Mahçupyan'ın "İktidar niçin Atatürk’çü oldu?" başlığıyla (21 Kasım 2017) yayımlanan yazısı şöyle:
Siyasi akımların güce pervane olmaya teşne olduğu bir coğrafyada, Atatürkçü olmak marifet değil. Ama her bağlamda merkezin dışından gelerek yerli bir demokrasi projesini hayata geçirme potansiyeli taşıyan bir siyasi hareketin, dönüp dolaşıp Atatürkçü olması tarihsel açıdan trajik bir durum…
Öte yandan İslami duyarlılığa sahip muhafazakarların psikolojik, kültürel veya ideolojik açıdan kendilerini Atatürkçülüğe yakın hissetmeleri zor. Bu kesimde Mustafa Kemal’in artı yönü bağımsızlıkçılığı ve böylece İslam’ın bu topraklarda hüküm sürmesini mümkün kılmasıydı. Ne var ki ardından gelen otoriter ve dışlayıcı laiklik anlayışı, söz konusu artıyı tam aksi yöne çevirdi. Bu nedenle sadece İslami muhafazakarlar değil, onu çok daha çeşitlendirmesine rağmen AK Partililer de Atatürkçülüğü yadırgayacaktır. Hem kültürel baskıcılığı sindirememeleri, hem de bu ideolojinin laik kesimi ‘milleti hakimeye’ dönüştüren kayırmacı ve korumacı siyaseti pervasızca ülkeye yerleştirmesi nedeniyle.
O nedenle bugün Atatürkçü olmaya çalışan, İslami muhafazakarlar ya da AK Parti değil, iktidar... Bu da iktidarın artık siyasi açıdan AK Parti’den ve sosyolojik açıdan da İslami muhafazakarlardan farklılaştığını ima ediyor. Şaşılacak bir durum değil… Çünkü FETÖ darbe girişiminin bastırılmasının akabinde Bahçeli’nin cumhurbaşkanlığı önerisi ile başlayan süreç yeni bir koalisyon üretti. Sağ ve sol milliyetçiler Gülencilerin boşaltılan yerlerine dolarken, AK Parti de çoğulcu içyapısını terk etti ve Erdoğan etrafında tahkim oldu. Bu denklemde Erdoğan’ın temsil ettiği siyasi temsil gücü ile bürokrasinin temsil ettiği siyasi operasyonel güç birbirine muhtaç hale geldi.
***
Bu tabloya gelecek cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde elliye ulaşma zorunluluğunu eklediğimizde, şu anki koalisyonun niçin ‘organik’ bir zeminde bütünleştirilmeye çalışıldığını anlıyoruz. Her ne kadar ‘yerli ve milli’ şiarını öne çıkarsa da yerliliğin yüzde elliyi almaya yetmeyeceği açık. Çünkü iktidarın zihniyeti yerliliği çoğulculaştırmaya ve sahicileştirmeye müsait gözükmüyor. Aksine tabanı elden kaçırmama uğruna kimlikçi bir dile tıkanıp kalınırken, farklı kimliklere de arkaik bir milliyetçilik perspektifi içinden bakılıyor. Dolayısıyla iktidarın söylemindeki ‘yerli’ sadece dindarlara işaret ediyor ve buna dayanarak seçim kazanmak mümkün değil.
Nitekim zaten iktidar da yerlilikten vazgeçip ‘milliliği’ tercih etmiş durumda. Yerliliğin çoğulculuk, belirsizlik, melezlik, eşdüzeylilik gibi özellikleri fazla ‘demokrat’… Buna karşılık milliliğin teklik, merkezilik, hiyerarşi, tekdüzelik gibi yönleri, kutuplaşan bir siyasi ortamda daha elverişli. Böylece yerliliğin sahiciliğinden milliliğin suniliğine transfer olundu. Yerliliğin yönetilemezliğinden duyulan endişe, katı yönlendirmeyi mümkün kılacağı düşünülen milliliğe yaslanmayı tercih ettirdi.
***
Diğer taraftan eldeki muhafazakar tabandan kayıp verilmemesi gerekirken, Atatürkçülük söz konusu hakimiyeti riskli hale getiriyordu. Sonuçta orta yol seçildi: Atatürkçülüğe mesafeli kalındı ama Atatürk’çü olundu. Yani ideoloji değil, kişi ve ona atfedilen beka kaygısı öne çıkarıldı. Muhtemelen bu tercihin hem İslami muhafazakarları yadırgatmayacağı, hem de sağ ve sol milliyetçiler ile ortak bir zemin oluşturabileceği hesaplanıyor…
Ancak meseleye geniş açıdan bakarsak, iktidarın fazla bir seçeneğinin de olmadığını görüyoruz. Çünkü zaten bu bir koalisyon ve de o bileşim bir arada tutulmak zorunda. Ayıca ne ülke ne de siyaset bağlamında çoğulcu bir yönetim anlayışına geçmek istenilmiyor. Dahası iktidar ortaklığının devamının çatışmacı atmosfere muhtaç olduğu da açık…
Nihayette Atatürk’çülüğün pragmatik bir tercih olduğunu söyleyebiliriz. Seçenekler daraldığında pragmatizmin aslında bir çaresizlik olduğunu unutmamak kaydıyla…