Bu söylence o kadar yaygındır ki filmlerde konunun en önemli noktası, kendini geliştirmek için motive edici bir taktik veya altıncı his ve insan aklının henüz kullanılmayan yeteneklerini doğrulamak için gerekçe olabilir ve sorgulanmadan kabul edilir. 2013’te yapılan ve 2000 Amerikalının katıldığı bir anket çalışmasında, katılımcıların %65’inin, söylentilerin yüzde 10’una inandığı bulunmuştur. 2007’de Britanya Medikal Dergisi’nin (British Medical Journal (BMJ)), yaptığı bir araştırma bazı doktorların bile bu yanılgıya düşmekten kendilerini alıkoyamadıklarını göstermiştir. Ancak gerçekte herkes beyninin yüzde 100’ünü kullanır.
Bu fikrin yanlış olduğunu kanıtlamak, modern teknoloji sayesinde nispeten daha kolay olmaktadır. PET ve işlevsel MR taramaları uyurken bile tüm beynimizin belli bir seviyede aktif olduğunu gösteriyor. Tek bir nörondaki veya hücredeki gözlemlerimiz, beyinde pasif bir bölgenin olmadığını ortaya çıkardı. Hücresel metabolizma hakkındaki metabolik çalışmalar da, beyinde devamlı bir aktivite olduğunu gösterdi. BMJ makalesine göre “ Beyin hasarları, beyin görüntüleme, işlevin yerini belirleme, mikro-yapısal analiz ve metabolik çalışmalardan elde edilen kanıtlar insanların beyinlerinin yüzde10’undan çok daha fazlasını kullandığını gösterdi. Beynin hiçbir bölgesi tamamen sessiz veya pasif değildir”. Peki, bilim insanlarına bu söylenceyi tamamen çürütmelerine imkân veren görüntüleme tekniklerinim öncesinde, bu söylence nasıl ortaya çıktı? Ve beynin nasıl çalıştığı konusunda bilgilerimizin arttığı bu zamana kadar nasıl ulaştı?
Bazıları düşüncenin kökenini 1907’de dönemin önde gelen filozof ve psikologu William James’in İnsanın Enerjisi (The Energies of Man) adlı kitabındaki “ Muhtemelen, zihinsel ve fiziksel kaynaklarımızın sadece küçük bir parçasından faydalanabiliyoruz” sözüne dayandırır. Büyük ihtimalle ifade etmeye çalıştığı şey, kullanılmayan bir potansiyele sahip olmamızdı. Yirmi dokuz yıl sonra, Dale Carnegie’nin Dost Kazanma Ve İnsanları Etkileme Sanatı (How To Win Friends and Influence People ) kitabının giriş bölümünde, Lowell Thomas’ın yazdığı “ Harvard’lı Profesör William James’in daha önce de söylediği gibi ortalama bir insan sahip olduğu zihinsel yeteneklerinin sadece yüzde onunu geliştirir.” cümlesiyle muhtemelen bu söze atıfta bulunmaktaydı.
Buradan sonrasında, bu düşünceden ayrışmalar olmuş gibi görünüyor; bilimkurgu ve spritüel gruplarda düşüncenin değişik kullanımları bulunuyor. 1920 ve 30’larda dönemin önde gelen psikologu Karl Lashley’in fare beynindeki beyin kabuğunun bölgelerini çıkararak beyni bölgelerine ayırma teşebbüsü konuya pek de yardımcı olmamıştı. Farelerin hala bir şeyleri öğrenip belirli görevleri tamamlayabildiğini keşfetmesi büyük ‘pasif’ beyin kütleleri fikrine katkı sağladı. Ancak şu anda biliyoruz ki beynin yeniden yapılanabilme özelliği bu tür yaralanmaların iyileşmesi ve kaybedilen bölgenin telafisini mümkün kılmakta. Ve bu gerçek, beyinde pasif bir bölge olduğu savını çürütüyor.
Birkaç on yıl sonrasında bile, ilginç yönlere sahip olmasından dolayı bu söylence halen varlığını sürdürebiliyor. Bizi tüm potansiyelimizi kullanma sorumluğundan muaf tutuyor, “kendine-yardım” gurularından medet ummamız için sürekli bir güvensizlik hissi yaratıyor ve insanın kavrama sınırları hakkında sözde bilimsel açıklamaları sunuyor.