Başkasının gözündeki yerimiz, "toplum içinde ayakta kalabilmek' açısından bu biçimde tarif edildiğinde son derece masum ve yaşamsal ihtiyaç gibi görünse de, ruh sağlığı açısından tehlikeli bölge ile arasında son derece şeffaf bir sınır bulunuyor. Başkalarının gözünde kim olduğumuz, nasıl algılandığımız yaşamın hedefi olursa, iş kontrolden çıkıyor.
Şöyle bir profil düşünün: Ailenize, eşinize, arkadaşlarınıza bağımlısınız. Birilerinin size "harika" demesi size müthiş bir yaşam enerjisi verirken, etrafınızdan kendinizle ilgili olumsuz bir yorum duyduğunuzda karalar bağlıyorsunuz. Bir iş yaptığınızda birilerinden "bu iyi olmuş" cümlesi duymazsanız bir yanınızı eksik hissediyorsunuz, becerilerinizden şüphe duyuyorsunuz... İşte "onay ihtiyacı" başlığı altında toplayabileceğimiz bu tip durumlar, modern insanın üzerindeki stresin en büyük kaynaklarından biri olarak değerlendiriliyor. Peki, bir insan neden sürekli onaylanma ihtiyacı duyar? Ne kadar onay beklemek normaldir, hangi durumlar kontrolden çıktığımızın göstergesidir? Kendinden şüphe eden, başkalarının “evet”ine ihtiyaç duyan yapıdaki karakteri oluşturan taşlan nerede aramalıdır? Öncelikle bu sürecin çocukluktan başladığını vurgulamak önemli. Kendi toplumumuzda, aile ve toplum tarafından, başkalarının hakkımızda ne düşüneceği üzerine kurgulanmak zorunda bırakılmış yaşamların yabancısı değiliz. Modern yaşamın en büyük stres kaynaklarından biri olarak değerlendirilen bu durum, kişinin çocukluk yıllarında anne-babadan gördüğü davranış biçimlerine temellendiriliyor. Anne-babaların çocuğun davranışlarına olan tepki biçimleri, yetişkinlik döneminde kişinin büyük özgüven eksikliğine sahip olmasına yol açabiliyor.
ANNE-BABA TEPKİLERİ
Özgüven eksikliği ne kadar büyükse, onay ihtiyacı o kadar fazlalaşıyor, yaşam sadece "etraf ne der" fikri etrafında kuruluyor... Yön Psikyatri'den Dr. Bülent Erdoğan, onay alma ihtiyacını geliştiren mekanizmayı bir örnekten yola çıkarak anlatıyor:
Yürümeye başlayan bir bebek olan yılık Leyla ile annesi yürüyüş yapmak e evden çıkarlar. Leyla yeni kazandığı yürüme becerisinin mükemmel olduğu iyle gittikçe hızlanır, kollarını denge sağlamak için bir balerin gibi kaldırır ve o sırada adeta mutluluğun fotoğrafı gibidir. Oysa yürüme konusunda henüz ustalaşmadığı hızını ayarlayamaz ve düşer.
Bu noktada birkaç farklı anne tepkisi hayal edelim: Annesi;
DÖRT SEÇENEĞE, DÖRT TEPKİ
Onay alma ihtiyacı yukarıdaki senaryolardan hangisi tekrarlanıyorsa ona göre gelişir; yani bu ihtiyaç da yetişkinin çoğu huyu, davranışı gibi, onu çocuklukta yetiştirenin, yani anne-babanın tutumuyla ilgidir. Bebeğin kendini oluşturabilmesi için özellikle annenin ve bir ire sonra babanın tepkilerine, bakışına, dokunuşuna, ses tonuna, mesafesine ihtiyacı vardır; anne-baba, bebek için fevkalade önemli irer aynadır.
Son seçenek olan dördüncüde ise şöyle bir durum söz konusu olur; çocukluğumuz yaptığımız her "hata" için cezalandırılarak geçti ise daha ağır bir fatura öderiz. Tümden içe kapanık, korkak olmak da var, zapt edilemez bir öfke ile kriminal olmak da.
HİÇLİĞE DÜŞMEK...
İlk senaryo dışında yetişen çocuklar en ufak bir onaysızlıkta neredeyse bir hiçliğe düşerler; bu hiçlik çoğu kez depresyonun çekirdeğini oluşturur. Kara deliğe benzer bu hiçlik hissi sonucunda; ölçüsüz alışveriş, rasgele seks, alkol, madde kullanımı, oburluk, yine ölçüsüz bir dış görünüş tutkusu, bu kara deliğin acısına tahammül etmek için farkına varmadan seçilen başa çıkma, avunma yöntemleridir. Hangisinin seçildiği ise yakın çevre, popüler kültürün sunduğu modeller, medya figürleri, akran gruplarının normları gibi unsurlara bağlıdır. Özetlersek; anne-babalık insanların hayatta soyunabilecekleri en yüklü rol, verebilecekleri en mühim karar. Bu rolü oynarken koşulsuz bir evlat sevgisi ve sağduyu en temel sermaye. Bu mekanizmanın oluşması, yani yetişkinlik yaşamında onay ihtiyacı, sonradan öğrenilen bir davranış olduğu için bu işleyişi değiştirmek mümkün. Karakterimizin bir parçası sandığımız birçok davranışımız gibi "onaylanma ihtiyacı" da yaşam sürecinde akıl haritamıza yazılmış bir kod. Uzmanlar, onay almanın elzem bir ihtiyaç olduğunu düşünmenin, bu durumun bir eksiklik olduğunu kavramanın ve psikoterapi gibi bilimsel yöntemlerden faydalanmanın altını çiziyor.