Kuzey Finlandiya yolculuğu için çantamı hazırlarken “neden sürekli soğuk ülkelere gidiyorsun sen” diye sormuştu arkadaşım; “bu soğukta gidecek başka yer bulamadın mı?”
Sorusuna gülerek cevap vermiş ama bu konuyu düşünmekten de kendimi alamamıştım. Doktora konusu olarak kuzeyde yaşayan bir toplumu seçtiğim için sık sık bu tip coğrafyalara yolculuk etmek durumunda kalıyordum ama sahiden; neden hep kuzey?
“Soğuğu çok mu seviyorum” diye sordum kendime. Aslında pek de öyle bir tercihim olduğu söylenemez. Peki neden uzun aylarımı eksi 40 derecelere varan soğuk iklimlerde geçiriyordum ve arkadaşımın dediği gibi başka yer mi yoktu?
Tüm bu sorular kafamın içinde dolanıp dururken ben Kuzey Kutup Dairesi’nin yaklaşık 200 kilometre kuzeyine kurulmuş, yılbaşı kartpostallarını andıran o küçük Ivalo şehrine vardım. Henüz aradığım o cevabı kısa yolculuğumun sonunda bulacağımdan habersizdim. Havalimanına inip bizi otelimize götüren otobüse bindiğimde coğrafya tanıdık, hep alışkın olduğum kuzey ormanlarından, yani taygadan oluşuyordu. Etrafımız alabildiğine karla kaplı ormanlarla çevriliydi. Her iki ya da üç kilometrede bir, ormanın kıyısında sanki onun parçasıymış gibi göze batmadan sessizce dikilen ahşap evlerin sarı ışıkları içimi çoktan ısıtmıştı bile. Karanlıkta ilerlediğimiz yol da tamamen karla örtülüydü ancak yollara alışkın şoförümüz otobanda sürüyormuşçasına son hızla, emin ilerliyordu. Yolla orman çizgisinin keskin ayrımı olmadığı için oldukça bakir bir coğrafyada ilerlediğimiz hissini sadece arada sırada karşımıza çıkan tabelalar bozuyordu: “Dikkat geyik çıkabilir!”
Finlandiya yaklaşık 350 bin kilometre kareye yayılan yüzölçümü ve bunun üzerinde yaşayan 5 milyon nüfusuyla gerçekten de geyik çıkma ihtimali insan çıkma ihtimalinden yüksek bir ülkeydi diyebilirim. Nüfus çoğunluğunun güney bölgelerde olduğunu da hesaba katarsak burası iyice ıssız sayılabilirdi.
Otelde fazla oyalanmadan kendimi dışarı attım. Ağaçların üzerinde birikmiş karlar, her dalı ayrı şekillere dönüştürmüştü. Orman, içindeki ağaçların hepsi farklı sanatçılar tarafından yapılmış eserlerle dolu bir müze gibiydi âdeta ve yürüdükçe hep daha ilerisini merak ediyordum. Dışarıdan bakınca sıradan ve benzer gibi gözüken bu bitki örtüsü insanı içine bir kez çekince büyülüyordu. Ancak gecenin soğuğunu iyice parmaklarımda hissetmeye başlayınca geri dönmenin iyi fikir olabileceği aklıma geldi. Otelin bulunduğu Saariselka bir kayak merkezi olduğu için etrafta pek yerleşim yoktu. Tam içeri girecektim ki karşıdaki küçük ahşap bina dikkatimi çekti; tabelasında “lokal bar” yazıyordu. Karanlıkta küçük evin loş cazibesine dayanamadım ve en azından pencereden içeri bakmak için yürüdüm. Rüzgâr artmıştı ve soğuk iyiden iyiye can yakmaya başlamıştı. Kapıda sigara içen iki kişi beni görür görmez hemen laf attı:
“Bu saatte elinde fotoğraf makinesi ne yapıyorsun?”
Biraz sohbet edip nereden geldiğimi ve ülkelerine daha yeni vardığımı öğrenince hemen beni içeri davet ettiler. Finlandiya’nın başka bir yerinden gelmiş on kişilik bir öğretmen grubuymuş yeni arkadaşlarım. Soğuk havadan kurtulduğuma sevinip kendimi içeriye attığımda yanan şöminenin ısısı yüzüme çarptı. Masaya gidip tanıtıldığım zaman insanların sıcaklığı buna eklenecekti.
İçerisi bu ıssız bölgeye göre kalabalık denebilecek kadar çok insanla doluydu, akustik gitarla mızıkanın birleşimi canlı müzik yapan üç kişilik grup içimi kıpır kıpır yapmıştı. Nedense soğuk olduklarını varsaydığımız Finli arkadaşlarım insanı önyargılarından utandıracak derecede cana yakındı. Gece boyunca biri bana kar motoruna nasıl bineceğimi tarif ederken bölgedeki rengeyiği çobanları Samiler'den olduğunu öğrendiğim diğeri, Sami dilini anlatıyordu; bir diğeri her yaz gittiği göl kenarındaki kulübesinden bahsediyordu. Kasabaları bile iyice küçükken hemen herkesin orman ya da göl kenarında kendine ait bir kulübesinin bulunması ve tatillerinde oraya gittiğini söylemesi beni şaşırttı. Bana göre kasabalardaki evler bile orman içinde kulübeler gibiydi ama onlar, anlaşılan öyle düşünmüyordu.
