Atasözü ve deyimler nereden geliyor?

Günlük hayatta sıkça kullandığımız atasözleri ve deyimlerin nereden geldiğini biliyor musunuz?


Vaktiyle Eğitim Bakanlığı da yapmış olan tarihçi Abdurrahman Şeref Bey, Galatasaray Lisesi’ nde müdür iken , birgün Sultan Abdülhamid’ in hizmetkarlarından bir paşanın oğluna kızar. Öğrencilerin arasında çocuğa;

“Adam ol” der, “baban gibi eşek olma!”

Çocuk bunu babasına anlatır.

Babası:

“Vay, demek ben bugüne bugün padişahımın mahiyetinde bir paşa olayım da, bana eşek desin. Bunu ona soracağım” der.

Ertesi gün okula gidip hocayı bularak;

Reklam
Reklam

“Beyefendi, sizin bana eşek demeye ne hakkınız var? Ben, padişahın mahiyetinde paşayım” deyince, Abdurrahman Şeref bey;

“Ne münasebet ben sizi tanımıyorum. Ne zaman eşek dedim”, diye sorar.

Paşa;

“Geçen gün okulda oğluma “adam ol, baban gibi eşek olma” diye bağırmışsınız” der.

Bunun üzerine Abdurrahman Bey;

“Doğru, çocuğunuzu payladım. Çalışmıyordu. Sizi örnek göstererek, “adam ol baban gibi! eşek olma! diye söyledim“ der.

Bu cevap üzerine paşa, hem özür diler, hem de teşekkür eder ve oradan ayrılır.


Şimşir sözcüğü, kılıç anlamına gelir. Deyimde kullanılan şimşir sözünün aslı çok sert ve dayanıklı olduğundan, tarak, cetvel v.b. yapımında kullanılan 'şimşir' ağacından gelmektedir.

Eskiden zengin bir aile, kızlarını gelin ediyorlarmış. Oğlan evine, adet olduğu üzere, bohça bohça hediyeler gitmiş. Kayınvalide, iki görümce ve eltilere, yaş ve aile içindeki durumlarına göre; altın, gümüş kaplamalı, fil dişi ve şimşir taraklar, diğer armağanlarla birlikte verilmiş.
Küçük elti ağır ve ateşli bir hastalık geçirdiğinden saçları dökülmüş. Aile içindekilerden başka kimsenin, kadıncağızın kelliğinden haberi yokmuş.

Reklam
Reklam

Kendisine verile verile şimşir tarak verilmesi, küçük eltinin çok canını sıkmış. Kelliğini unutup, armağanları getiren kadına sızlanmış:
"Herkese altın, gümüş tarak, bana da şimşir öyle mi? Yemi gelin, daha bu eve adımını atmadan benimle uğraşmaya başladı..." Oğlan anası gelininin bu hareketinden utanmış ve üzüntü duymuş. O kızgınlıkla çıkışmış: "Senin ki gibi kel başa, şimşir tarak çok bile" deyivermiş.

Bu atasözü, yoksul, ya da durumu kötü bir kişinin, vaziyetine uymayan, pahalı, gereksiz şeyler almaya kalkması gibi durumlarda kullanılır.


Eskiden savaşlar şimdikinden çok olduğu için, Anadolu' nun hemen her köyünden, hemen her hanesinden şu yada bu cephede savaşan bir asker olurmuş.

Bu askerlerin geride kalan anaları, kardeşleri, hanımları, nişanlıları, yavukluları olurmuş elbette.
Bu biçareler, vatanını, milletini, dinini muhafaza için cephe cephe koşan yiğitleriyle elbet gurur duyarlarmış ama ağlamadan, göz yaşı dökmeden de gün geçirmezlermiş.

Bazen aşikar, bazen gizli gizli ağlayan genç kız ve gelinlerimizin göz pınarları kuruyup gözleri çapaklanmaya ve ağrımaya başlarmış.

Reklam
Reklam

Birbirleriyle konuşurken, o zamanın terbiyesi icabı:
"Senin yavuklun, senin kocan" diyemezler, utanırlarmış.

"Benim göz ağrımdan hiç mektup gelmiyor, seninkinden haber var mı?" diye sorarlarmış.

Bu deyim, sevdiklerimiz içinde en birincisi anlamında kullanılır


Davul ile zurnayı musikiden saymayan ve küçük gören bir sonradan görme İstanbul' lu, Edirne' de bir düğüne davet edilmiş. Yemekten sonra açık havada yapılan oyun ve eğlenceler sırasında bu hatırlı davetliye, zurnazen başı yaklaşarak sormuş:

-Çalmamızı arzu ettiğiniz herhangi bir parça var mı?
Ukala adam, dudak bükmüş:

-Ayol, kala kala zurnaya mı kaldık. Bunun peşrevi olmaz. Ne nota bilirsiniz ki siz, ne de beste. Sizin çaldıklarınızı ben dinleyemem. İyisi mi, kendiniz çalın oynayın.

Zurnazen, bu hakaretleri pek içerlemiş. "Görürsün sen efendi" diyerek, en kabiliyetli yamaklarını etrafına toplayıp başlamış çalmaya.
O çalar, etrafındakiler söylermiş. Ne Itri' si kalmış çalmadık, ne Dede Efendi' si. Sonradan görme bey, ağzı bir karış açık onları uzun uzun dinlemiş. Adamlar, bir besteden bir besteye, bir makamdan bir makama geçtikçe, o da renkten renge geçmiş.

Reklam
Reklam

Bu deyim, hikayedeki anlamının dışında, "insanın kaderini zorlamamasını, ne çıkarsa bahtına razı olması gerektiğini anlatmak için kullanılır.


IV. Murad zamanında tütün,içki ,keyif verici madde yasağı koyar.ve yasağa uymayanları şiddetle cezalandırır.
bugünkü üsküdar civarında bir kahvehanede tütün vs. içildiğini istihbarat alır.
derviş kılığında tebdili kıyafet buraya gider.
selam verir.oturur.kahveci yanına gelip,
-baba erenler kahve içermi? diye sorar.
-padişah. evet.
-kahveci:tütün içermisin.der.
-padişah:hayır.der.

kahveci işkillenir.tütün içimiyorda ne işi var burda.zaten padişahın tebdili kıyafet dolaştığı haberleri var.eli titreye titreye kahveyi götürür.

-kahveci:baba erenler ismini bağışlarmı?
-padişaha:Murad.
-kahveci:peki isimde sultanda varmı?
-padişah:elbette var.

deyince kahvecinin bet beniz atar.zangır zangır titrer.ve.

-kahveci:öyleyse buyrun cenaze namazına der.olduğu yere yığılır.
IV. Murad bu lafa çok güler ve kahveciyi bir defalığına affeder.


