Herkesin Ortak Günahı; Çikolata

Ben İngilizcede “tatlı diş sahibi” dedikleri türden bir insanım; en sevdiğim lezzet, tatlılar. Tatlılar arasındaki gözdem ise, büyük-küçük, yaşlı-genç, kadın-erkek, zengin-fakir herkesin sevdiği bir madde; çikolata.

Oldum olası, mönülerin önce “tatlılar” bölümüne bakıp ne yiyeceğime seçtiğim tatlıya yer kalacak şekilde karar vermek gibi tuhaf bir huyum vardır. Nedeni belli, tabii ki. Ben İngilizcede “tatlı diş sahibi” dedikleri türden bir insanım; en sevdiğim lezzet, tatlılar. Tatlılar arasındaki gözdem ise, büyük-küçük, yaşlı-genç, kadın-erkek, zengin-fakir herkesin sevdiği bir madde; çikolata.

Kakaodan yapılan çikolatanın anavatanı Güney Amerika. Kakao gerçi her şeyden önce çikolatanın ham maddesi ama başka pek çok marifeti de var. Bir kere çikolata haline gelmeden de tüketilebilir; örneğin sıcak içeceği yapılır ya da bazı tatlıların üzerine serpilir. Sonra çok değerli olduğundan, çekirdeğinin, Aztekler zamanında para ve vergi niyetine kullanılmışlığı bile vardır. Örneğin, sömürgeci İspanyolların kıtayı anlatan yazılarından öğrendiğimize göre, onlar buraya ulaştıkları dönemde, yüz adet kakao çekirdeğiyle bir köleyi, on adet çekirdekle bir fahişenin hizmetini ve dört adet çekirdekle bir tavşanı satın almak mümkünmüş! Ama tabii ki, kakaonun esas görevi, çikolataya dönüşmektir ve para olarak kullanımındaki değer de zaten bu özelliğinden kaynaklanır!

Reklam
Reklam

Kakao aslında, yaklaşık 5-6 metre boyunda bir ağaç. Günümüzde, Orta ve Güney Amerika dışında, Batı Hint Adaları ve Afrika’da yetiştiriliyor. Bu ağacın yaşken kırmızı renkte olan meyvelerinin çekirdekleri, koyu kahverengi, çok yağlı ve aslında lezzeti acı çekirdekler. Kurutulup öğütüldükten sonra, bildiğimiz kakaoya dönüşüyorlar. Tıpkı kahve gibi! Kakao ağacına, yaşayan tüm canlıları sınıflandırmak için bir sistem kurmuş olan İsveçli botanik uzmanı Linnaeus tarafından verilen isim, theobroma cacao. Theobroma, Yunancadan alınmış bir kelime ve “Tanrıların içeceği” anlamına geliyor.


Çikolatanın geçmişine kısa bir gezi...

Günümüzden 3000 yıl kadar önce, Orta Amerika kıstağında, Meksika Körfezi’ndeki Veracruz’un güneyinde yer alan tropik ormanlarda Olmek topluluğu yaşıyordu. Olmek dili, bugünkü dilbilimciler tarafından çözülmüş bir dil ve içerisinde kakao kelimesinin geçtiği biliniyor. Bu nedenle, kakao ağacını ilk yetiştirenlerin, genel olarak kabul edildiği gibi Aztekler veya Mayalar değil, onlardan çok daha önce yaşamış olan Olmekler olduğu, yani ağacın aslında zannedilenden daha yaşlı olduğu tahmin ediliyor. Yöredeki nemli ve sıcak iklim ve sık ormanların diğer ağaçlarının oluşturduğu gölge, kakao ağacının yetişmesi için çok uygun bir ortam yaratıyor. Bunun için, hangi milletin uygarlık dönemine rastlamış olursa olsun, ağacın ilk olarak, Orta ve Güney Amerika’da yetiştiğine kesin gözüyle bakılıyor.

