ABD elçisinin gözünden 12 Eylül katliamı

Ankara'ya yeni atanan ABD Büyükelçisi Ricciardone, 30 yıl önce genç bir Amerikalı diplomat olarak görev yaptığı Türkiye’de, darbeye giden günleri anlattı:

ABD Büyükelçisi Ricciardone, 30 yıl önce genç bir Amerikalı diplomat olarak görev yaptığı Türkiye’de, darbeye giden günleri anlattı: “İlk işim o gün kaç kişinin öldürüldüğünün hesabını tutmaktı. O kadar arttı ki grafik yapmaya başladık. Korkunçtu. İnsanlar askerin gelmesini bekliyor, istiyordu."
”İşte Milliyet Gazetesi’nden Aslı Aydıntaşbaş’ın ABD Büyükelçisi Ricciardone ile yaptığı röportaj:
ABD büyükelçisi Frank Ricciardone, Türkiye’yi tanıyor; hatta neredeyse sizin benim kadar tanıyor. Tecrübeli diplomat dikkatli bir dil kullansa da, yıllardır bu toprakları karış karış gezmiş, bu coğrafyada nefes alıp vermiş biri olarak nereden geldiğimiz, nereye gittiğimiz konusunda kuvvetli fikirleri var. “Türkiye’nin önemini daha NATO’ya ilk girdiği günden itibaren biliyorduk. Bir gün onda gördüğümüz potansiyeli gerçekleştireceğini biliyorduk” diye anlatıyor yazılı basınla ilk röportajında.
İlk kez 1977’de sırt çantasıyla turist, ardından 1979’da taze bir diplomat olarak Ankara’ya gelen elçi, daha sonraki yıllarda Adana’daki ABD konsolosluğunda, İncirlik’te ardından maslahatgüzar olarak Ankara’da görev yapmış. Röportajın dünkü bölümünde, ABD elçisinin zaman zaman inişli çıkışlı seyreden Türk-Amerikan dostluğu konusundaki görüşlerini şu cümleyle özetledik: “Arada yöntem farkı olsa da stratejik vizyonumuz aynı.”
**‘Neden iyimserim anlayın’**
Bugünse Ricciardone’nin çok tartışılacak 12 Eylül izlenimlerini okuyacaksınız. Önce bu konuya nasıl girdiğimizi anlatayım. Elçiye, 32 yıllık Türkiye serüvenini başından anlatmasını rica ettim. 12 Eylül’den başladı, uzun uzun konuştuk. Sonunda “Bunları neden bu kadar uzun anlattım diyeceksiniz. Demokrasi, sivil toplum, devletin yapısı ve medya açısından 1980’lerin Türkiye’siyle şimdiki arasında uzaktan yakında bir benzerlik yok. 32 yıl sonra Türkiye’ye baktığımda neden iyimser olduğumu anlamanızı istedim” dedi.
**Farklı şeyler söylüyor**
Genç diplomatın 12 Eylül öncesi Adana’dan izlenimleri, bugün medyada 12 Eylül’le ilgili kurulan “darbeyle hesaplaşmak” kurulu söyleminden çok farklı. “Olaylar kontrolden çıkmıştı. Her gün sokaklarda cesetler vardı. Cumhuriyet çöküyordu” diye hatırlıyor o günleri Ricciardone. Ordu geldiğinde herkesin alkışladığını hatırlatıyor.
Bu sözler, 30 yıl sonra 12 Eylül’le hesaplaşmak isteyen bugünün Türkiye’sinde tartışma yaratacaktır. Yeni elçi, medyada yeni oluşan hassasiyeti bilmediği için mi böyle bir dil kullandı, yoksa sıradan insanların hislerine mi tercüman olmak istedi, onu bilmiyorum.