Adamın birisi borcunu vaktinde ödeyemediği için tefeci tarafından mahkemeye verilmiş. Tanıdığı bir avukata derdini anlatmış. Avukat:

Reklam
Reklam

-"Ben seni kurtarırım, sen mahkemede hakim ne sorarsa dilsiz taklidi yaparak Lo Lo Lo dersin, sakın ağzını açıp konuşma" diye talimat vermiş.

Mahkeme günü hakimin bütün sorduklarına Lo Lo Lo demiş ve Avukat ta "Benim müvekkilim dilsizdir, böyle bir borcu yoktur, haksız bir borç ile zavallıyı mağdur etmek istiyorlar", şeklinde müdafalarla adamı kurtarmış.

Ertesi gün vekalet ücretini almaya gelen Avukata, adam yine dilsiz taklidi yaparak "Lo Lo Lo" deyince, avukat kızmış:

-"Yahu, bize de mi Lo Lo Lo, benim verdiğim silahla beni de mi öldüreceksin?" demiş.


Yeniçeri ocaklarında efrada yemek dağıtılırken mutfak meydancısı elinde tuttuğu üzeri ayet ve dualar yazılı kallavi koca kepçe ile evvela yağlı yemekleri ve pilavı dağıtır, sonra da hoşaflara daldırırmış.

Hal böyle olunca, sofralara gelen hoşaf bakracının üstünde, bir parmak kalınlığında yağ tabakası yüzermiş. Bu durumu gören Yeniçeri ağalarından akıllı birisi meydancıya emir vererek "Kepçeyi yağlı yemeklere batırmadan evvel temiz iken hoşafları dağıt, sonra yemek tevziatına geç..." demiş.

Reklam
Reklam

Demiş amma, bu sefer sofralara giden hoşaf bakraçlarının üzerinde yağ tabakasını göremeyen Yeniçeriler isyan bayrağını çekmişler:

- "Hakkımızı yiyorlar, istihkakımızdan çalıyorlar, zira hoşafın yağını bile kestiler, yağlı hoşaf isterük..." diye bağırmışlar


Balkan devletlerinin mühim bir kısmı ve bu meyanda Arnavutluk, Osmanlı İmparatorluğu haritasına dahil iken, bu ülkeleri idare etmek çok zordu. Bu devirlerde sık sık dağa çıkan Arnavut eşkıyalarını takip eden hükümet kuvvetleri Recep isminde bir sergerdenin avanesini kuşatıp sıkıştırıyorlar. Çıkar yol kalmadığını gören Arnavutlar ve başlarındaki Recep, saklandıkları yerden bağırıyorlar:

- "More atmayın, biz de din kardeşiyiz, teslim olacağız."

Teslim oluyorlar, az bir ceza ile kurtuluyorlar. Fakat palavracı Arnavut bu olayı şurada burada anlatırken:

- "More vallahi geberttirecektim zaptiyeleri, çolukumuz çocukumuz var deyip ağladılar, acıdım da bıraktım" şeklinde palavra atınca etrafında toplanıp dinleyenler arasında olayın iç yüzünü bilen birisi:

Reklam
Reklam

- "Atma Recep biz de din kardeşiyiz..." deyince Arnavut Recep şaşırır


Dimyat Mısır'da, Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye gelirdi.

Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdenizde Arap Korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.

Binbir müşkilat içinde Türkiye'ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul'dan kalkmış, memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" sözünün aslı buradan kalmıştır


Zamanında Bolu beyine baş kaldıran köroğlunun dillerde yağızmı yağız atı çalınır.bütün civarı arar tarar yok.bir kimse birde istanbuldaki pazarları dolaş der.istanbulda pazarları dolaşırken atına rastlar.
pazar sahibine şu ata bir bineyim hele der.pazarcıda buyur der .
eski sahibinin kokusunu alan at şahlanıp,dört nala ordan uzaklaşır.
dövünen pazarcıya ihtiyarın biri gelip ,
ah evlat! atı alan üsküdarı geçti.o köroğluydu ,atın gerçek sahibi...

Reklam
Reklam

Yeniçeriler günümüz polisliğini yaptığı dönemlerde olaylara müdahele edip,göz altına alacakları adamları kodeslere götürür.
İçeri atarkende hooop...güümm derlermiş. Ahalide bir olay sırasında suçsuz yere içeri alınan insanlara "Vay be! adam bağıra çağıra güme gitti!" derlermiş.


Adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış . Bunu bilen bir arkadaşıda "yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl" demiş. o da "tamam tamam kılarız iki rekat" deyip akşam teravih namazına gitmiş. Teravih başlamış. Bir-iki-dört derken namaz devam ediyor. Bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna , "evlat sen eve git bu iş inada bindi" demiş.


Eskiden askeri okullarda nerdeyse bütün işler borunun verdiği sese göre yapılır.Öğrenciler bu boru sesine göre hareket ederlermiş.
Kalk borusu,yat borusu ,karavana,paydos,derse gir,dersten çık ,istirahat v.s, bir çok boru sesi.

Hikayenin geçtiği askeri lisede o gün ,sınıf kıdemlisi öğrenci, sınıfa dalar.
-Çocuklar size havadisim var! Duydunuzmu? diyerek bağırır.
Diğer öğrenciler de –Duymadık ! Ne ise borusu çalar biz de duyarız demişler.

Kıdemli öğerenci de
-Çocuklar! bu boru değil .Yarın yeni padişah tahta çıkıyor.Şenlikler var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş.

Diğer öğrencilerde çok sevinirler bu işe.

O günden sonra o okul ve diğer okullarda öğrenciler aralarında konuşmaya başlamadan önce,
-Dinle ! Bu boru değil .Anlatacaklarım çok önemli ... diyerek lafa başlarlarmış


İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir.Tüccarların siparişleri kumaş,kürk,baharat neyse dağıtılır.Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş.
Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.

Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner.bende bu parayı işletirim. diye düşünür.

Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler.
Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder,
-Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.

Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar.İstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister.

Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir.
Tüccara ,
-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.

Çantaları açıp tüccara gösterirler.Çantaların için inci.altın,pırlanta envayi çeşit müccevher.

-Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.

Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet ,ziyafet.
Bu sırada kervancı içeri girer,
Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,
-Yahu hoşgeldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını ayırdım.Çocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.

Parayı hemen verir.
Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
çıkarlar.

Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup ,
-hani sen Mısır'a gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
Atına binen kervancı,
-yanlış hesap adamı Bağdattan döndürür der ve yoluna gider.


“Zamanında çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Sonunda kendine yakıştırılan küfürbazlık ününe dayanamaz duruma gelmiş. Soluğu bir bilgenin yanında almış, ondan akıl danışmış.

