Hasta kızı için ekranlara veda eden ünlü tarih profesörünün örnek mücadelesi

Bilim adamı kimliğinin yanı sıra yaptığı televizyon programlarıyla bir dönem adından sıkça söz ettiren Prof.Dr....

Bilim adamı kimliğinin yanı sıra yaptığı televizyon programlarıyla bir dönem adından sıkça söz ettiren Prof.Dr. Mim Kemal Öke’nin yaklaşık 20 yıl süren sessizliğinin ardında filmlere konu olabilecek bir hayat hikâyesi yatıyor. Down sendromlu kızı Nazlı’nın eğitimi için yaklaşık 20 yıldır eve kapanan ünlü tarih profesörü Öke’nin, down sendromuyla ilgili kendini geliştirdiği ve takma bir isimle “47. Kromozom” isimli bir kitap yazdığı ortaya çıktı. Gazeteci Fatih Vural’ın Aksiyon dergisi için yaptığı röportajda çarpıcı hayat hikâyesini içtenlikle anlatan Öke, “Nazlı'yla birlikte başka bir noktaya geldim ben. İnsanı, evreni farklı bir gözle görmeye başladım. Her zaman ben Nazlı'yı eğitirim sanılır; ama o beni eğitiyor.” diyor. Gazeteci Vural’ın kaleme aldığı röportaj şöyle:
“O nun için söylenebilecek çok şey var… Başarılı bir ‘siyaset' ve ‘uygarlık tarihi' profesörü… Sempatik ve güler yüzlü bir televizyon adamı… İyi bir köşe yazarı… Ve dahası… Ama onunla ilgili belki de en anlamlı ifadeyi, Aktüel dergisindeki yazısıyla Alper Görmüş söylemişti: Babalık mesleğinin profesörü... 20 yaşındaki down sendromlu kızı Nazlı için bir Kızılderili'yi canlandırdığı gösterinin fotoğrafı gazetelere yansıyınca, Görmüş de onun portresi için bir arkeolojiye girişmişti. Öke de konuşmasına başlarken, bu yazıdan çıkıyor yola: “O yazı, hayatımda aldığım en büyük ödüldür. O yazıyı çerçevelettim, saklıyorum. Ama ben kimseye babalığımın teşhirini yapmadım. Bunu zaten yapmam gerekiyordu.”
Mim Kemal Öke, hayata idealleriyle sarılan bir insandır. Kendisiyle aynı ismi taşıyan dedesi, Atatürk'ün doktorudur. Dedesi gibi kendi idealleri peşinde yürümeyi tercih eder. Büyük bir adam, hatta cumhurbaşkanı olacaktır! 1955 doğumlu Öke, 24 yaşına vardığında Birleşmiş Milletler'de danışmanlık yaparken, 29'una vardığında Boğaziçi Üniversitesi'nde doçentliğini alır. 35'inde ise akademik unvanını profesörlüğe taşıyarak Türkiye'nin en genç profesörleri arasına girer. Tam da akademisyenliğinin zirvesinde, oğlu Alihan 4 yaşındayken (1985'te) yaşar hayatındaki ilk kırılmayı: “Evin içerisinde oynuyoruz, itişe kakışa… O ana kadar da çocuğunun kıymetini bilen bir baba değildim. Devamlı araştırma yapmaktaydım. Devamlı bir yerlerdeydim. Beş görevim vardı. Bir gün Ali Han'la oynarken, kıpkırmızı kesildi. Annesi homurdanarak üzerime geldi. ‘Çek ellerini hasta oğlumun üzerinden' dedi. Çok şaşırdım, ‘Ne hastası ya?' dedim. Meğer Alihan'ın aort damarlarında bir tıkanıklık söz konusuymuş. Annem ve babam, bu durumdan etkilenirim diye bir şey söylememiş. O anda, eşim ağzından kaçırdı. Baktık ki Türkiye'de çok riskli bir ameliyat. 24'te bir şansı var. Yurtdışında ‘şakır şakır' yapılıyor. E, paramız yok! Birdenbire kafama bir şey indi: ‘Sen, ‘Bu çocuk, benim diyorsun' da, senin değil. Sana emanet. Aklını başına topla. Senin yaptığın araştırmalar da, ülkene verdiğin destek de bir anda yok olabilir. Ama senin evladın senin için çok önemli.' İşte ben, Alihan'ın o rahatsızlığını öğrendikten sonra baba olduğumun farkına vardım.” Öyle ki bununla kalmaz… En değerli eşyasını, kütüphanesini satar, Alihan'ın tedavi masraflarını karşılayabilmek için. Borçlanır…
