Bir bebekten bir katil nasıl doğar?

Bu köşede yazmaya başladığımdan bu yana dikkatinizi hep farklı bir açıya çekmeye, farklı bir yerde durmaya çalıştım. Psikolog Yeşim Akbulut, Mynet okurları için yazdı.

Psikolojik sorunlar ve hastalıklarla ilgili pek çok site vardı zaten. Söz konusu hastalık ve çareleriyle ilgili sayfalarca bilgiye kolayca ulaşmak mümkündü. Bense hastalıktan önceki durumu korumakla ilgili bakış açıları sunmaya çalıştım. Psikolojik sorunları değil, "psikoloji"yi anlatmaya özen gösterdim. Çoğunluk hoşnut kalmadı bu durumdan. Kimileri anlamadı, kimileri de yeterli bulmadı (ki bence bu da anlamamak sebebineydi!). Ne zaman "düşünmek" desem, ne zaman "yeniden sorgulamak"tan bahis açsam, kızgın tepkiler aldım çoğu okuyuculardan ve "zaten bilen"lerden! Ama direndim ve direneceğim. Yolumu her seferinde sorgulasam da aynı yolda ilerleyeceğim. Çünkü hastalıklarla ilgili yazıp çizen psikologların varlığını ve çokluğunu görüyorum. Peki ya sağlıkla, sağlıklı kalmakla ilgili yazıp çizen kaç kişi var? Üstelik yaşadıklarımız, tecavüzler, tacizler, linçler, cinnetler, mutsuzluklar... her şey bunun ne kadar önemli olduğunu kanıtlayıp dururken! Hayır Sevgili okurlar, vazgeçmeyeceğim.

Reklam
Reklam

Yeni yılda yazdığım yazının, tabiri caizse mürekkebi kurumadan bir genç daha katil oldu. Ne yazık! Yanlış anımsamıyorsam o yazımı yeniden düşünmeliyiz diye bitirmiştim. Haklıymışım değil mi? Ne acı ki canından can kopmuş bir başka kadın daha bunu, hem de olağanüstü bir güzellikte söyledi geçenlerde; Rakel "bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapamayız kardeşlerim" dedi.

Kendisine şiddet uygulayan (uyuştucu/uyarıcı bağımlılığıyla, intiharla, depresyonla, vücudunu jilet vb. şeylerle yaralayarak, blumiayla vs.) ya da başkasına şiddet uygulayan bu çocuklar bizim değiller mi?! Onları biz yetiştirmiyor muyuz?! Bizim genetik şifrelerimiz geçmedi mi onlara?! O halde bu çocukların tüm bu yaşadıklarından da biz sorumluyuz demektir. Çoğunun nasıl yetiştiğine bakalım şöyle kaba taslak:

Önce evlerinde, sonra da okullarında ve televizyon karşısında aşağılanarak yetiştiler. Yetişkinlerden duydukları hep "senden bi halt olmaz!" minvalindeydi. Evlerin içinde sürekli dertli ve cefakâr, bir şeyden anlamaz(!) analar ve asık suratlı, bezgin babalar vardı. Okullarda bıkkın, yaptığı işten nefret eden, işinin öneminin farkında olmayan, haksızlığa uğramışlığının acısını öğrencilere kusan öğretmenler... Televizyonlardaysa ya ne dediğini hiç anlamadıkları ukala dümbelekleri (ki o kanallar derhal zap'lanmalıydı!) ya da "süper hayatlar!" vardı. Gece kulüplerinde çılgın eğlenceler, sarışın yavrular, yakışıklı delikanlılar, su gibi içkiler ve ortalığa saçılan paralar. O da onların akranıydı ama O, küçük odasında ailesiyle çekirdek çitleyip çay içerek, "süper hayatlar"ı sadece seyredebiliyordu. Bir de "EFSANE"ler vardı; sürü sepet insan öldürüp de mahkemeden elini kolunu sallayıp böbürlenerek çıkan "ağır abi"ler! Şehitler vardı, gene akranları. Her Allahın günü bir kaçı, kırmızı beyaz bayrağın altında gidiyor, anaları, babaları, yavukluları ağlayıp paralanıyordu. Şu koskoca Türkiye Cumhuriyeti ve ondan daha koskoca ordusu niye bitirmiyordu bu işi. Aslında bitiriverirdi de işte yabancılar… Peki bu koskocalar yabancıları niye karıştırıyorlardı işe? O kadarını düşünemezdi; alışık değildi. Hem bu -sümme haşa- devlete laf etmek olurdu, hem de daha çok şey öğrenmek gerekirdi. Gerek yoktu, büyükleri onlardan daha iyisini bilirdi. Gerekirse Onlar da şehit olurlardı bu vatan için, o kadar. Ama mümkünse şehit olmadan önce "efsane" olsunlardı. Hem bir Başbakan çıkıp televizyonda kendi ağzıyla dememiş miydi, "Bu vatan için kurşun yiyen de atan da şereflidir" diye. Onlar da göstereceklerdi kendilerini küçümseyenlere ne kadar şerefli olduklarını. Zaten "adam" sayılmalarının hepi topu üç yolu vardı: Ya mafyacı ağabeylerin işlerini yapıp parayı vuracak(!), ya ölüp şehit olacak ya da öldürüp "efsane" olacaklardı. Hepsi birbirinden güzel değil mi!

Reklam
Reklam

Bu çocukları işte böyle yetiştirdik. "Sen ne anlarsın"larla, "dünyayı kurtarmak sana mı kaldı"larla, "düşüneceksin, okuyacaksın da ne olacak; sen önce karnını doyur da"larla kimliksizleştirdik. "Kişi" olabilme umutlarını daha tazecikken kırdık. Hayat gailesinde kendimiz boğulurken Onları da boğduk, başımızdan attık. Onlar da kendine sürü arayan yalancı çobanların ellerine düştüler. Düşmanını bile arkadan vurmayan dedelerinin kemiklerini sızlattıklarını anlatabilecek miyiz onlara? Gerçekte yakın tarihte neler olup bittiğini, onların bugünlerde bizi ne hallere getirdiğini, hoşgörüsüyle nam salmış bir toplumun nasıl birden canavarlaştığını izah edebilecek miyiz? O şımarıklıkları izlerken televizyonu kapatıp şunu sorabilecek miyiz mesela: "Ey evlat, şu anda ne hissediyorsun?" Ve devam edebilecek miyiz: "Bizim onurumuz her şeyden üstündür ve onur kaç tane leşin olduğuyla alakalı değildir. Düşünüp tartmadan, gelişmemiş bir beyin ve merhametsiz bir yürekle, bölük bölük düşman bile öldürsen, çil çil altının da olsa yine de "adam" olamazsın."

Reklam
Reklam

Bunları söylemek için ne para pul, ne okumuş yazmış olmak ve ne de kentli kasabalı olmak gerekmiyor arkadaşlar. Zaten hepimiz biliyoruz aslında değil mi?! Onlara anlatmalıyız bunları; vatanı satmanın binbir türlü yolu olduğunu, bizim batılılar gibi ayın oyun bir tarzımız olmadığını, geleneksel gururumuza ve cesaretimize yeniden kavuşmamızın yolunun cinayet işlemek, linç etmek değil, daha akıllı, yürekli ve bilgili olmaktan geçtiğini anlatmalıyız. ANLATMALIYIZ; durmadan, dinlenmeden, beklemeden ve kahvelerden internete, evlerden sokak köşelerine kadar her yerde…

Yoksa yanılıyor muyum!

yesim.akbulut@mynet.com