Çünkü gerçek şu ki, medyada son dönemde başlayan 12 Eylül karşıtı fırtınaya rağmen, darbe hala toplumun geniş kesimlerinde meşru kabul ediliyor. Ricciardone yaşındaki bir çok Türk vatandaşı, darbeden özel bir zarar görmüş değilse, 12 Eylül’ü benzer bir dil ve üslupla anıyor, sağ-sol çatışmasına son veren mecburi bir adım olarak algılıyor. Türk halkı kuşkusuz darbe istemiyor, ama “rakamsal” olarak, medyada esen rüzgara rağmen geçmişle hesaplaşma yönünde toplumda özel bir talep yok. Bu yüzden kamuoyu araştırmaları, son referandumda “Evet” verenler arasında, bunu “12 Eylül’le hesaplaşmak” adına yapanların sayısının oldukça az olduğunu gösteriyor.
İşte yabancı diplomat gözüyle 12 Eylül...
**Hükümet Suriye’ye doğru mesaj veriyor**
Suriye ise (demokrasi eşiğinden) çok uzak. Eğer Beşar Esad (reform yapamazsa), insanlar kabul edemeyecekleri şeyi kabul ederler mi? Suriyelilerin çok zengin bir kültür ve tarihi var. Sofistike, ulusal onuru olan ve zeki insanlardan oluşan bir toplum. Hükümetiniz bir patlamayı önlemek için Suriye’ye değişim konusunda ve bu değişimin hızlı yapılması konusunda doğru mesajlar veriyor. Bize çok doğru geliyor. Biz de aynı tavsiyeleri veriyoruz ama bizi dinlemiyorlar. Belki sizleri dinlerler.
**Türk demokrasisi artık kritik eşiği aştı**
Orta Doğu ülkelerinin hepsinin kendine has bir siyasi sistemi var. Ortak nokta, değişime katı bir direniş. Ama değişime o kadar uzun direndiler ki, geldiğinde ister istemez şiddetli, radikal, ve hatta acı oluyor. Oysa demokrasilerde, gelişmekte olan bir demokrasiyse bile, her gün belli bir değişim oluyor. Sizde de öyle. Medyanız sürekli ifade özgürlüğü, kıyafet, cinsiyet eşitliği, kanunların ne olması gerektiğini tartışıyor. Tartışıyor, tartışıyor, tartışıyorsunuz ve ortadaki fikirler sonuşta toplumda kabul gören bir fikirler piyasası oluşturuyor. Türkiye bunu yapıyor. Türkiye artık demokrasi açısından kritik eşiği aşmış durumda.
**Türkiye Ortadoğu için model mi?**
Türkiye’nin daha ileri ve güçlü bir yere gideceğini her zaman biliyorduk. Geçenlerde aynı soru soruldu bana ve cevabım “Siz size benzersiniz” oldu. Türkiye coğrafi, tarihi ve kültürel olarak o kadar özel bir yer ki, karşılaştırma yapmak zor. Ama şunu söyleyebilirim; dünya Türkiye tecrübesini kullanmalı. İnsanlar Türkiye’nin tecrübesine bakıp almak istedikleri dersleri alabilirler. Türkiye tecrübesi hem Müslüman hem de modern bir demokrasi olabilineceğini gösteriyor. Modern bankacılıktan cinsiyet eşitliğine kadar... Maalesef bunların çoğu Arap dünyasında yok.
**ABD TALİMAT VERMEDİ**
“Önce hangi bağlamda konuştuğumu anlatmak istiyorum ki insanlar beni taraflı sanmasın; tarafsız olduğumu bilsin.
Eşim Marie’yle Türkiye’ye ilk geldiğimizde çok gençtik. 1977’de İran’dan turist olarak geldiğimizde 27 yaşındaydım. Burayı çok güzel bulduk o yaz. Bir yıl sonra Dışişleri’ne girdiğimde Türkiye’ye gelme imkanı olunca, hemen atladım. Sınıfta benden başka Türkiye’yi isteyen yoktu; oysa benim için büyük bir rüyaydı buraya gelmek.
1979 Mart’ında (Ankara’daki elçilikte) göreve başladım ve o yaz boyunca siyasi işlere bakan bir memur olarak görevim Milliyet ve diğer gazetelerden o gece kaç kişinin öldürüldüğünün hesabını tutmaktı. Her gün sağdan ve soldan insanlar çatışmalarda ölüyordu. İlk başlarda bu şehirde bir, şu şehirde iki kişi gibiydi ama zaman içinde rakamlar iyice yükselmeye başladı. Bir grafik tutmaya başladık. Çok korkunçtu.