‘Her kızdığım konu karşısında küfretmek huyumdan kurtulmak istiyorum’ demiş. Adamın içtenliğini görünce bilge ona yardımcı olmaya karar vermiş. Bakkaldan bir avuç bakla tanesi getirtmiş ve bunları ‘küfürbazlık’tan kurtulmak isteyen adamın avucunun içine koydu.

‘Şimdi bu bakla tanelerini al, birini dilinin altına, ötekilerini cebine koy’ demiş. ‘Konuşmak istediğin zaman bakla diline takılacak, sen de küfürden kurtulma isteğini anımsayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir bakla çıkakrırsın, dilinin altına onu yerleştirirsin.’

“Adamcağız bilgenin dediğini yapmış. Bu ara da bilgenin yanından da ayrılmamaya çalışıyormuş. Yağmurlu bir günde birlikte bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılmış ve genç bir kız başını uzatmış, seslenmiş:

‘Bilge efendi, biraz durur musun?’ demiş ve pencereyi kapatmış. Bilge söyleneni yapmış ama sicim gibi yağan yağmur altında iliklerine değin ıslanmış. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçmiş içinden fakat tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünmüş ve aynı isteğini yinelemiş:

‘Bilge efendi, lütfen birkaç dakika daha bekler misiniz...’

“Bilge içinden öfkelenmiş ama kızın isteğini de yerine getirmiş. Fakat yanındaki ‘eski’ küfürbaz adam, kendini zor tutuyormuş. Bu arada yağmurun şiddeti gittikçe artıyor, bilge de, adam da, vıcık vıcık ıslanıyorlarmış.

Bir süre sonra pencere açılmış ve kız yine seslenmiş

‘Gidebilirsiniz artık!..’ demiş.

Bilge bu durumu çok merak etmiş ve sormuş:

‘İyi de evladım bir şey yoksa bu yağmurun altında bizi niçin beklettin?’

“Penceredeki kız, bu soruyu pek umursamamış:

‘Efendim, sizi elbette bir nedeni olmadan bekletmiş değilim’ demiş ve bekletme nedenini şöyle açıklamış:

‘Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi sokaktan geçerken görünce hemen yumurtaları kuluçkaya koydu ve yumurtaları tavuğun altına yerleştirene değin sizin pencerenin önünden ayrılmamanızı istedi.’

“Saygısızlığın böylesi karşısında bilgenin de tepesinin tası atmış. Yanındaki ‘eski’ küfürbaza dönmüş ve şöyle demiş:

‘Hak ettiler bu ana kız’ demiş. ‘Çıkar ağzından baklayı!..’"


Bu deyim daha çok değer verilmeyen birinin başına gelen felaketi –birazda alay ederek- hafife almak için kullanılıyor. Hikaye şöyle;
Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş. Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona ip sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken,
“şefim bu şamdan benim ona göre” demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; “Zühtü de iyi adamdı be şefim” Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış: “ Sus ulan! Hakkında hayırlısı böyleymiş”


Zamanında Üsküdar’da bir “Miskinler Tekkesi” bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp pencereyi kapatmaya mecali yok.
Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.
İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım.
Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim”


Gemiyle işgale gittikleri bir yerde ordusu rakibin gücü karşısında korku duymaya başlayınca Sezar askerlerini yüksek bir tepeye çıkartır ve aşağıda kalan bir kaç askere gemileri ateşe vermeleri emrini verir. Geldikleri gemiler gözlerinin ününde çatır çatır yanan ordu şok geçirmiştir. sezar 'gördüğünüz gibi gemileri yaktık artık dönüş yok ya bu savaşı kazanırsınız ya da hepimiz burada ölürüz' şeklinde bir konuşma yapar. savaş sezarın ordularının ezici zaferiyle sonuçlanır.


Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkmıştı. Bir ceylanın peşinden koşarlarken zamanın nasıl geçtiğinin ayırdına varamadılar. “Biz nerelere geldik böyle?” diyerek çevrelerine bakındıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu. Gök kararmakla kalmamış, şiddetli bir rüzgar ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmıştı. Hünkar ve adamları, bu dağ başında bulabildikleri bir kulübeye kendilerini zor attılar. Sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşıyordu. Adamcağız bu Tanrı konuklarını içeri aldı, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başladı. Padişah kendini özellikle tanıtmak istememişti; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmedi. O nedenle ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice ısıttı.Bir de sıcacık çorba ikram etti. Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlardı. Geceyi orada rahatça geçirdiler. Hatta padişah bir ara çevresindekilere, “Doğrusu şu ateş bin altın eder” diye de söylendi. Ertesi gün yola çıkmadan önce padişah oduncuya önce memnuniyetini bildirdi: “Efendi! Bizi ihya ettin. Harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik” dedi ve sordu: “Söyle bakalım borcumuz ne kadar?” Oduncu, kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendi ve parayı biraz yüksek söyledi: “Bin bir altın yeter, beyzadem” dedi. "Çok fazla istemedin mi?"diye soran padişaha. "Yemek ve yatak bedeli bir altın,ateşin bin altın ettiğini de zaten siz söylediniz."dedi. Padişah adamın kıvrak zekası karşısında gülümsedi ve bin altını ödedi. ATEŞ PAHASI sözü buradan gelir.


Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış.

Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş.

Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su , diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.

Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş.

Köylüler "Bu işin içinde bir iş var" diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler.

Bu deyim "gizlice iş görmek,kimselere farkettirmeden işler çevirmek"anlamında kullanılır.


Eskiden mürekkeplerin içinde bezir isi denilen bir madde bulunur.Yazarken yapılan yanlışlıklar ancak yalamak yoluyla giderilirmiş.
Okuma-yazma bilen kişiler az olduğundan ,bir,iki satır yazacak kişiler el üstünde tutulur.Mürekkep yalayanlar üstün sayılırmış.


Kuyumcular yaptıları yüzük,kolye,küpe gibi ziynetlerde kullandıkları elmasların arka kısmına foya adlı maddeyi sürer,bir çeşit ayna gibi ışıkların yansıtılmasını sağlarlarmış. Zamanla foyalar çıkar ,dökülür.Bu benzetme yapılarak sahte,yalan işlerin ortaya çıkması anlamında deyim olarak kullanılır


İncir işleme fabrikalarında incirler çürük,kurtlu,bozuk olanlar ayıklanır,sağlamlar boy boy ayrılırmış.
Bir torba yada çuvaldaki gözden kaçmış bozuk incirleden sağlam incirlere hastalık sirayet edermiş.
Küçük bir yanlışlığın güzelim işleri bozduğu bu olaydan ilham alınır olmuş.


Ciltli kitapların kapağa bağlanan iki uç tarafında ibrişimden örülmüş (ya da başka cins bir ip) ince bir şerit vardır. Buna şiraze denir.Sayfaları cilt olarak bağlı tutar.Şiraze bozulursa kitap dağılır.