Reklam
Reklam

Olmeklerin ardından, yörede Maya uygarlığı kuruluyor. Mayaların, kakao ağacı için kullandıkları kelime, Maya dilinde, zaten “ağaç” anlamına geliyor. Yani, öyle anlaşılıyor ki, Mayalara kalsa, ağaç deyince akla gelen zaten yalnızca kakao, diğer ağaçların, onun yanında hiçbir önemi yok. Tahmin edileceği gibi, Mayalar, kakao ağacının meyvelerini, sahip oldukları en değerli madde olarak, tanrılarına da sunuyorlar. Son derece gelişmiş bir uygarlık kuruyor Mayalar ve MS 900 yılında esrarengiz bir biçimde ortadan yok oluncaya kadar, yaşadıkları bölgede olağanüstü mimari eserler yaratıyorlar. Taştan yapılmış bu saray ve tapınakların üzerlerindeki figürler arasında, bereket sembolü olarak hep kakao ağacının meyvesi yer alıyor. Bugünkü Guatemala yakınlarında yapılan kazılardan çıkan bazı çanakların çikolata içmek için kullanıldığı biliniyor çünkü üzerinde Maya dilinde çikolata anlamına gelen bir sembolü de taşıyan bir tanesinin içerisinde çikolata kalıntılarına rastlanmış. Bu nedenle, sanırım çikolatanın yalnızca Azteklere değil, tüm Güney Amerika uygarlıklarına ait bir lezzet olduğunu söylemek yanlış olmaz. Aslında insanları, kakao ağacının sert ve acı tohumlarıyla ilgilenmeye yöneltenin, sincap veya maymunların bu çekirdekleri ne kadar iştahla emdiklerini görmeleri diye düşünmek, hayal gücümüzü pek yanlış yönde kullanmak olmaz herhalde. Çekirdekleri bir kez tattıktan sonra, sürekli tüketmeye başlamaları fazla uzun sürmemiş olmalı diye düşünüyorum.

Reklam
Reklam

Cennetin bahçıvanı ve kakao ağcının tanrısı olan kral: Quetzalcoatl

Bölgeye Mayalardan sonra, Meksika’dan gelen bir halk olan Aztekler yerleşiyor. Quetzalcoatl, yani Azteklerin ve Güney Amerika’nın kaderini belirleyen kral, aynı zamanda cennetin bahçıvanı ve kakao ağacının da tanrısı kabul ediliyor. Bu nedenle, güç ve zenginliğin dağıtıcısı olduğu düşünülüyor. Her ne kadar bu konudaki bilgilerin her zaman tam da açıklanamayan esrarengiz bir boyutu varsa da, kesin olan şey şu: Kakao çekirdeğinden elde edilen büyülü tozun, çikolataya dönüştükten sonra geçirdiği bu ilk evreyi en fazla etkileyen uygarlık Aztekler. Çekirdekten elde edilen bir tür macunla çikolata içeceğini ilk yapanlar kim olursa olsun, bu macunu çeşitli baharatlarla süsleyip geliştiren Aztekler olmuş. Bu metotla elde edilen içki hem çok zengin içerikli, hem de lezzetli olduğu için, bir yandan sıradan halkın beslenmesine büyük katkıda bulunurken, bir yandan da, krallar için önemli bir gastronomik keyif oluşturmuş. Azteklerin ürettiği çikolata içeceğinin içerisinde türlü çeşit baharat olmakla birlikte, en çok tercih edilen lezzet, acı biberle yapılanıymış. Kral Montezuma’nın günde elli kase çikolata tükettiğine ve bunların sonuncusunu da gece haremine girmeden hemen önce içtiğine inanılıyor. Bu inancın kökeninde, çikolatanın Aztekler için bilgeliğin ve ruhani üstünlüğün ön şartı ve sembolü olması yatıyor. Afrodizyak olduğuna inanıldığı için, tarihçiler, düğün törenlerinde de çok tüketildiğini tahmin ediyorlar. Aynı şekilde, Aztek askerlerine de, güçlenmeleri için, çikolata içirildiği biliniyor. Buna karşılık, genel kanının tersine, bilindiği kadarıyla, çikolatanın, Aztek mutfağında başka yemekler için bir malzeme olarak kullanıldığını gösteren hiçbir şey yok. Bu konudaki genel yanılgıya, Meksika mutfağında mevcut olan ve içerisinde kakao da bulunan mole poblano adlı yemeğin yol açtığı düşünülüyor. Oysa hindi veya tavuk etinin, çikolatayla tatlandırılmış biberli sosta pişirildiği bu yemeğin Aztek kökenli olduğu, içerisindeki diğer malzemelere bakılırsa, çok şüpheli.

Reklam
Reklam

Ve çikolata Avrupa’da!