1980’e geldiğimizde durum daha da kötüleşti. Adana’daki konsoloslukta boş bir kadro çıkınca konsolos yardımcısı olarak oraya tayin oldum. Şiddet iyice tırmanmıştı. Adana vahşi Batı gibiydi. Sadece Adana’da sağdan ve soldan günde 10 kişi öldürülüyordu. Korkunçtu.
Eşim Marie orada üniversiteye gidiyordu. üniversitede dostlarımız vardı ve sınıflar sağ ve sol olarak ayrılmıştı.
**KUTUPLAŞMA O ZAMANDI**
Bugünün Türkiye’sinin kutuplaşmış olduğunu düşünüyorsanız, siz bir de o dönemleri görseydiniz. Toplum o kadar kutuplaşmıştı ki, hapishanelerde bile sağcıların ve solcuların görüş günleri ayrıydı. İnanılmazdı. Görevim icabı uyuşturucu nedeniyle hapiste olan bazı Amerikalıları ziyaret etmek durumundaydım ve hapishaneye yanlız sağcıların gününde gidebiliyorduk. Resmiyete dökülmüştü. Gece yatak odamızdan 5 mil ötedeki patlamaları duyardık. Ya sağcılar solcuları ya da solcular sağcıları provoke etmiş olurdu. Ürkütücüydü.
**CUMHURİYET ÇÖKÜYORDU**
1980 yazında Türkler, cumhuriyetin gözleri önünde yok olduğuna tanık oluyordu. 1960 ya da 71’le kıyaslanamayacak kadar kötüydü. Tek soru askerin ne zaman geleceğiydi. Yasal düzen çökmüş, cumhuriyet çökmüştü.
Ordu bu ortamda, İncirlik’te kızımız 9 Eylül’de doğduktan 3 gün sonra, geldi. Hastane’deyken ordu (havadan) bildiri atıyordu. “Vatandaşlar merak etmesin cumhuriyetin yok edilmesine izin vermeyeceğiz” diyordu. Biz bunun geleceklerinin işareti olduğunu düşündük. Ertesi gün de darbe oldu.
Herkes orduya ne yapması gerektiğini Amerikalıların söylediğini düşünüyordu. Ama bu saçmalıktı.”
**HERKES BİLİYORDU**
Ancak Amerikan desteği olmasa darbenin olamayacağını düşünüyor Türkiye’de herkes. Sizin desteğinizle mi oldu?
Türklerin buna inandığını biliyorum ama gerçekten böyle değil. Ordu o zamanlar, aynı şimdi olduğu gibi vatansever ve NATO’daki müttefiklerini karşı bile oldukça dikkatliydi. Hatta şimdiden bile fazla. Türkiye’de herkes er geç müdahale edeceklerini biliyordu. Çünkü günlük infial artıyor, sokakta cesetler yığılıyordu. Sağcı ya da solcu olsun sıradan vatandaşlar için durum katlanılamaz hale gelmişti.
Hep duyduğumuz bir olay vardı. Bir çocuk tabancayı bir başkasının şakağına dayayıp sağcı mısın solcu musun diye soruyordu. Hatta biri, ki o günün gazetelerinde vardır, “Ne sağcıyım ne solcuyum diye bağırmış, ona rağmen vurmuşlardı. Durum o kadar kötüydü...
Yani insanlar askerin geleceğini biliyordu ve bunu istiyordu. Biz de elçilikte sadece tahmin yürütüyorduk. Bilmiyorduk. Bir gün tankları gördük, herhalde geliyorlar, dedik.
Ama o dönem Ankara’daki CIA şefi Paul Henze’nin darbe olunca “Bizim çocuklar iktidara el koydu” dediği yazılır hep. İktidara el koyan sizin çocuklar mıydı?
O yaz Ron Spiers büyükelçiydi. Kendisinin anılarında görmedim bu sözü ama böyle bir resmi yazışma olduğunu sanmıyorum.
**TÜRKLER?KABULLENDİ**
Üst üste Latin Amerika’da darbelerin olduğu o yıllarda Washington’un darbeye “dur” diyeceğini de sanmak saflık herhalde...
