Âl-i İmrânn suresinin 33. ayetinde geçen Âl-i İmrân tamlamasından gelen ismi ile bu sure, İmrân ailesini anlatmaktadır. İmrân, Meryem’in babasıdır ve diğer aile alemlerine üstün kılınmıştır. Yani Âl-i İmrân suresinin temel konusu İsa, Meryem, Hristiyanlık ve peygamberlik konularıdır. Ancak bu surenin tamamında farklı konulara değinilmektedir. Konuları ile birlikte faziletleriyle de öne çıkan bir suredir. Bu yüzden Müslümanlar için çok önemlidir. Ayrıca bu suresinin 154. ayeti, Kur'an-ı Kerim’deki tüm harfleri bulundurması özelliğiyle de öneme sahiptir.
Âl-i İmrân suresi 154. ayet okunuşu özellikle bu sureyi ezberlemek isteyenlerin merak ettiği bir konudur. Çünkü faziletleri ile öne çıkar. Bu surenin öncelikle Arapça okunuşunu bilmek gerekir. Âl-i İmrân suresi 154. ayet Arapça olarak şu şekilde yazılır:
Âl-i İmrân suresinin bu Arapça yazılışını anlamayanlar ise Türkçe okunuşuna bakarak ayeti ezberleyebilir. Orta uzunlukta bir ayettir, kolay bir şekilde ezberlenebilir. Âl-i İmrân suresi 154. ayet Türkçe okunuşu şu şekildedir:
Âl-i İmrân suresi 154. ayet anlamı, İslam dinini daha iyi anlamak açısından önemlidir. Hristiyanlığa dair önemli bilgilerin yer aldığı bu sure sayesinde Müslümanlığın temeli ile ilgili bilgi edinmek mümkündür. Âl-i İmrân suresi 154. ayet meal olarak şöyledir:
Âl-i İmrân suresi 154 ayet Türkçesi ve tefsiri sayesinde bu ayette ne denmek ve ne anlatılmak istediği daha detaylı bir şekilde anlaşılabilir. Ancak detaylı bir bilgi için ayetin tefsirine bakmak gerekir. Âl-i İmrân suresi 154. ayet tefsiri ise şu şekildedir:
Uhud Savaşı’ndaki bozgunun ardından yüce Allah müslümanları büyük kederlere uğrattıktan sonra, cesaret ve metanetini yitirmeden, eninde sonunda Hz. Peygamber’in zafere kavuşacağına inanan ve onunla birlikte düşmana karşı var gücüyle vuruşan bir gruba hafif bir uyuklama hali vererek dinlenmelerini ve heyecanlarının yatışmasını sağlamıştı. Almış oldukları yaralardan dolayı acılar içerisinde olmalarına rağmen kendilerini güvende hissetmişler, kılıçları ellerinden düşecek derecede uyuklamışlardı. Nitekim olayı bizzat yaşamış olan Ebû Talha, kendileri savaş alanında iken bu uyku sebebiyle kılıcının birkaç defa elinden düştüğünü ve tekrar aldığını ifade etmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 3/11; “Megāzî”, 20). Oysa şiddetli korku içindeki insanı uyku tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de perişanlık artar ve insanın mânevî gücü çöker. Uhud Savaşı’ndaki ortam böyle bir neticenin doğması için son derece müsait idi. Çünkü müşrikler savaş alanından ayrılırken yine geleceklerini söyleyerek müslümanları tehdit etmişlerdi; bu sebeple müslümanlar düşmanın dönüp tekrar saldırmasından ve kendilerini imha etmesinden veya Medine’ye saldırarak yağmalamasından endişe ediyorlardı. İşte böyle bir ortamda yüce Allah’ın bir lutfu olarak müslümanları tatlı bir uyku basıp, korkuyu unutturmuş, gergin olan sinirlerini dinlendirmiş, böylece huzur ve güvene kavuşarak yepyeni bir güç kazanmışlar, düşman çekildikten sonra da onları Hamrâülesed’e kadar takip etmişlerdir. Daha önce Bedir olayında da savaştan önce böyle bir güven uykusu gelmişti (bk. Enfâl 8/11). Uhud’da ise savaş esnasında veya savaştan hemen sonra daha savaş alanında iken müslümanlar böyle bir ilâhî lutfa mazhar oldular.
Savaşa katılanlardan bir grup ise canlarının derdine düşüp kendilerinden başka bir şey düşünmüyorlardı. Bunlar, her ne kadar mümin görünüyorlarsa da gerçekte inanmamış oldukları için dini ve Hz. Peygamber’i savunmak gibi bir kaygıları bulunmayan münafıklardı. Savaşa sırf ganimet almak veya fitne çıkarmak maksadıyla katılmışlar, ancak büyük bir kısmı daha savaş başlamadan Abdullah b. Übey ile birlikte geri dönüp gitmiş; gidemeyenler ise müminlerin içinde kalmışlardı. Ancak müminleri huzura kavuşturan uyku bunları sarmamış, dolayısıyla korkuları arttıkça artmıştı. Savaşın seyri müminlerin aleyhine döndüğü için onlardan intikam alırcasına duygularını ortaya koyuyor ve Câhiliye kafasıyla haksız yere Allah hakkında kötü şeyler düşünüyor ve Hz. Muhammed’in peygamberliği hakkında tereddüt uyandıracak sözler söylüyorlardı (Cahiliye kavramının anlamı için bk. Mâide 50 ve Furkan 25/63-66’nın tefsiri).