1502 yılında, Kristof Kolomb bölgeye ulaştığında, yerliler tarafından dostça karşılanıp armağanlara boğulmuş. Kendisine sunulan değerli maddeler arasında, kakao çekirdekleri de varmış ama galiba o bunların değerini pek anlamamış. Yine de, İspanya’ya dönerken yanında örnek olarak bir miktar götürmüş olmalı. Kakaonun değerini asıl anlayan ve Avrupa’da tanınmasına neden olan, Orta Amerika’ya efsane şehir Eldorado’yu ararken ulaşan ve iki yıl gibi kısa bir sürede bölgedeki tüm uygarlığı yok etmeyi “başaran” bir İspanyol, Hernan Cortés olmuş. Cortés’in adamları azalan şarap rezervlerinin yerini, başlangıçta burun kıvırdıkları bu koyu renkli, kıvamlı ve acı içecekle doldurmaya başlamışlar ve kısa sürede de, çikolatanın müptelası olmuşlar. Böylece, Güney Amerika’nın ünlü “kahve renkli altını”, günümüze kadar ulaşan ve türlü farklı şekillere girmesine yol açan serüvenine başlamış.

Reklam
Reklam

Avrupalılar, öncelikle, damak zevklerine uygun biçimde tatlandırmışlar çikolatayı. Şeker kamışından elde edilen şekerle tatlıya dönüşen çikolata, kuvvet verme özelliği ve afrodizyak etkisiyle yavaş yavaş Avrupalılar için de bir efsane haline gelmeye, daha o dönemde başlamış. Çikolata doğal olarak Avrupa’ya İspanya’dan girmiş ve buradan yayılmış. Örneğin, günümüzde dünyanın en iyi çikolatalarının yapıldığı birkaç ülkeden birisi olan Belçika, o zamanlar Hollanda ile tek isim altında (“Flaman ülkesi” anlamında Flanders), yani tek bir ülke olarak, İspanya’nın bir dominyonu olduğu için çikolatayla tanışmış. Aynı şekilde çikolata, Fransa’ya, XIII.Louis, İspanya Kralı III.Philip’in kızıyla evlenince ulaşmış ve hemen o kadar sevilmiş ki, bir süre sonra, hazineleri boşalan Fransız kralları, savaş masraflarını karşılayabilmek için halkın içtiği çikolatadan vergi almaya başlamışlar ve çikolatanın tüketim düzeyi çok yüksek olduğu için de, bayağı hatırı sayılır bir gelir elde etmişler.

Reklam
Reklam

Çikolatanın Avrupa’ya ulaştıktan sonra yayılması o denli hızlı ve tutkulu olmuş ki, kilise çikolata içmenin dine aykırı bir “kötü alışkanlık” olup olmadığına dair bir tartışma başlatmak zorunda kalmış. Bu durumda, kakaonun çok geçmeden bir zenginlik kaynağı olarak İspanyolların ilgisini çektiğini, kısa sürede Orta Amerika’da İspanyollara ait kakao plantasyonları oluşturulduğunu ve çikolatanın formülünü tekellerine tutmak için İspanyolların ciddi bir çaba sarf ettiklerini tahmin edebilirsiniz. Bundan hemen sonra gelen dönem, tipik bir sömürgecilik hikayesi yani…

Çikolata tarihinin bu dönemi bir sömürgecilik hikayesiyse, bir sonraki aşama da, bir sanayileşme hikayesi olarak adlandırılabilir herhalde. Fark etmişsinizdir; buraya kadar hep çikolatayı içmekten söz ettik çünkü Azteklerin ve Mayaların çikolatası sadece bir içecek. Üstelik Aztek kralı Montezuma için önemli bir gastronomik keyif oluştursa da, bu içecek, bizim damak zevkimize pek uygun değil. Azteklerin çikolatası, soğuk bir içki. Kakao çekirdekleri tava benzeri bir kapta iyi kötü kavrulduktan sonra, taşlar arasında ezilip un haline getiriliyor ve sulandırılıyor. İçine baharatlar katılarak özel tatlar veriliyor ama, içeceğin yüzeyine çıkan çok ağır bir yağ içeriği var. Hatta Aztekler de, bunun etkisini azaltmak için bazen içeceğin içerisine bir tür mısır unu katıyorlar; bu un yağı emerek, içkinin içimini kolaylaştırıyor. Tabii gelmiş geçmiş başka hiçbir lezzete benzemediği için, bu haliyle bile olağanüstü zevk veren ve hatta bağımlılık yaratan bir çeşni oluşturuyor ama günümüzde içilen sıcak çikolatayla herhalde kıyaslanmaz bile.

