İSTANBUL (AA) -GÖKHAN BOZBAŞ- Mısır son dönemlerde aldığı idam kararları ve idam ettiği gençler dolayısıyla yargı sistemi üzerinden sıklıkla gündeme geliyor. Yargının aldığı bu kararlar, Mısır’da hem yargı bağımsızlığının durumunu hem de siyasi otoritenin halka karşı acımasız tavrını tekrar dünya gündemine taşıyor. Aslında Mısır’da yargı sisteminin rejim açısından oynadığı rol yeni bir durum değil. Mısır’da yargının bugünkü misyonu, Nasır döneminde inşa edilen haliyle uyum içindedir.
Yargı sistemi, Mısır ulus devletinin ve Mısır ulusal bilincinin oluşumunda üstlendiği rol açısından değerlendirildiğinde, ülkedeki en önemli müesseselerden biri olarak kabul edilir. Örneğin kuruluş aşamasında Mısır ordusu nasıl vatan ve uluslaşma bilincinde önemli bir rol oynamışsa, yargı organları da devletin varlığının teminatı olan anayasanın ve kanunların uygulanmasında en önemli baskı aygıtı olarak modern Mısır ulus devletinin yürütücülerinden biri olmuştur.
Yargı denildiğinde elbette sadece mahkemeler ve onların aldığı kararlar anlaşılmamalıdır. Mısır’da yargının devletle olan ilişkisinin yanı sıra, yargı organlarının sahip oldukları bazı kurumlar üzerinden siyasetle doğrudan etkileşim içinde olduğu durumlar söz konusudur. Bunların en başında, Mısır’da özel bir uygulama olan Yargıçlar Kulübü (Nâdî’l-Kudât) gelir. Yargıçlar Kulübü 1939 yılında özellikle yargının bağımsızlığı vurgusu üzerinden bir araya gelen liberal yargı mensuplarının oluşturduğu sosyal bir birlikteliktir. Yargıçlar Kulübü tüm yargıçların bir arada bulunduğu bir platform olması hasebiyle, rejimin üyeleri vasıtasıyla toplum ve siyaset üzerinde baskı kurmakta, gerektiğinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanmaktadır. Yargının siyasi alanla iç içe olduğu bir diğer kurum, 1969 yılında kurulan Anayasa Mahkemesi’dir. Zira Anayasa Mahkemesi ile gücünün zirvesine ulaşan yargı hiyerarşisi, fırsat buldukça siyasi olaylara müdahil olmaktan çekinmemiştir.
Yargı organlarının devletle olan bu ilişkileri ve yargının bağımsızlığı meseleleri bir yana bırakılacak olsa bile, 25 Ocak devrimine giden süreçte Mısır yargısının kendi içinde de birtakım aksaklıklar ve yozlaşmalar olduğu görülecektir. Bunların arasında özellikle dikkat çeken, Sedat’ın yargıya nüfuzu kolaylaştırabilmek adına, ilk defa 1977 yılında, emniyetten emekli komiserlerin yargıda görev alabilmelerinin önünü açmasıdır. Mısır’da yargının bağımsızlığına gölge düşüren bir diğer olay ise yargı içinde görevlerin bir şekilde babadan oğula geçmesinin çok yaygın bir hal olması. Bu durum yargıçları ve yargı mensuplarını yukarıdan gelen talepler konusunda baskıya açık hale getiriyor. Diğer bir durum ise yargıçların yargı organlarında sahip oldukları işin yanında, hükümete bağlı kurumlarda danışmanlık görevi üstlenmeleri. Bu durum görev ve rol çatışmasına sebep olduğu gibi, yargıdaki işlerine ve bağımsızlıklarına da doğrudan halel getiriyor.
25 Ocak 2011 devrimi ise yargı açısından yeni bir sürecin başlangıcı olarak Mısır’ın toplumsal hafızasında yer etti. Arap Baharı sırasında halk sürekli olarak meydanlarda “ekmek, özgürlük ve adalet” diye bağırmıştı. Bu durum aslında toplumun devrim öncesi adalet anlayışına ve hizmetlerine karşı güvensizliğinin de göstergesiydi. Fakat yargı bir bütün olarak, devrimin başlangıcında devrimcilere destek olarak (ya da destek verir gözükerek) 25 Ocak devriminden sonra orduyla birlikte kalabalıkların öfkesinden uzak kalabilmişti. Tahrir meydanında gerçekleştirilen bir ankette, yargı yüzde 80 oranıyla, ordudan sonra en çok güvenilen kurum olarak öne çıkmıştı.
Yargı organlarının devrimle birlikte attığı adımlara bu çerçeveden baktığımızda, yargının kendi oyun alanını genişleterek bir hareket kabiliyeti kazandığını görüyoruz. Bu alan içinde, devrilen rejime karşı halkın yanında durmuş ve bu sayede meydanlara dökülen halkın desteğini arkasına almıştır. Bu durum, yargıda bir yetki genişlemesi yaşandığı şeklinde de değerlendirilmiştir. Bir başka ifadeyle, yargı bu pozitif imajını ve yetki genişliğini, eski rejimin kalıntılarıyla verdiği mücadele karşısında kazanmıştır.
Verdiği bu mücadeleyle yargı, aslında devlet aygıtını korumaya yönelik reflekslerini de gösteriyordu. Geçiş dönemi kurallarını reddederek aldığı kararlarla, devletin halen var ve belirli yetilere sahip olduğunu gösteriyordu. Yargı kurumu toplumun ruhunu okşayan kararları alırken, toplumsal aktörler başardığına inandığı devrimin sarhoşluğunu yaşıyordu. Toplum, aldığı her kararını alkışladığı yargının haddinden fazla güçlendiğini fark etmiyordu. Nitekim bu güç, 2012 ve 2013 yılında gerçekleştirilen parlamento seçimlerinin ve Mursi’nin seçilmesinin ardından, yargının artık seçilmişlere de “kafa tutmasına” olanak sağlayacaktı.