Kızıldenizin eski bir adı Şap denizi imiş.Mercana benzeyen beyaz taşlar bu denizden getirilirmiş.Bu taşlar su altında hacimlerini büyüterek yayılır ve gemiler için tehlike oluşturur. Seyir haritalarında normal gösterilen yerlerde bu şap kayaları büyüdükleri için tehlikelere neden olurmuş. Eskiden haca gemiyle giden hacı adayları için en sık başa gelen en önemli tehlike buymuş.Hacı bekleyen ahali "İnşallah bizimkiler şapa oturmaz" deyip dua ederlermiş.


Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış.Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.
-Tıkandı baba, çay getir
-Tıkandı baba, oralet getir.
Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.
-Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?
-Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba
-Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.
Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
-Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. "Benimki de onlarınki kadar aksın" diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden "Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın" dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben
yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve "Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz."
Tıkandı baba'nın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ;
-Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz.
Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.
Sultan Mahmut'un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba'ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis. "Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip
başlamış bağırmaya
-Taze baklava, güzel baklava !
Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı
anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ! ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi
-Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş.
Tıkandı baba da
-Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve! Yahudi de her akşam Tıkandı baba'dan baklavaları satın almış.
Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut;
-Bizim Tıkandı baba'ya bir bakalım, deyip Tıkandı baba'nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın.
Sultan;
-Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi? mi, demiş
-Geldi sultanım
-Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
-Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.
-Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.
-Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.
-Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek.
Sultan demiş;
-Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış
-Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları "peki" deyip adamı alıp Üsküdar'a götürmüşler.
-Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba,
-Niçin, demiş. Askerler
-Hele sen bir beğen bakalım demişler.Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline
-Ne olacak şimdi, demiş
-Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı.demiş. adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;
"VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT"


İlk çağ inançlarına göre, insanlar öldükleri vakit bittakım eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Tanrılarına sunmak ve öte dünyda kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu. Türk Beyleri de İslamiyetten önceki zamanlarda korugan dedikleri mezarlarına altın, gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürler, sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi. Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu'da, pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hala bulunmaktadır.

Altın ve hazine her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış, nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevk etmiştir. Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağmalayanmaya başlanınca ölenin ruhununmuazzep edildiği düşüncesiyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş. O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek halini almış. Öyle ya, mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa, düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması, o kadar engellenmiş olurdu. Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek, en azından kulanmaya eşyası ve tanrılara sunmaya hediyesi bulunacaktır. Bugün dilimizde yaşayan "toprağı bol olmak" deyimi, aslında ölen kişi hakkında iyi dilek ifade eder. Türklerin İslam dairesine girdikten sonra yavaş yavaş terk ettikleri höyük geleneği, "toprağı bol olmak" deyiminin de gayrimüslimler hakkında kullanılmasına yol açmıştır


Parçaları birbirine benzemeyen ve uygun olmayan, dolayısıyla bir işe yaramayan aparatlar hakkında veya giyim kuşam konusunda birbirine uymayan ve yakışmayan kıyafetler İçin altı kaval üstü şeşhâne deyimini kullanırız. Buradaki şeş-hâne kelimesinin İstanbul'da bir semt adı olan Şişhane ile herhangi bir alâkası yoktur ve Şişhane söylenişi yanlıştır. Çünki şeş-hâne diye namlusunda altı adet yiv bulunan tüfek ve toplara denir. Yivler mermiye bir ivme kazandırdığı için ateşli silahların gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Evvelce kaval gibi içi düz bir boru biçiminde imal edilen namlular, yiv ve set tertibatının icadıyla birlikte fazla kullanılmaz olmuş ve gerek topçuluk gerekse tüfek, tabanca vs. ateşli silahlarda yivli namlular tercih edilmiştir. Merminin kendi ekseni etrafında dönmesini ve dolayısıyla daha uzağa gitmesini sağlayan yivler bir namluda genellikle altı adet olup münhani (spiral) şeklinde namlu içini dolanırlar. Altı adet yiv demek, namlunun da altı bölüme (şeş hâne = altı dilim) ayrılması demektir ki halk dilinde şeşâne (şişane değil) şeklinde kullanılır.

Bu izahtan sonra üstü kaval, altı şeşhâne biçiminde bir silah olmayacağını söylemeyi zaid addediyoruz. Çünki kaval topların attığı gülle ile şeşhânelerden atılan mermi farklıdır. Keza kaval tüfekler ile fişek atılırken şişhane namlulu tabancalardan kurşun atılır. Bu durumda bîr silah namlusunun yarısına kadar kaval, sonra şişhane olması da mümkün değildir. Ancak yine de vaktiyle bir avcının, yivlerin icadından sonra çifte (çift namlulu) tüfeğinin kaval tipi namlularının üst kısımlarını teknolojiye uydurmak için şeşhâne yivli namlu ile takviye ettiğine dair bir hikâye anlatılır. Hattâ bu uydurma tüfek öyle acayip ve gülünç bir görünüm almış ki diğer avcılar uzunca müddet kendisiyle alay etmişler ve "Altı kaval üstü şeşhâne / Bu ne biçim tüfek böyle" diyerek kafiyelendirmişler. O günden sonra halk arasında bu hadiseye telmihen birbirine zıt durumlar için altı kaval üstü şeşhâne demek yaygınlaşmış ve giderek deyimleşerek dilimize yerleşmiştir.


Sultan Abdülazizin son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar.Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur.

Durumları İstanbuldan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri , Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı:

"Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir.."

Padişahın şahane idaresi altında,vilayetimizin her tarafında asayiş ve huzur hakimdir. Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince , Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp Aşapıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir. "Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal, Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal!!"

Eşkıyanın cinayet ve yağması yüzünden millet ayaklar altında kaldı ama, Allaha şükür asayiş yinede sağlanmış durumda.


Ünlü bir hekim olan İbni Sina aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindeymiş.
Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula gönderir.Ancak İbni Sina cebir,geometri bir türlü beceremez,okuldan kaçar.Babasından korktuğundan ,eve dönmez bir kervana katılır.
Kervanbaşı en küçük yaştaki İbni Sinayı su alması için bir kuyuya gönderir.
Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken,ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür.
Ve kendine sorar:bu ip taşı nasıl keser?
Biraz daha düşünür:ip çok uzun zamandır,bu taşa sürtünüyor.ve aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demekki taşı kesebiliyor.
Madem ip bile taş kesiyor,benim aklım niye cebiri kesmesin? der.
Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbni Sina olur.


Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehiriymiş.
Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış.
Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise,
Tophane’den Rumeli Kavağına ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış.
Fiyat kırmak isteyen yada çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerinede balıkçılar,
-Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız biz.derlermiş.