1991'de, özel televizyonların hayatımıza girmesiyle, yarışma programları da evlerimize konuk oldu. ‘Haydi Bastır', onlardan biriydi. Programı Mim Kemal Öke isminde, bugünkü görüntüsüyle uzaktan yakından alakası olmayan (daha sonra saç protezi yaptırdı, gözlükleri attı) genç bir profesör sunuyordu. Heyecanlı ve samimi sunumuyla, yarışmacıları gençlerden oluşan bu programı daha ilgi çekici kılıyordu. Yıllar sonra bir röportajından anlaşılacaktı ki Öke, bu yarışma programı için kendisine gelen teklifi, o yıl doğan down sendromlu Nazlı'nın tedavi masraflarını karşılayabilmek için kabul etmişti: “Bütün televizyon programlarını para için yaptım. Gazete yazarlığını da öyle! Açıkça söylüyorum, hiç sevmedim, yaparken de! Benim öncelik verdiğim hocalıktı; ama diğerlerini parayla yaptım.”
Alihan'ın doğumunda babalığının farkına varan Mim Kemal Öke ve ailesi, 1991'de, Nazlı'nın doğumuyla, yeni bir hayata da adım atacaktır. Ancak bu başlangıç, özellikle baba Öke için epey sancılıdır: “Nazlı doğduğunda çok bocaladım. Erken bir doğumla dünyaya geldi. Down sendromlu olduğunu ‘dank' diye söylediler. Korkunçtu. Alihan'la yaşadıklarımıza rağmen, bu durumu kabullenemedim. İlk doğduğunda, hemşirelere ‘Nazlı'yı annesine göstermeyin' dedim. Hakikaten de iki gün göstermediler. Doktor bunu bana söyledikten sonra, ben zaten orada yoktum ki! Ben ki içki içmeyen adamım, beni Nişantaşı'nın köşelerinde viski şişeleriyle bulmuşlar ya! (Gözleri doluyor) Orada şöyle düşünüyorsunuz: Bir şekilde otopark hizmeti veren bir yere paslayabilirim! Veyahut da ümit ederim, yaşamaz! Veyahut da bir baba olarak yeni bir hayata, evliliğe adım atarım, yeni bir çocuğum olur. Ben buraya kadar gelmedim.”
Ta o noktada anne, Neval Hanım giriyor söze: “O noktaya gelmene izin vermezdim! Ben, Nazlı'yı doğumdan iki gün sonra gördüm. İnanılmaz hoş ve güzel bir bebekti.” Annesi bu durumu çok da garipsemez; zira ona bakmayı bir yükümlülük olarak görmez. İstanbul'un bir özel hastanesinde, doktorun söylediği şu sözler ise baba Mim Kemal Öke'nin zihnine yerleşir: “Doktor bağışıklık sisteminin zayıf olduğunu söyleyerek ‘Camı açık bırakın, hallolur (ölür, F.V.)' dedi. ‘Sapır sapır dökülecek' dedi.”
Öke, Nazlı'nın bir down sendromlu olarak doğmasının, kendilerine verilen bir ceza olduğunu düşünür başta. Bu durum, bir süre devam eder. Ta ki bir cuma namazına kadar: “Tanrıya küsmüştüm. O küslüğüm nedeniyle, eşimin zorlamasıyla cumaya gittim. Bu küslük nedeniyle en arkaya oturdum. Bir anda hayale daldım. Bir uçurumun ucunda duruyordum. Karşı tarafa geçmem gerekiyordu. Fırtınalı bir havaydı. Karşıya geçmek için yan duran, keskin bir bıçağın üstünden geçmem gerekiyordu. Hep, sarışın ve mavi gözlü bir kız çocuğum olsun isterdim. Ona büyüyünce İskoç etek giydireyim, saçlarını iki yandan at kuyruğu yapayım isterdim. O kız karşımdaydı. ‘Baba, tut elimi, ben seni karşıya geçireceğim' dedi. Elini uzattı ve çekti. Birden kendime geldim.” Namaz biter bitmez, koşarak eve gider ve Nazlı'ya sarılarak ağlamaya başlar. O gün, Nazlı'nın babası olduğunu, gerçekten anlar! Bu, idealist adamın hayatı için de bir dönüm noktasıdır: “O anda ‘Bundan sonra bütün hayatımı Nazlı'ya adıyorum' dedim. Eşim zaten o noktadaydı. Ondan sonra yurtdışına gittik.”