Yargının parlamento seçimlerinden sonra ortaya çıkan beklenmedik tabloya karşı iki tepkisi olacaktı: Birincisi, bir kurum olarak yargının konumunu muhafaza etmek ve kendisine yönelik olası saldırılara karşı kadrosunu ve imtiyazlarını korumak; ikincisi ise bir bütün olarak “devlete olası sızmaları” engellemek, onlara karşı tedbirler almak ve diğer savunma mekanizmalarını teyakkuza geçirmek. “Devlete sızmak” denildiğinde ne kastedildiğini anlamak için, Müslüman Kardeşler’in devrime kadar devlet tarafından “terör örgütü” olarak kabul edildiğini hatırlamak gerekir. Burada elbette ordu ve polis güçlerinin rolü de büyüktü. Bu iki kurumla adeta senkronize adımlar atan yargı, seçilmişlerin hareket alanını kısıtlayacak ve devlet aygıtını kilitleyecekti. Bu minvalde gerçeklesen ilk olay, Anayasa Mahkemesi’nin parlamentoyu feshettiğini bildirmesiydi. Bu durum hem halkta hem de birçoğu siyasi hayata yeni atılan tecrübesiz parlamenterlerde büyük bir şoka yol açmıştı. Fesih kararının hemen ardından Yüksek Askeri Konsey anayasal bir deklarasyon yayınlayarak, seçilecek cumhurbaşkanının yetkilerini kısıtlamıştı. Bundaki amaç ise cumhurbaşkanının dağıtılan parlamentoyu ve anayasa kurucu meclisini tekrar toplamaya kalkışmamasıydı.
Yargı ve Mursi arasında seçim öncesi yaşanan sürtüşmeler, Mursi’nin iktidarı boyunca da devam etti ve darbeyle neticelendi. Sisi’nin darbeyle iktidara gelmesinden sonra yeniden ihdas edilen otoriter rejim, kamusal alan üzerinde topyekûn bir tahakküm yürütüyor. Rejim sivil toplum alanlarını, siyasal partileri ve diğer bir takım çoğulcu politik uygulamaları tamamen kamusal alanın dışına itti. Darbe sonrası dönem incelendiğinde, hükümetin temel amacının, çıkardığı kanunlarla toplum üzerinde baskı oluşturmak ve medya üzerinden yaydığı popülist anlatılarla bu davranışlarını haklı göstermek olduğu görülüyor.
Mısır’da son dönemlerde, eşi benzeri görülmemiş kararlarla yeni protesto ve terör yasaları çıkarıldı, sivil toplum örgütlerini hedef alan yasal değişiklikler gerçekleştirildi ve askeri mahkemenin yargı yetkisi genişletildi. Rejim temel olarak, kanun yapma yetkisini kendi amaçları için kullanıyor. Bu gelgitle mücadele etmek için sistemi zorlayanların, bunun nasıl olduğunu tam olarak anlamaları gerekir. Mısır’da darbenin gerçekleşmesinden bugüne, yargı yoluyla ciddi bir baskı inşa edilmeye başlanmış durumda. Yargının sürekli olarak idam kararları vermesi ve bu kararları aralıklarla uyguluyor olması toplumda ciddi bir baskı oluşturuyor. Mübarek’in 30 yıllık iktidarı boyunca 100’den biraz fazla kişiyi idam ettiği söyleniyor. Fakat Sisi dönemi yargısı 2014’te 15, 2015’te 22, 2016’da 44, 2017’de 35 ve 2018’de 75 kişiye idam cezası verdi; geçtiğimiz yılın son iki haftasında 22 kişi idam edildi.
Mısır yargısının bu kadar çok idam cezası vermesi ve siyaseti erkin de bunları uygulamada bu kadar aceleci davranması, ülkenin darbeden sonra inşa ettiği baskıcı anlayışın bir sonucu. Son altı yıl içinde, iki durumda sürekli olarak infazların gerçekleştirildiği görülüyor: Öncelikle ülke içinde artan hayat pahalılığı ve geçim sıkıntılarından dolayı halkta herhangi bir hareketlenme hissedildiği anda, devlet aygıtı ailelere bile haber vermeden, idama mahkum edilmiş bireylerin infazını gerçekleştiriyor. Ayrıca devletin dış politikada atacağı radikal adımlara karşı muhtemel halk tepkisinin önüne geçebilmek için de bu kararlardan hemen önce idam kararları infaz ediliyor. Bunu en bariz şekilde, Tiran ve Sanafir adalarının Suudi Arabistan’a satılması kararından önce tecrübe ettik. Bu yılbaşında gerçekleştirilen idamlar ise ABD ve İsrail’le yapılan “Yüzyılın Anlaşması” görüşmelerinin kamuoyu tarafından öğrenilmesinden hemen sonra gerçekleştirildi.
Tüm bu yaşananlar, Mısır yargı organlarının, geçmişten günümüze, devletin bir baskı aygıtı olarak kullanıldığını gözler önüne seriyor. Hatta bu yargı aygıtı 25 Ocak halk devrimini tersine çevirerek eski rejimin daha otoriter bir şekilde yeniden doğmasına sebep olmuştur. Bugün ise daha otoriterleşen rejimin en büyük dayanağı olarak faaliyet göstermektedir.
[“Mısır'da Toplum ve Siyaset” kitabının yazarı olan Dr. Gökhan Bozbaş, Necmettin Erbakan Üniversitesi öğretim üyesidir ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM) Nil Havzası ve Filistin Çalışmaları direktörüdür]