip sabah beşte hepimizi köyün dışına çıkardı. Bütün erkekleri çırılçıplak soydu. Yengem herkesin önünde karda doğum yaptı. Erken doğumdu. Herhalde korkudan, bebek iki hafta erken geldi. Dayımın oğlunun elinde Kur’an vardı. Elinde bohçayla kaçmak isterken, askerler bohçayı alıp ateşe attılar. Kur’an’ı da alıp ateşe attılar. Parayı kurtarmak istedi, parayı alıp ateşe attılar. Kendileri de almıyordu o parayı…”
Radikal