Osmanlı hükümdarları içinde tebdil-i kıyafet eyleyip halkın arasına çıkanlar II.Isman, IV. Murat, III.Osman, III.Selim ve II.Mahmut ile sınırlıdır.Bunlardan sonuncusu, bir yaz gününde yanına iki mabeyincisini alarak yollara dökülür. Sirkeci'ye gelip bir sandala binerek Beylerbeyi'ne geçeceklerdir. Şanslarına, ihtiyar bir kayıkçı düşer. Amma ne kayıkçı! Yılların tecrübesi ile artık neredeyse İstanbul Boğazı'nda görünen yolcuları hallerine, tavırlarına ve kılık kıyafetlerine bakarak köylerini söyleyecek kadar tanımaktadır. Bittabi bu seferki yolcularının da kimliklerini hemen anlar. Ancak asla ses çıkarmaz ve işini yapar.
Beşiktaş önlerine gelindiğinde padişah kayıkçıya,
-Baba,der.32 ile nasılsın?
İhtiyar hiç tereddüt etmeden cevaplar:
-32'i 30'a vuruyorum, 15 çıkıyor.
Biraz sükuttan sonra padişah, yeniden kayıkçıya laf atar:
-İşitiliyor ki son zamanlarda şehirde hırsızlar ziyadeleşmiş; senin evine de giren oldu mu?
-Bunan iki ay evvel biri girdi.Son günlerde birisi daha dadandı ya! Bakalım ne olacak?
Padişah sükut eder.Kayıkçı işine devamdadır. Ancak mabeyinciler konuşulanlardan bir mana çıkarmak için kıvranıp durmaktadır. Bu durum, padişahın gözünden kaçmaz ve kayık, Beylerbeyi iskelesine yanaşmak üzereyken kayıkçıya sorar:
-Babalık, sana iki besili kaz göndersem, yolabilir misin?
-Hay hay efendi, ruhları duymaz, cascavlak ederim.

Padişah sandala bir kese akçe atar ve karaya çıkarlar. Gel gelelim mabeyinciler meraktadır. Nihayet ertesi gün, hünkar ile kayıkçı arasında geçen konuşmayı anlamak üzere doğruca Sirkeci sahiline. Öyle ya bir vesile ile padişah hazretleri bu konuyu açar da sözlerin manasını kendilerine soruverirse!
İhtiyarı, kayıkçılar kahvesinde bulurlar. Bir kenara çağırıp hususi görüşmek istediklerini söylerler. Dışarı çıkıp kayıkla biraz uzaklaşırlar. Adamlar hemen sadede gelerek:
-Baba dün Beylerbeyi'ne üç yolcu götürdün.
-Beli.
-Onlardan ikisi biz idik; seninle konuşan da hünkarımız hazretleriydi.
-Bir hatamız mı oldu ağalar?
-Hayır da biz konuştuklarınızı merak etmekteyiz.
-Canım mahrem şeyleri mi söyleteceksiniz bana?
-Haşa! Ancak...
İhtiyar nazlanırken ağalardan biri bir kese altın çıkarıp avucuna sıkıştırır. O zaman ihtiyar, kayığı yönünü Sirkeci'ye doğru çevirip anlatmaya başlar:
-Sultanımız buyurdular ki 32 ile nicesin? Yani geçimin nasıldır,demek istedi. Ben de ağzımda 32 dişim var; onu bir aya göre ayarlıyorum. Ay otuz, ben ise 15 gün ancak iş bulabiliyorum, dedim.
-Eeee?
İhtiyar yine nazlanır. Bu sefer diğer mabeyinci keseye kıyar. İhtiyar devam eder:
-Sultanımız son aylarda hırsızlar çoğaldı, sana da gelen oldu mu dedi. Yani "kaşık hırsızlarını" kastederek 'Son günlerde evlenmeler arttı. Senin çocuklarından da evlenen oldu mu' demek istedi. Ben de "Evet evime bir hırsız girdi, yani oğlumun biri evlendi; diğeri için de hazırlıklar var, bakalım, Allah Kerim dedim. Hünkarın hırsızdan kastı, kaşık hırsızı, yani gelin idi.
Mabeyinciler "Meğer ne kadar basitmiş!"manasında birbirlerine bakarken kayıkçı sandalı iskeleye yanaştırır.
- Ya üçüncü sual ne idi?
İhtiyar yavaşça sandaldan çıkıp misafirlerini etekleyerek şu cevabı verir:
-Aman efendim kerem buyurunuz. Padişah efendimiz buyurdular ki iki besili kaz... Allah ömrünüzü arttırsın, işte sizleri gönderdi.

O günden sonra bu hadise, halk arasında şüyu bulur ve kolay para kaptıranlar için "yolunacak kaz" deyimi dilimize yerleşir


Çapanoğlu Ahmet Paşa ,Yozgat şehrinin kurucularındandır. 1764 Sivas valisi iken görevden alınır, bir süre sonrada öldürülür.Yerine büyükoğlu Mustafa bey daha sonra Süleyman bey geçer.
Süleyman bey Yozgatı imar ettikten sonra,Ankara,Amasya,Elazığ,Maraş,Niğde ve Tarsus gibi illeri idare etmeye başlar.
Çapanoğullarının bu ünü her yana yayılır.Yalnız halk arasında değil ,devlet adamları arasındada ‘’Çapanoğlu’’ ismi ünlü olur.
Rivayete göre ,devlet adamlarından biri,halktan bazı insanların aleyhine verilecek
kararı sonuçlandırmak için soruşturma yaparken ,Çapanoğullarından birinin adıda bu olaya karışır.
Çapanoğullarının nüfuzundan çekinen diğer bir memur,
‘’bu işi fazla kurcalamayalım bence,altından bir Çapanoğlu çıkar’’ der.
Soruşturma aynen kapatılır


Keçiboynuzunun ,Yunanca adı "keration" ,İngilizcede "carob", Arapçada "kırrıt"tır. Keçiboynuzunun tohumu yıllarca elmas ölçmek için kullanılmış. Elmaslar,keçiboynuzu tohumları ile tartılıp satılırmış.
Bu nedenle keçiboynuzu ,kırat veya karat dediğimiz ölçü birimine isim babalığı yapmış. Prof Dr.Aydın Akkaya açıklamasına göre; Keçiboynuzu çekirdeği doğada ağırlığı değişemeyen bir tohumdur.

Tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu uzun süre suda bekletildikten sonra filiz verebilir.Bu ,hem çok kuruduğu ve meyvasından çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için hemde içine su alması ihtimalinin çok az ve çok uzun süreye bağlı olduğu içindir. Bu sebeple Araplar,Selçuklular,Osmanlılar dönemlerinde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır. Dört tanesi bir dirhem eder. Dirhem 3 gr. ağırlığa eş kabul edilir. Satıcı , iki dirhemlik bir şey satarken (sekiz çekirdek) deyip,buda benim ikramım olsun derse,müşterinin saygın ve itibarlı olduğunu gösterirmiş.