Nazlı'nın tetkikleri için İngiltere'de bir süre kalan Öke çifti, daha sonra soluğu ABD'de alır. Orada, Nazlı için ‘erken eğitim programları'nı alırlar. Ancak özel eğitim, Türkiye'de yeni palazlanmaya başlamıştır ki Nazlı'nın fizyoterapi alacağını dahi yurtdışında öğrenirler. Üstelik, Türkiye'deki doktorlar, eğitim zamanının da geleceğini söylemesine rağmen, o zaman hiç gelmez! 16 ay fizyoterapi eğitimi alır, Nazlı. Bu sırada Öke ailesi de yurtdışından getirdiği eğitim programlarını uygulayabilecek özel eğitim merkezleri arar. Ancak hiç kolay olmaz! Bulduklarında, bu programdan, kendileriyle aynı kaderi paylaşan ailelerin de yararlanmalarını isterler. Böylece etraflarında bir hale genişler. Mim Kemal Öke, başka çocuklar için de çevresini devreye sokar. Ancak iş, çocukların ailelerine geldiğinde, bilinçlendirme noktasında epey zorlanırlar: “Adama diyorum ki ‘Senin çocuğunun şuna ihtiyacı var' Neval diyor ki ‘Bunu sen yapacaksın, sen çocuğunla vakit geçireceksin.' İlacın fiyatı 100 TL mi? Ben bunun 80'ini karşılıyordum. Bazıları için de sevdiklerimi, dostlarımı haraca çekiyordum: ‘Fatih, bak bir aile var. Parayı direkt onlara ver.' Çocuğun babasına, ‘20'yi de sen vereceksin' diyorsun. Ama bazıları, sigarasından, gezmesinden bile kesip onu vermiyordu!” Mim Kemal Öke, down sendromuyla ilgili kendisini o kadar geliştirmiştir ki dedesinin ismini mahlas olarak kullanır ve Prof. Dr. Bülent Üstündağ ismiyle ‘47. Kromozom' isimli kitabı yazar. Kapakta ise kızı Nazlı'nın çok sevimli bir fotoğrafı vardır.
Öke ailesi, İngiltere'de kendilerine yapılan tavsiyeye uyarak kızlarının eğitimine oldukça erken bir dönemde başlar: “Kartlarla programlar gösterdiler. Önce aile kartlarıyla, ailesini tanıtacaksınız. Sonra, evin içindeki bütün eşyaların kartlarını hazırladık. Kartonlar kesiyorduk, gazetelerden resimler yapıştırıp altına ismini yazıyorduk. Genetikçiler o zaman ‘Aaa okuyacak mı?' diye tepki gösterirdi. Ama okudu! Aylarca, yıllarca o kartlarla çalıştık. Bir dönem geldi, resimler kalktı. Sadece yazılar kaldı. Üç kartı da yan yana getirdiğinde, ‘anne', ‘elma' ve ‘ver' kartı hazırladık: Anne elma ver. ‘Anne'yi kaldırdık, ‘baba'yı koyduk: Baba elma ver. ‘Ver'i kaldırdık, ‘al'ı koyduk… Üç buçuk yaşında televizyona çıktı ve öğretmeni 65 tane fiş okuttu ona. Nazlı 22 aydan 4 yaşına kadar öğretmeni Ayşegül Hanım'la konuşma terapisine devam etti. Ondan sonra yuva öğretmeni, Allah razı olsun, okul okumasına başladı. O, hece okuması yaptı. O ara yazı çalışmalarına başladı. İlkokula başladığında, hem okuyor hem yazıyordu.”