Reklam
Reklam

Aslında, çikolata Avrupa’da da uzun süre yalnızca bir içecek olarak tüketiliyor. Çünkü İspanyollar, çikolatayı, Azteklerin orijinal olarak yaptıkları gibi, koyu ve kıvamlı olarak seviyorlar. Dolayısıyla, uzun yıllar, başka bir şey deneme gereği duymadan, Cortés’in Azteklerden öğrendiği gibi tüketiyorlar. Ancak çikolata içme modası Avrupa’da yayıldıkça, yeni tercihler ortaya çıkıyor çünkü bu eşsiz içeceğin içerisindeki yağ oranı, buna alışkın olmayan Avrupalıların damak tadı için çok ağır geliyor. Böylece, uzun süren bir uğraş başlıyor; kakao yağını çikolatadan ayırma uğraşı.


Sömürgecilikten sanayiciliğe

Bu uğraş sonunda, Van Houten adlı bir Hollandalının başarısıyla sonuçlanıyor ve yaptığı özel hidrolik pres sayesinde Van Houten, kakaonun içerisindeki kakao yağının, en azından yüzde ellisini ayrıştırmayı başarıyor. Böylece elde ettiği kırılgan ve sert kalıntının ufalanmasıyla bugün bildiğimiz şekliyle kakao tozu ve içerisine şeker, krema ve süt katılmasıyla da, bildiğimiz çikolata üretiliyor. Özellikle çikolatanın, başka hiçbir maddede bulunmayan çabucak erime ve istenilen şekle girdikten sonra tekrar çabucak donma özelliği, yenen çikolatanın hızla değişik biçimlerde üretilmesine imkan veriyor ve dolayısıyla, tüketiminin artmasını sağlıyor. Çikolata artık bir içecek değil, bir yiyecektir!

Reklam
Reklam

Katı yani içilmek yerine yenen çikolatanın, en basit haliyle, pastiller şeklinde üretilerek başlayan macerası, günümüzdeki çikolatalı şeker ve şekerlemeler, gofretler, çikolata barları ve hatta alkollü çikolata türleriyle, sürekli gelişmeye devam etmiş çünkü içerisine binbir çeşit lezzet katıp bu eşsiz tadı çeşitlendirmek çok kolay. Fındık, badem, fıstık, kuru üzüm, çeşitli likörler ve meyveler, karamel, gofret, krokan, kestane ve daha niceleri bu konuda emrinize amade. Çikolatayla ilk kez bir pasta yapılması, Avusturya’da gerçekleşmiş ve ünlü sacher torte, yani çikolatalı ve kayısı reçelli kek dünya gastronomi sahnesindeki yerini almış. Burada önemli olan, bu ünlü turtanın, kakao tozuyla değil, çikolatayla hazırlanmış olması.

Bu kadar tarih ve egzotik ülke gezisinin ardından, biraz da çikolatanın teknik özelliklerini gözden geçirelim. Bir kere, çikolatayı tatlı yapan ve rengini açan, içine koyulan şeker ve sütün miktarı. Zaten çikolata paketlerinin üzerini okuduğumuzda, bu özelliği hemen anlıyoruz; çikolatalar, içlerindeki kakao ve süt oranına göre, “bitter” yani acı veya “sütlü” olarak iki gruba ayrılıyor. Bu durumda, “acı çikolata”, kakao oranı yüksek çikolataya verilen isim. Bazı paketlerin üzerinde yazan % 70, % 80 gibi rakamlar, işte bu oranı gösteriyor. Acı demek, içinde şeker hiç yok demek değil tabii; “bitter”, yani “acı çikolata”nın da içerisinde, az miktarda şeker var. Çikolatanın bir diğer türü de, beyaz çikolata. Beyaz çikolata, kakao yağı, süt tozu, şeker ve vanilyadan yapılan bir tür, yani içerisinde kakao yok; hatta kakao yağı olmayanları bile var ve bu yüzden de, aslında çikolata sayılmaz.