Çok şık ve gösterişli giyinen kişilere ‘’iki dirhem bir çekirdek ‘’ denmesinin kökü buymuş


Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.


Bebek yahut küçük çocukların, manevi itibarına ve ermişliğine inanılan kişilere götürülerek ağzına tükürttürülmesi ve ardından da ileride o kişi gibi ulu bir zat olması için dua istenmesi yakın zamanlara kadar geçerli olan Anadolu adetlerinde biriydi. Eski tekkelerin eşikleri bu sebeple çok aşınmış olsa gerektir.

Bütün bunlardan anlaşılan o ki argodaki ağzına tükürmek deyiminde bir üstünlük mücadelesi vardır. Birisinin ağzına tükürdüğünü veya tükürmek istediğini “ağzına tükürdüğüm” veya “ağzına tüküreyim” gibi basma kalıp deyimlerle ifade eden kişi, söz konusu meselede ağzına tükürülenden daha usta olduğunu veya olabileceğini ima etmeye çalışmakta, “bu konu da ben onun ağzına tükürürüm!” diyerek de bir nevi tehdit savurmaktadır.

Ağza tükürmenin yalnızca hasta okumağa özgü bir gelenek olmadığını şu hikayeden anlamak mümkündür:

Vaktiyle, saçma sapan şiirler yazan bir şair, Molla Camii’nin meclisinde,

-Üstat, demiş, dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır aleyhisselamı gördüm. Mubarek ağzını tükürüğünden bir parça benim ağzıma tühledi.

Molla cami adamın şiirlerinde keramet sezilmesi için böyle söylediğini ve güya Hızır’ın feyiz verici nefesine mazhar olduğuna dair yalancı şöhret peşinde koştuğunu anlayıp cevabı yapıştırmış:

- Be ahmak, öyle değil. Bence Hızır aleyhisselam bu şiirleri senin yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş, ama o sırada ağzın açık olduğundan, tükürük suratına geleceği yerde ağzına girmiş!


Vaktiyle testi ve çanak-çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkan açmayı arzu eder olmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona:

- Sen, demiş, daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun, biraz daha emek vermen gerekiyor.

Ustanın bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamaz ve gidip bir dükkan açar. Açar açmasına da yeni dükkanında güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlar. Kalfa bir türlü bu çatlamaların önüne geçemez. Nihayet ustasına gider ve durumu anlatır. Usta,

- Sana demedim mi evladım; sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin. Bu sanatın bir püf noktası vardır.

Usta bunun üzerine tezgaha bir miktar çamur koyar ve,

- Haydi, der, geç bakalım tezgahın başına da bir testi çıkar. Ben de sana püf noktasını göstereyim.

Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta önünde dönen çanağa arada sırada "püf!" diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp giderir. Böylece çırak da bu sanatın püf denilen noktasını öğrenmiş olur.

Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra püf noktası denilmeye başlanır.


Vakti zamanında ,Çengeloğlu Tahir Paşa ,o dönem için asayişi bozuk olan İzmir de geceleri belirli saatler arasında sokağa çıkma yasağı uygulamış.
Bir gece o saatlerde yasağa uymayan yada sokakta olan insanları Zaptiyeler toplayıp
Karakol avlusuna getirmişler,bu sorguyuda bizzat Tahir paşa yapmış,
Sırayla her birine teker teker çok ağır sorular sormuş.
Paşa baştan dokuzuncu sıradakine gelince tekrar sormuş.
‘’Yahu sen? Tellakları duymadınmı?Ne diye sokaktasın bu vakitte?
Adam bir telaşlı bir terli;
‘’Paşa hazretleri ,karım doğuruyordu.Valla ebe aramaya çıktım.Bir iki adım sonra zaptiyeler tuttu beni.Zavallı karım ne haldedir bilmiyorum ‘’ demiş.
Tahir Paşa bir hata edildiğini anladıysada sakallarını sıvazlayıp,
‘’Seni bu kez affediyorum.Amma, o karın olacak Hatuna söyle ,bir daha öyle olur olmaz saatlerde doğurmaya kalkmasın ‘’demiş.
Adam kan ter koşa koşa eve gelip,komşu kadınların arasından karısının yattğı yatağa gelmiş.
Adam;’’Nasılsın?Nemiz oldu ‘’ demiş.
Karısıda ‘’ Sen ne biçim adamsın Ebe bulamaya diye gititin? Kim bilir nerelerde eğlendin?
Sen benim nasıl doğurduğumu biliyormusun ? demiş.

Adam ise hararetle,
‘’Ah bre hatun sen neler diyosun??
Sen bir kere doğurdun.
Ben sıradaki sekiz kişiden sorgu nöbeti bana gelinceye kadar dokuz doğurdum.’’ demiş.


Dönem II.Mahmut dönemi ve Kavalalı Mehmet Paşa Mısır Valisi dir. Kendine aşırı güvenen Kavalalı Mehmet Paşa nın amacı önce Suriye ,ardında Osmanlı yı ele geçirmektir. Oğlu İbrahim Paşa ,Suriyeyi ele geçirmiş Osmanlının yolladığı gücüde yenmişti. İstanbula doğru yola çıkmıştı. II. Mahmut ,ordunun o an için bunlarla başedebilecek vaziyette olmadığından Ruslarda yardım isteme taraftarıdır. Rus çarı Nikoladan yardım ister. Bir Osmanlı sultanın Ruslardan yardım istemesi yadırganır. Bir takım vezirler ‘’bu nasıl işdür?’’ diye mırıldanınca, Sultan Mahmut Ne yapalım? Düştük denize sarılırız yılana der.


Marko Paşa ,Sultan Abdülaziz döneminde yaşayan Run hekimidir. Üstad bir hekim olan Paşa çokça hastayı tedavi eder ve sağlığına kavuşturur. Halk arasında da çok ünlüdür,her gün belki yüzlerce insan kapısını çalar,hastalıklarına çare arar. Bunca insanın bırakın derdine çare olmayı ,dinlemek bile imkansız bir hal alır. Bu duruma kendince bir çözüm bulur. Kapısına gelen hastalarını dikkatle dinler,
Onlara şöyle der;

‘’Anladım ,anladım ama ne??’’

Biçare hastada bu anlamsız soru karşısında ,herhalde iyi anlatamadım diye düşünür ve tekrar anlatır.
Ama yine Marko Paşa ; ‘’Anladım ama ne??’’der.

Bu böyle olunca ,hastalar çareyi oradan uzaklaşmakta bulurlar. Zamanla Marko Paşanın ünü unutulur gider.