“Her sene kulübeme gitmezsem kesinlikle kafamı boşaltamıyorum” dedi Anika. “Orman içinde tek başına ya da arkadaşlarınla olmak çok ayrı bir his.”
Finli dostlarımdan öğrendiklerimle yanlarından ayrıldıktan sonra ertesi gün birlikte olduğum grupla uzaya çıkacakmışız gibi hissettiren kalın kıyafetlerimizi giyip Urho Kekkonen Milli Parkı’nda bir haski köpeği çiftliğine uğradık. Haskiler kızakla yük veya insanı çeken bir ulaşım aracı olarak uzun yıllar kullanılmış ancak son yıllarda daha çok orman içi safariler ve uzun mesafe yarışları için yetiştiriliyor.
Köpeklerle ilk karşılaştığımda hayal ettiğim o uzun tüylü haskilerden görememenin şaşkınlığını yaşadım gelgelelim kısa sürede bu ufak cüsseli hayvanların ne kadar güçlü olduğuna şahit oldum. Kısa bir talimatla haski kızaklarını nasıl kullanacağımı öğreten rehberim tedirginliğime pek kulak asmamıştı. “Yola çıkınca öğrenirsin zaten hiç kaygılanma” diyerek beni köpeklerle tanıştırmıştı. Bir kızağa iki kişi oturacaktık, biri ayakta kızağı kullanacak, diğeri içinde oturacaktı. Aslında sistem oldukça basitti; durmak istediğinde ortadaki frenin üstüne bas, onun dışında kendini bırak ve köpeklere güven!
Orman içindeki patikada köpeklerin çektiği kızakta ilerlemek muhteşem bir histi, hayatta kalması böylesine zor bir coğrafyada insan hayvan işbirliğinin güzel bir örneğiydi belki de. Öğlen, ormandaki kulübemize varıp sıcak çorbalarımızı içerken gün boyu beni tedirgin eden soruyu rehberime sordum: “Köpeklere acaba kızağı çektirerek işkence mi yapıyoruz?”
Çocukluğundan beri köpek yetiştiren Matti’ye göre “köpekler istemedikleri zaman zaten kızağı çekmez. Dikkat ettiysen kızak giderken değil durduğu zaman havlamaya başlıyorlar. Onlar için sabit durmak kızak çekmekten çok daha sıkıcı.”
Uzun süreçlerden geçerek eğitilen ve sadece kış ayları çalışıp yazın dinlenen köpeklerin gerçekten de bu işten şikâyetçi olmadığını umarak otobüse bindik.
Bir sonraki gün durağımız bölgenin yerel halkı Samiler'den bir aileye ait Riekkovaara rengeyiği çiftliğiydi. İsveç, Norveç, Finlandiya’nın kuzeyinde (Laponya’da) ve Rusya’nın Kola Yarımadası’nda yaşayan Samiler, geçmişten beri bu bölgede yer edinmiş yerel bir halk. Balıkçılıktan avcılığa değişik geçim yolları olsa da bir kısmı rengeyiği yetiştiriyor ve en çok bu şekilde biliniyorlar. Önceleri tamamen göçer bir hayat içinde rengeyiklerini takip eden Samiler, 17. yüzyıldan itibaren İskandinav halkların baskısıyla yavaş yavaş kültürlerinden koparılıyor ve bugün sadece yarı göçebe şekilde daha çok kulübelerde yaşayıp, kar motorlarıyla kimi dönem rengeyiklerini takip ediyorlar. Sami kültüründe rengeyikleri et ihtiyacını karşılıyor, derisi kıyafet ve çadır kumaşı olarak kullanılıyor ve kalan eti satıyorlar. Söylenene göre Finlandiya’da yaklaşık 200 bin rengeyiği bulunuyor.
Ziyaret ettiğimiz çiftlikteki Livli şunları anlattı: “Eskiden halkımız geleneksel çadırlarda yaşayarak göç ediyordu. Şimdilerdeyse yerleşik hayata geçmiş olsak bile rengeyikleri bizim için hâlâ hayati önem taşıyor ve eski yaşam tarzımızı adapte etmiş bir şekilde sürdürüyoruz.”
Çiftlikteki kısa ziyaretimizde rengeyiklerinin mevsimsel hareketleri hakkında bilgi edindim. Bugün içinde yaşadıkları ülkelerin yasalarına uymak zorunda kalan Samiler, rengeyiklerini yetiştirirken de bir dizi kuralı izlemek zorunda; bunlardan biri de yabandan yakaladıkları rengeyiklerinin belli sayıları aşmaması. Gün bitimine yaklaştığımda kısa bir rengeyiği kızağı gezisinin ardından ayrılma vakti geldi.