İstatistiklere göre, dünyada en fazla çikolata tüketen ülkeler, İngiltere ve İsviçre. Bu ülkelerde yıllık ortalama çikolata tüketimi, kişi başına 9-10 kg. civarında. Çelişkili gibi görünebilir ama bugün, Meksika ve Batı Hint Adaları’nda çikolata, hemen hemen yalnızca yemeklerde tatlandırıcı, bir tür baharat olarak kullanılıyor. Bunun nedenleri ekonomik olduğu kadar iklimsel de; hem halkın bu pahalı yiyeceği almaya gücü yok, hem de insanların o sıcak ve nemli havada, bu denli ağır lezzeti olan bir yiyeceği daha fazla tüketmesini beklemek çok anlamlı değil. Ülkemizdeyse, özellikle ithal ve sonuçta da tüm çikolata pazarı son derece gelişmiş olduğundan ve dolayısıyla çikolatalı tatlara her gün bir yenisi ilave edildiği için, giderek artan hızlı bir tüketim söz konusu ama mutfağımızda geleneksel olarak çikolata veya hatta kakao ile üretilen yemekler yok denecek kadar az sayıda. Günlük hayatımızda severek tükettiğimiz çikolatalı tatlıların pek çoğu, galiba Fransız mutfağından geliyor. Baksanıza, isimleri bile Fransızca: Sufle, mus, parfe… Tatlı pişirirken, çikolatayı eritme metodunun adı da Fransızca;benmari. Dolayısıyla, çikolatayı Avrupa’ya ilk tanıştıranlar İspanyollar olsa bile, bugünkü farklı lezzetlere doğru gelişmesine en fazla katkıda bulunan kültürlerin başında, Fransızca konuşanların kültürü geliyor demek hiç de yanlış olmaz. Burada kastedilen, yalnızca Fransızlar değil; Fransız mutfağının, çikolatalı tatlılar yönünden çok zengin olduğu doğrudur ama, özellikle yiyecek çikolata üretimi konusunda İsviçrelilerin ve Belçikalıların hakkını yememek gerek. Bu iki ülke, çikolata çeşitlerini renklendirmek konusunda da, en az çikolatanın lezzeti ve kalitesi konularına verdikleri kadar önem vermekteler.


Çikolatanın “diğer” maceraları...

Bu denli zengin bir geçmişe ve bu boyutta renkli bir folklora sahip olan tüm yiyecek maddeleri gibi, çikolatanın da, yenmek dışında dabir sürü macerası mevcut. Çikolata o kadar popüler bir madde ki; büyüsüne o kadar kapılınmış, kıymetine o kadar inanılmış ki, neredeyse her derde deva olduğuna inanılan bir dönem bile olmuş. MS 400’lerde, çikolata ilaç yerine de kullanılmış. O dönemin otacılarının, doktordan ziyade büyücüye benzediklerini aklımızdan çıkartmamak gerek tabii ama bir dönem kakao yağıyla yaraların sarıldığı ve çikolatanın ishal bile dahil olmak üzere, birçok hastalığı tedavi etmek amacıyla kullanıldığı biliniyor. Aslında çikolatanın sağaltıcı özelliğine olan inanç, o dönemde bile hiçbir somut temele dayanmıyor ve bilimsel çevreler çikolatayı ilaç olarak, tabii ki ciddiye almıyor.

Güzel sanatlara da, başka hiçbir yiyecek maddesine nasip olmayacak ölçüde ilham kaynağı olmuş çikolata. Bu özelliği, büyük olasılıkla, bir afrodizyak olduğuna dair inançtan ve cinselliği ve aşkı çağrıştıran imgelerinden kaynaklanıyor. Çikolata her zaman, bir armağan olarak aşkın göstergesi, bir sembol olarak şehvetin ifadesi ve bir lezzet olarak da cinselliğin daveti anlamlarını taşıyor. Bu durumun en basit ve güzel göstergesiyse, çikolatanın en bilindik, en klasik sevgililer günü armağanlarından birisi olması. Kalp şeklinde objelerin hediye edilmesinin adet olduğu bu özel günde, dünya üzerinde en fazla tercih edilen seçeneklerden birisinin, kalp biçiminde çikolatalar olduğu biliniyor.

Söz, güzel sanatlardan açılınca, kaçınılmaz biçimde, tüm sanatların en önemli esini olan aşka kaydı. Doğal olarak, bu iki esin kaynağını, yani aşk ve seks ile çikolatayı bir araya getiren pek çok edebiyat ve sinema eseri var. Bu konuda ilk aklıma gelen oldukça popüler bir roman ve bundan uyarlanarak hazırlanan sinema filmi: Joanne Haris’in ünlü kitabı Chocolate (Çikolata). Sanatsal değerini bilmem ama, her ikisinin de gastronomik etkisinin çok yüksek olduğuna kefil olabilirim zira, bu kitabı okuyup veya filmini seyredip de çikolata tüketimi artmamış insan olduğunu sanmıyorum.


Çikolata çocukluğumuz demek...