Eskiden Paşa,vezir,sadrazam,komutan gibi ileri gelen veya mal varlığı iyi olan kişilerin Konakları olurdu.Bu büyük evler kadınların kısmına haremlik ,erkeklerin kısmına selamlık adı altında iki kısım bulunur. Kadınlar kısmı ile erkek kısmı arasındaki duvarda tam bir ekseni etrafında dönen,silindir Biçiminde kapaksız bir dolap yerleştirilirdi. Yarısı açık ,yarısı kaplalı bu dolabın içinde sıra sıra geniş ,dar raflar bulunurdu. Kadınlar kısmında pişen yemekler,içecekler diğer ikramlar bu dolap ile erkekler kısmına servis edilirdi.
Kadınlar ikram edilecekleir dolabın kapalı kısmına yerleştirip ,erkekler kısmıan çevirir, Tabaklar ,fincanlar boşalınca erkekler tarafından kadınlar kısmına çevrilirdi. Böylece kadın erkek biribirini görmeden servis yapılmış olurdu.

İşte bu servis dolaplarının zaman zaman gönül işlerinde kullanıldığı da olurmuş. Örneğin delikanlının biri sevdalısına kimsenin haberi olmadan çaktırmadan mektup,çiçek vesaire. verecek olursa bu dolaptan yararlanırmış. Delikanlıya mendilmi gelecek yine bu dolap hizmet verirmiş.


Halk arasında 'ipten adam almak' diye bir söz vardır; avukatlar için kullanılır. 'Çok başarılı bir avukat ipten adam alır' gibisinden. Yargıtay başkanı Osman Arslan'ın ağzından bu sözün nereden geldiğinin hikayesi :

Bir tarihte varlıklı bir İngiliz, ağır bir suç işlemiş. O suçun cezası 'idam'. Adam hemen ülkenin en ünlü avukatını tutmuş.

Avukat demiş ki: - Merak etme... Ben seni kurtarırım., Mahkeme başlamış. Avukat savunmasını yapmış. Ve hakim kararını
açıklamış. -İdam!..

Avukat , hapishaneye gitmiş, müvekkiliyle konuşmuş:
-Merak etme, seni kurtarırım.
-Nasıl?
-Bu işin temyizi var... Temyiz, idamı bozacak.
Dava dosyası temyize gitmiş. Temyiz mahkemesinin kararı:
-Mahkeme kararının onanmasına... İdam!

Adam 'hani beni kurtaracaktın' diye avukatına çıkışmış. Avukat hala sakin:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Daha her şey bitmedi. Konu, Avam Kamarasına gelecek.
Gerçekten, Avam Kamarası'na gelmiş. Konuşulmuş. Sonunda, parmaklar kalkmış:
-İdam!...

Adam sinirli mi sinirli. Avukat da sakin mi sakin:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Lordlar Kamarası, idamı geri çevirir.
Endişen olmasın. Lordlar Kamarası toplanmış. Olayı incelemiş. Kararını vermiş:
-İdam!...
Adam elinden gelse avukatı bir kaşık suda boğacak. Ama avukat hiç oralı değil:
-Merak etme. Seni kurtarırım. Kraliçe onay vermeden, hiçbir idam cezası infaz edilmez. Kraliçe bu kararı bozar.
Dosya kraliçe'nin önüne gelmiş. Kraliçe imzayı basmış:
-İdam!...

Londra'da bir meydanda idam sehpası kurulmuş. Hakim, savcı, avukat, güvenlik görevlileri, halk orada. Adamı idam sehpasına çıkarmışlar. Adamın
avukata dönük bakışlarından alev fışkırıyormuş. Avukat ise adama 'sus' işareti yapmaktaymış; 'Merak etme, seni kurtarırım.' gibisinden.

Ve cellat, yağlı ilmeği, adamın boynuna geçirmiş. Alttaki iskemleye de tekmeyi vurmuş. Adam, ipte sallanmaya başlarken avukat yerinden fırlamış,
cebinden bıçağı çıkarmış ve adamın boğazındaki ipi kesivermiş. Adam zar zor nefes alır bir halde yere yuvarlanmış.

Hemen hakimler, savcılar koşup gelmişler:
-Avukat... Sen naptın?
Avukat, cebinden İngiliz Ceza Yasasını çıkarmış:
- Yasada , müvekkilimin işlediği suçun cezası idam... Siz de onu idam ettiniz... Ama yasada 'idam edilerek öldürülür' diye bir hüküm yok...
Bu durumda ceza infaz edilmiş sayılır.

Bunun üzerine İngiltere'de bir hukuk tartışması başlamış. Kraliçe, avukatın bu becerisinden dolayı adamı affetmiş.

Ve İngiliz Ceza Yasası'nın idamla ilgili maddesi yeniden düzenlenmiş.

- 'İdama mahkum edilen kişi, asılmak suretiyle öldürülür.'olarak değiştirilmiş.


Radyonun icadından evvel, musiki dinlemek ihtiyacı duyanlar, sazlı eğlence yerlerine giderlerdi.

Şehrin muhtelif semtlerinde her kaliteden, avam ve kibara mahsus, içkili, içkisiz muhtelif salonlar, gazinolar, balozlar ve meyhaneler vardı.

Fakat en çok içkili yerlerde, fasıl aralarında yapılan taksimler sırasında, kafaları dumanlı müşterilerden sesi güzel olanlar ve kendine güvenenler, aşka gelip oturdukları masadan gazel okumaya başlarlardı.

Bunlar arasında bazen, sahnedeki sanatkarları bile gölgede bırakan istidatlar çıkar ve alkış toplardı. Lakin ne de olsa bu müdahale, çok defa ahengi bozar, oranın programını karıştırır ve neşe kaçırırdı. Bunu önlemek için saz heyetinin bulunduğu Şanonun arkasındaki duvara, eski harflerle, kocaman yazılmış bir ihtar levhası asılı dururdu:

"Hariçten Gazel Okumak Memnudur." (memnu:yasak)

Üstüne elzem olmayan işe burnunu sokan insanlara söylenen bu ihtar sözü o devirlerin yadigarıdır.


Adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış .Bunu bilen bir arkadaşıda "Yahu şu mübarek Ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl." demiş.O da "Tamam tamam kılarız iki rekat."deyip akşam teravih namazına gitmiş. Teravih başlamış.Bir-iki-dört derken namaz devam ediyor.Bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna, "Evlat sen eve git ,bu iş inada bindi."demiş.