Reklam
Reklam

Kaynaştırma eğitimiyle ilkokula başlayan Nazlı, bir süre sonra sınıf arkadaşlarının davranışlarından ve bakışlarından rahatsızlık duymaya başlar: “Oradaki rehber öğretmenimiz, 8 sene kendi çocuğu gibi ilgilendi Nazlı'yla. Ama orada bir şekilde başlayan dışlanmışlık, yollarda, vesaire yerlerde sürdü. Nazlı kendisine dikkatlice bakan insanları gördükten sonra, ‘Eee niye bakıyorsun, çakarım ha!' diyordu. Sonra küfretmeye başladı. Sonra da hiç tepki vermemeye başladı. Tam ortaokul dönemiydi. Ben de baba olarak, bakanlara kendimce tepkiler veriyordum. Benim de sinirlerim bozuluyordu. Benim kızım, belli bir seviyeye ulaşmış bir kız. Hele onun duygusallığına, altıncı hissine vâkıf olmamız mümkün değil.”
Nazlı, majör depresyona girmiştir. Psikiyatrın verdiği ilaçlar da ülser yapar, halüsinasyonlar görmesine neden olur. Bunlara rağmen, sosyalleşme eğilimini gören ailesi, onu rehabilitasyon merkezine götürür. Burası, Mim Kemal Öke'nin hayatında da yeni bir dönemeç anlamına gelecektir: “Yaşar Bey diye biri geldi. Bir iş adamı… Çocukları topladı, ritm vurdurmaya başladı. Hayran oldum ben. Tanıştık, görüştük. İş adamı olmasına rağmen, haftanın iki günü, bu çocukları eğitmek için uğraşıyor. Engelli bir çocuğu da yok. Yaşar Bey, bir gün çocuklara bir Afrika parçası gösteriyor. Tatatata tatata …” Tam bu esnada, babasının sözünü ‘Hayvan' diyerek, kesiyor Nazlı. Ve gülerek devam ediyor Öke: “Evet, vahşi hayvanla bir mücadelesi, bir Afrikalının. ‘Ya hocam! Bu çok güzel de, bunu bir de görselleştirsek. O dansı, birisi çıksa gösterse' dedim. ‘Kim yapacak' diye sordu. ‘Ben yaparım' dedim.”
İnternetten araştıran, Afrika dansları dersleri alan, yurtdışından getirttiği DVD'leri izleyen Mim Kemal Öke, Afrika dansı hocası olur çıkar! Yaptığı ilk gösterinin çok beğenilmesi üzerine, çocukların ‘Biz de istiyoruz' demeleri de eklenince, haftada iki gün dans dersi vermeye başlar. Dersleri iki sene boyunca devam ettirir: “Elbiseleri de kendimiz imal ettik. Kızılderili danslarına da kaydık. Tam o sırada basına yakalandık!”
Bu fotoğraftan çok etkilenen Alper Görmüş'ün Aktüel'deki yazısının ardından, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay arar Öke'yi: “Ya hocam, seni yıllardır severdim. Ama şimdi gözüme daha da girdin. Bu yiğit adamı kucaklamak istiyorum.” Sadece o da değil, öğrencileri ona aşk mektupları yollar. Üstelik de karşılığının olamayacağını bilerek!
Öke ailesi, Nazlı'nın eğitimi için kendilerini adayarak onu iyi bir yere getirir. Kızları İngilizce ve Türkçe eğitim veren bir okuldan ‘bileğinin hakkıyla' mezun olur. Ancak ergenlik süreci ve toplumsal bakış açısının farkına varmasının ardından, Nazlı odasına kapanır. İki sene konuşmaz: “Anlatamam size… Ben pijamaları parçaladım, ‘Yapma kızım' diye. İğneyle kuyu kazarak yetiştirdiğiniz kızınız, gerilemeye başlıyor. İngilizce bilen, konuşan, insanlarla kaynaştırma düzeyine getirdiğiniz çocuğunuzu kaybediyorsunuz. Bir yarda duruyorsunuz, devamlı aşağıya kayıyorsunuz. Elleriniz parçalanıyor.”