İnsanın, “geçmişte kalmış ama unutamadığı şeyler” listesinde, çikolata ile ilgili anısının olmaması sanki olanaksızmış gibi geliyor bana. Çikolata lezzet olduğu kadar da nostalji değil mi? Örneğin ben çikolatayı, lezzetinin yanı sıra, çocukluğumun bir parçası, en güzel anılarımın bir sembolü olarak da düşünüyorum hep; üstelik, benim çocukluğumda bu kadar çok çeşidi olmadığı, bu kadar kolayca elde edilemediği halde. Ya da kim bilir, belki aslında, tam da bu nedenden kafamda bu kadar çok yer etmiştir çikolata, yani çok sevdiğim halde, fazlası incelikle “yasaklanmış” bir keyif olduğu için. Düşünüyorum da, imgeler ne kadar da bol. Çocukluğumuzun, şimdiki gibi insanı duyarsız kılacak kadar çok çeşidinin bol miktarda ve her yerde bulunmadığı dönemdeki kiloyla satılan, parlak kağıtlara sarılmış, klasik küçük çikolataları (ki yalnızca “sade” olurlar); bayramlarda fazla çikolata yemekten mide bozmalar; okul dönüşü bariz bir sabırsızlıkla kağıdı yırtılan, arası çikolata kremalı bisküviler (ki aslında yuvarlak şekilli büyük boy iki adet pötibör bisküvisinden ibarettirler); ilk yaptığım çikolatalı tatlı (ki nedense, başka ilk yaptığım herhangi bir yemekten çok daha kıymetlidir); Torino’da veya Barselona’da veya Viyana’da hâlâ çikolata eritilerek yapılan Aztek kıvamındaki sıcak çikolatayı içmek; okul kantininde “parmak çikolata” dediğimiz (ki esasında pralindir) çikolata ile yapılan tatlı tost; yaldızlı çikolata kağıdı koleksiyonları; bu koleksiyonlardaki kağıtları parlatabilmek için tırnağımızın kenarıyla düzlerken yırtıp üzüntüden gözleri dolmak; çocukken, cumartesi günleri sinema çıkışı, annemizle Löbon’da buzlu çikolata içmek; sonradan evde, bu çikolatanın içimiz bayıldığı için bitiremeyip bardağın dibinde bıraktığımız kısmını özlemle hatırlamak;söz kesme ziyaretlerinde, erkek tarafının mutlaka getirdiği gümüş gondollarda madlen çikolataları; annemin yaptığı çikolatalı kekten kalıpta kalanları gizlice parmağımla yalamak; kim bilir ne sebepten bir ödül olarak hak ettiğim gofretimin yarısını kardeşimle paylaşmak; ve giderek, geleceğin nostaljileri: Londra’da Richoux’da içilen hot chocolate’lar (ki benim için hep kızımla paylaşılan bir mutluluktur) veya her gittiğim geziden anneme (ki özel bir çikolata tutkunudur) o ülkenin en ünlü çikolatasını getirmek. Sanki bu lezzet, yani çikolatanın o olağanüstü lezzeti, yaşamın bu tatlarıyla birleşince, daha hoş ve daha kalıcı bir hale gelmiş gibi.


Ben çikolata yeme fırsatını yemeklerdeki tatlılar veya çay saatlerindeki keklere kısıtlamak zorunda kalmamak için evinin bir köşesinde mutlaka bir parça “yedek çikolata” bulunduranlardanım. Çikolatanın insanı şişmanlatmadığına ve mutluluk hormonu salgılanmasına yardımcı olduğuna inananlardanım. Bir çocuğu çikolatadan fazla mutlu edecek çok az şey olduğunu düşünenlerdenim. Çikolata yemenin insana yeryüzünde nasip olan en önemli küçük mutluluklardan birisi olduğunu bilenlerdenim. Yine de, çikolata konusunda kendimi kızım kadar iyi ifade etmeme olanak yok sanırım. O şöyle diyor; “Çikolatalı olmayan tatlı, tatlı sayılmaz!” Abartılı mı buldunuz? Belki; ama aynı fikirde olanların sayısı hayli yüksek. Hem, Azteklerin kralıyla bizim evin prensesi aynı fikirdeyse, bir bildikleri vardır; kulak vermek gerek…

"Güzin Yalın'ın Ruhun Gıdası Kitaplar tarafından yayınlanan "Mutfaktan, Tabaktan, Sokaktan" adlı kitabından alıntıdır."

Güzin Yalın'ın diğer yazıları için tıklayın.