İyi kalpli bir zenginin genç yaşta vefatı üzerine üzüntüden kısa zamanda hanımı da ruhunu teslim etmiş. Tek varis durumundaki kız çocuklarına amcasını vasi tayin etmişler. Kızın amcası zalim çıkmış ve kızın mallarına el koyduktan gayrı bir de kendini hizmetçi gibi kullanmaya başlamış. Yenge bir yandan, yeğenler bir yandan zavallı kızı hem itip kakıyorlar, hem de kendilerine hizmet ettiriyorlarmış. Zamanla çocukcağızı dövmeye de başlamışlar. Bütün ev halkının ayrı ayrı eziyet ve takazalarına, hakaret ve tokatlarına maruz kalan yavrucak her gece yatağına göz yaşları içinde girer olmuş. Öyle sindirmişler ki derdini kimseciklere açamıyormuş.
Yavrucak bir gece yine yastığı göz yaşlarıyla ıslanarak uyuya kalmış. O gece rüyasında Eyyüb peygamberi görmüş ve derdini olduğu gibi anlatmış. Sonunda Hz. Eyyüb onun sırtını sıvazlayıp kendisine sabır tavsiye etmiş ve yeşil bir çanak vererek:
- Evladım, demiş. Bu çanağı gizli bir yerde sakla. Her gün bildiğin duaları oku ve içinden daima "Ya Sabir" ismini vird edin. Ağlayacağın zaman göz yaşlarını bu çanakta biriktir. Çanak dolup taştığı gün inşallah senin de çilen bitecek!
Kızcağız heyecan içinde uyanmış. Bir de ne görsün; yeşil çanak başucunda duruyor. Çanağı saklayıp rüyasından kimseciklere bahsetmemiş.
Zaman su gibi akar derler; kızcağız ne zaman odasına çekilip ağlasa göz yaşlarını bu çanağa döker olmuş. Hayatı gittikçe çekilmez oluyor; ama çanak da bir yandan doluyormuş. Sıcak yemek yüzüne hasret, gittikçe eriyerek ergenlik çağına yaklaşmış. Bir gece öyle çok ağlamış ki çanak ha taştı ha taşacak. O sırada Eyyüb aleyhisselamın sözlerini düşünüp ne olacağını merak ediyormuş. Sabaha karşı amcası kendisini çağırmış ve bütün ev halkıyla birlikte denizaşırı bir seyahate gideceklerini söyleyip tehditkar ve azarlar bir eda ile kulağını çekerek eve göz kulak olmasını, aksi halde canını alacağını söylemiş. Kız acı içerisinde kıvranırken içinden "İnşallah senin de bir canını alan bulunur!" diye geçirmiş.
Mazlumun ahı yerde kalmazmış; o yolculukta ev halkının bindiği gemi batmış ve hepsi boğularak ölmüşler. Sabırlı kızcağız anasından babasından kalan mirasa sahip olduktan başka amcasının da tek varisi olarak her şeyin sahibi olmuş.

Dilimizdeki "sabrımız taşıyor, sabrı taştı, sabrımı taşırma vb." deyimlerin menşei budur. Tahammül sınırlarının zorlandığı anlarda ağzımızdan dökülen bu sözün eskiden ciddi bir yaptırımı varmış ve uluorta değil, nadiren söylenir; ama söylenince de ardında durulurmuş vesselam!


Dilimize yerleşen ve konuşmalarımızda zaman zaman kullandığımız “Biz onun cemâziyelevvelini biliriz” sözü, bir kişinin geçmişiyle ilgili olumsuzluklarını anlatmak anlamını içerir.

“Cemâziyelevvel”, hicri takvimdeki aylardan beşincisinin adıdır. Onu izleyen aya da “cemâziyelâhır” adı verilmiştir.

Bu sözcüklerin aslı, Arapça “cumadu’l-ula” ve “cumadu’l-Ahire”dir. Arabistan’da takvimin yürürlüğe girdiği zamanlarda iki ay boyunca yağmursuzluktan kaynaklar kurumuş, bu duruma bakılarak da bu kuraklık aylarına “cumadu’l-ula” (ilk kuraklık) ve “cumadu’l-ahire” (son kuraklık) adları verilmişti.

“Cemâziyelevvel” ve “cemâziyelâhır” aylarını, halk arasında “üç aylar” olarak bilinen recep, şaban ve ramazan ayları izler.

“Cemâziyelevvelini bilirim” sözünün kaynağındaki “cemâziyelevvel”in anlamı budur ve sözün öyküsü ise şöyledir:

“Bilinmesi gerektiği gibi, Osmanlılar’da arşivciliğe büyük önem verilir ve devlete ait her belge titizlikle saklanırdı. Şimdiki gibi dosyalama düzeninin olmadığı o dönemde devlet dairelerinde bu iş için çuvallar kullanır ve her aya ait biriken belgeler bir torbaya doldurarak korunurdu. Arşive kaldırılan belgelerin birbirine karışmamasının ve arandığı zaman kolay bulunabilmesinin sağlanması için torbaların üzerine iri yazı ile ait olduğu ayın adı yazılır, bundan sonra torbalar mahzene indirilip, orada sıraya konulurdu.

Yıllardan birinde “cemâziyelevvel” ayına ait belgelerin bir sandığa konulup, sandığın kapağı mühürlenerek belgelerin başka bir yere götürülmesi gerekmişti.

Arşivde görevli dar gelirli bir memur, istenilen belgeyi sandığa boşalttıktan sonra boş torbayı alıp evine götürmüş. Bir süre sonra da yoksulluk nedeniyle bu torbadan kendine bir iç çamaşırı diktirmiş, onu giymeye başlamış.

Torbanın üzerindeki saf bezir işi mürekkep, çamaşırın birkaç kez yıkanmasına karşın çıkmamış ve torbanın üzerindeki “cemâziyelevvel” yazısı, iç çamaşırın arka bölümünde olduğu gibi kalmış.
Bir gün işyerindeki öteki memur arkadaşları, onun iç çamaşırının arka bölümündeki bu “cemâziyelevvel” yazısını görmüşler ve kendi aralarında gülüşmeye başlamışlar.

Bu dar gelirli memur, ilerideki yıllarda daha yüksek okullarda okumuş ve işinde daha yüksek makamlara yükselmiş. Artık kadife astarlı samur kürkler, mücevher işlemeli kaftanlar giyer olmuş. Eski arkadaşları kendisine gıptayla bakmaya ve hatta onu zaman zaman da kıskanmaya başlamışlar.

Bir gün onun başarılarından söz edilirken, onu kıskanan eski arkadaşlarından biri hemen söze karışmış ve “Siz onun bugünkü durumuna bakmayın” demiş. “Biz onun cemâziyelevvelini biliriz.”

“Cemâziyelevvelini bilmek” sözü o günden sonra, herhangi bir kişinin geçmişteki bir kusurunun unutulmadığını “üstü kapalı bir biçimde” anlatmak için kullanılmaya başlandı.