İşler kötüye giderken, bir tanıdıklarının önerisiyle, ‘ritim terapisi'ne eğilir aile. Ünlü sinema oyuncusu Muzaffer Tema'nın oğlu ve Erkin Koray'ın davulcusu Alper Tema'dan ritim dersi almaya başlarlar. Zira Mim Kemal Öke de öğrenciliğini devam ettirir: “2004'te yurtdışında ‘medikal etno-müzikoloji' diye bir dal belirmeye başladı. Hem terapik özellikleri, hem ruhsal depresyonları giderici özelliklerin yanında, fizyolojik birtakım sonuçları da beraberinde getirdiğini öğrendik. Ritim terapinin esasında şu var: Bir kere iki el kullanıyorsunuz. Hepimiz tek el kullanırız. Çocukların zihinsel gelişimi açısından emekleme çok önemlidir. Hem sağ eli hem sol eli, hem sağ bacağı hem sol bacağı kullanır. Bu etkileşimde beynini sağ ve sol lobu arasındaki gidiş gelişler, bir süre sonra beynin içerisinde elektriklenmeye sebep verir. Travma geçirmiş, çocuk felci geçirmiş, beyninde tahribat oluşan çocuklara ritm terapi iyi geliyor. Çünkü sağ ve sol elinizi aynı anda kullanarak, aynı sesi çıkarmak mecburiyetindesiniz.”
Mim Kemal Öke ve Nazlı, baba ve kız olarak, Hayrünnisa Gül'ün öncülük ettiği ‘Eğitim Engelleri Aşar' kampanyası doğrultusunda şimdilerde Anadolu'da konferanslar veriyor. Baba-kız, konferanslarında, davullarıyla ritim performans sergilemeyi de ihmal etmiyor! Ataşehir'deki evlerinde bizim için de davulun başına geçiyorlar. Önce vuruşlar çıkageliyor, ardından ritimler… Nazlı'nın uyumu gerçekten çok iyi… Afrika ritimleri, Santana eşliğinde Latin ritimleri derken; kudümler alınıyor ele ve önce sema, ardından da ‘tekke usulü velveli sofyan' geçiliyor… Nazlı'nın sadece bir ritim ustası olduğunu düşünmeyin! Babasıyla neredeyse her gece fasıl geçiyor. Mert Nar hocadan bendir ve tasavvuf musikisi dersleri alıyorlar. Baba Öke, “Ruhsal âlemde âdemin ritmi, âlemin ritmi ve Allah’ın ritmi birbirini tutmalı. Organik dünya görüşüdür, bu. Bunu da en iyi sağlayan ritimdir, semadır ve semahdır.” diyerek vurguluyor, musikinin önemini… Ve ellerinde notalar, önce Şol Cennetin Irmakları'nı, sonra da Taleal Bedru ve Allah Allah Hû Allah ilahilerini okuyor, Nazlı… Disiplinli bir eğitmen olan babası, İngilizceyi unutmasın diye de her gün İngilizce okumalar yapıyor, onunla. Yüzmeye gidiyor, ders çıkışlarında Bağdat Caddesi'nde kahve içiyor kızıyla… Haftada iki gün İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde ders veren babasının yokluğunda, Nazlı'nın yataktan dahi çıkmak istemediğini söylüyor annesi…
Onların ilişkisi, alışık olduğumuz bir baba-kız ilişkisinden öte! “Onun bana bir bakışı var. Her şeyi anlıyorum. O kadar yekvücut olduk ki bağırsağının dönüşünü bilirim! Hakikaten ‘kanka' olduk!” diyor Öke ve ekliyor: “Yani Nazlı size ne verdi derseniz? Aşk. Aşk imiş, her ne varsa âlemde. Hizmet ehli oldum, her şeyi makbul görmeye başladım. Nazlı'yla birlikte başka bir noktaya geldim ben. İnsanı, evreni farklı bir gözle görmeye başladım. İnsanları çok ilgilendiren konular, beni çok da ilgilendirmiyor artık. Her zaman ben Nazlı'yı eğitirim sanılır; ama o beni eğitiyor.

Reklam
Reklam

Anadolu Ajansı ve İHA tarafından yayınlanan yurt haberleri Mynet.com editörlerinin hiçbir müdahalesi olmadan, sözkonusu ajansların yayınladığı şekliyle mynet sayfalarında yer almaktadır. Yazım hatası, hatalı bilgi ve örtülü reklam yer alan haberlerin hukuki muhatabı, haberi servis eden ajanslardır. Haberle ilgili şikayetleriniz için bize ulaşabilirsiniz