Münafıkların “Bu işten bize ne” sorusundan anlaşıldığına göre onlar, düşmanla meydan savaşı yapma hususunda alınan kararın hatalı olduğuna, bu kararda kendilerinin sorumluluğu bulunmadığına, savaşın planlanmasında görüşlerine uyulmadığına, dolayısıyla elde edilen bu sonuçtan sorumlu olmadıklarına, sorumluluğun meydan savaşını isteyen müminlere ve onların sözünü dinleyen Hz. Peygamber’e ait olduğuna işaret etmek istemişlerdir. Nitekim münafık Muattib b. Kuşeyr’in, Hz. Peygamber’in yanında açığa vurmayıp münafıkların arasında söylediği “Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik” ifadesinden de bu anlaşılmaktadır (Taberî, IV, 142-143; Kurtubî, IV, 242). Oysa Hz. Peygamber, münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy’i istişareye çağırmış, kendisi de onun görüşü doğrultusunda görüş beyan etmişti. Ancak gençler, düşmanı Medine dışında karşılamayı uygun gördükleri için karar onların görüşü doğrultusunda alınmıştı. Bu sebeple münafıkların böyle bir bahane ile Hz. Peygamber’e karşı itiraz hakları olmadığı gibi onu istibdat ile de suçlayamazlardı.
Başka bir görüşe göre âyetin ilgili kısmı şöyle yorumlanmıştır: Münafıklar Hz. Peygamber’e, “Bu işten bize bir yarar var mı?” diyerek bu savaşta kendileri için herhangi bir çıkar bulunmadığını vurgulamak istemişler; kendi aralarında da “Bu işten bizim bir çıkarımız olsaydı burada öldürülmezdik” demişlerdir (Şevkânî, I, 436).
Süleyman Ateş’e göre “Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik” diyenler münafıklar değil samimi müminlerden bir gruptur. Ona göre münafıklar savaşa katılmamışlardır, oysa bunlar savaş anında söylenmiş sözlerdir. Savaşın dehşetinden sarsılan bazı müminlerin içlerinde böyle düşünceler belirmiştir. Zira bu sözleri söyleyen kimselerin affedildiği bildirilmektedir. Halbuki münafık nifak içinde kaldığı sürece affedilmez (II, 122).
Kanaatimizce Ateş’in bu görüşü isabetli değildir. Çünkü bir grup münafık müminlerin içinde kalarak savaşa katılmıştı. Bu sözü onların söylemiş olma ihtimali daha kuvvetlidir. Bir sonraki âyette affedildikleri bildirilenler ise münafıklar değil şeytanın vesvesesine aldanıp savaş yerinden ayrılan müminlerdir. Ayrıca Allah ve Peygamber uğrunda canı dahil her şeyini feda edecek derecede samimi müminlerin böyle bir söz söylemeleri mümkün değildir.
Münafıkların bu tutumlarına karşılık yüce Allah, “De ki: İşin tamamı Allah’a aittir” buyurarak emir ve iradenin kendisine mahsus olduğunu, galibiyet veya mağlûbiyetin ezelde takdir ettiği ilâhî kanunlarına uygun olarak meydana geldiğini ve geleceğini vurgulamakta; ölenlerin de yine Allah tarafından takdir edilmiş ecelleriyle öldüklerini, eceli gelenlerin evlerinden çıkmasalar bile ölümden kurtulamayacaklarını, her insanın ölümü nerede takdir edilmişse gidip orada öleceğini bildirmektedir. Ayrıca âyette bu olayların bir hikmete binaen cereyan ettiği, bunlarla müminlerin denendiği ve kalplerinde olan kötü düşüncelerin temizlendiği ifade buyurulmuştur. Şüphe yok ki insanların gerçek şahsiyetleri güç olaylar karşısında ortaya çıkar. Nitekim Uhud Savaşı’nda da böyle olmuş, bu imtihan neticesinde insanların gerçek yüzleri ortaya çıkarılmıştır. Kalplerdeki sırları dahi bilen yüce Allah’ın insanları imtihan etmesi, onların iç yüzlerini bilmediğinden değildir. Savaşlarda alınan yenilgiler, yaşanan acılar insanların kendilerini sorgulamalarına, hatalarını görmelerine ve durumlarını düzeltmelerine yardımcı olur. Bu sebeple âyette Allah’ın Uhud’da olup bitenlerle müminleri deneyip kalplerindeki yanlış düşünce ve duyguları temizlemeyi murat ettiğine işaret edilmektedir.
Her şeyin yüce Allah’ın takdiriyle cereyan etmiş olması, bizim sebeplere sarılmayı ihmal etmemizi gerektirmez. Çünkü kazâ ve kaderin nasıl olduğunu, nerede, ne zaman ve ne şekilde tecelli edeceğini bilemeyiz; biz olayı ancak meydana geldikten sonra bilebiliriz. Biz çalışmakla ve sebeplere sarılmakla görevliyiz. Bütün gayretlerimize rağmen istediğimizi elde edemediysek o zaman Allah’ın takdirinin bizim isteğimize aykırı olduğuna inanır ve ona teslim oluruz. Bu durumda da sorumlu olmayız. (Kaynak: Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 693-696)
Faziletli bir sure olan Âl-i İmrân suresi, pek çok Müslümanın araştırdığı bir suredir. Çünkü bu surenin faziletlerinden yararlanmak isterler. Âl-i İmrân suresi 154 ayet fazileti ve sırları şöyle sıralanabilir:
Âl-i İmrân suresi 154. ayetin neden okunduğu merak edilmektedir. Bu surenin pek çok fazileti ve faydası vardır. Allah’a sığınmak, af dilemek, kıyamet gününde sırattan daha hızlı geçerek cennete ulaşmak için bu surenin okunması gerekir. Ayrıca sevap kazanmak için de okunmalıdır. Ali İmran suresini okuyan kişiler, daha kısa sürede zenginliğe erişebilir.