1980’lerde hele de Türkiye’ye karşı böyle bir tarzımız olduğunu sanmıyorum. İşler kontrolden çıkmıştı. Biz her kesimden Türklerle konuşuyorduk ve Türklerin kabul ettiği şeyi kabullendik. Partiler kutuplaşmıştı ve 4’üncü, 5’inci turda bile cumhurbaşkanı seçilemedi..
Sistem çalışmıyordu. Biz ise kaygılı gözlemciler olarak bir NATO müttefikimizin başına geleni izliyorduk.
**ASKER DURUMA İZİN VERDİ**
Gördüğümüz, en güçlü devlet kurumunun asker olduğuydu ve askerin olan biteni kaygı ve azalan sabırla izlediklerini açıkça belli ettiğiydi. Durumun katlanılamaz hale gelmesine izin verdiler ki (müdahalede) biz dahil kimse onları eleştirmesin.
Hatırlıyorum biz (darbe) sonrasında yaptığımız açıklamalarda çok dengeliydik. Dikkatliydik. Sağan ve soldan Türk kamyuoyu açıkça olan biteni memnuniyetle karşılamıştı. Biz de eleştirmedik ama ne olup bittiğini anladığımızı ve Türkiye’nin bir an once yaralarını sararak demokrasiye geçmesini dilediğimizi söyledik.
**‘NİYE BEKLEDİNİZ’ SORUSU**
Ama size şunu söyleyebilirim. 27 yaşında Adana’da bir konsolos yardımcısı olarak o günlerde insanlar (orduya bizim destek olduğumuzu düşünerek) gelip teşekkür ediyorlardı. ‘Teşekkürler ama niye bu kadar beklediniz? Türkiye’yi zayıflatmaya mı çalıştınız?’ diyorlardı. Çünkü o günün komplo teorisi, bizim Türkiye’yi dizlerine çökertmek için ordunun elini tuttuğumuz (müdahaleyi geciktirmek anlamında) ve en sonunda insanların memnun olacağından emin olunca izin verdiğimizdi. Bu tabii ki tam bir komplo teorisi, saçmalıktı. Gerçekten saçmalıktı ama insanlar hep buna inandı.
Neden bunları bu kadar uzun anlattım diyeceksiniz... Demokrasi, sivil toplum, devletin yapısı ve medya açısından 1980’lerin Türkiye’siyle şimdiki arasında uzaktan yakında bir benzerlik yok. 32 yıl sonra Türkiye’ye baktığımda neden iyimser olduğumu anlamanızı istedim.
**Mısırlı muhalifler Türkiye’ye özeniyor**
Mısır’da büyükelçilik yapmış ve Mısır’ı tanıyan biri olarak size sormak istiyorum. Türkiye gerçekten Tahrir Meydanı’ndakilerin aklında mı?
Çok. Tahrir meydanı’ndan önce de. Size yakın tanıdığım birinden örnek verbilirim. (İnsan hakları savunucu ve Mısırlı muhalif) Saad Eddin İbrahim.yakın tanıdığımve çok takdir ettiğim biridir. Çok da sohbetimiz olmuştur. Mısırlılar bir açılım arayışındaydı. Mübarek’ten aşağıdakilere kadar görüşmelerimiz bu yöndeydi. Saad’le de bu konuyu konuştuk. Kendisi Türkiye’ye de çok geldi ve hep “Türk örneği”nden söz eder. Müslüman olmanın ille de otoriter olmak demek olmadığını, çoğulculuğun ve inanç özgürlüğünün olduğunu söyler ve Türkiye örneğini verirdi. İnsanlar tarihin yüküme rağmen türkiye örneğinden söz ediyor. Ama biz aşağılarcasına Araplara, ‘bakın işte Türkiye modeli” demiyoruz ama insanlar bunu konuşuyor.
Mısır’da Mübarek rejiminin devrilmesini bekliyor muydunuz?
Bu şekilde ve bu zamanda değil. Ama Mısırlıların gün geldiğinde değişim için gerçekten bastıracağını biliyordum. Belki Mübarek gittikten sonra. Bu şekilde olmayabilirdi ama onu başka zaman konuşabiliriz.
Anahtar Kelimeler: