Tuğba ve Birhan... Biri 75, diğeri 74 İstanbul doğumlu.. Bağdat Caddesi'nde arkadaşlarına arabalarla "caka” satan bir gençlik içinde büyüdüler.
Tüketim toplumunun sıradan bireyleriyken, yaklaşık 10 yıl önce hayatlarını değiştirmeye karar verip Antalya'da dağbaşına yerleştiler...
10 yıl susuz, elektriksiz ve parasız yaşadılar. Rastalı saçlarıyla onları ilk gördüklerinde "satanist” ve "altın avcısı” sanan köylülere, kısa sürede samimiyetleriyle kendilerini kabul ettirdiler.
Antalya Alakır Vadisi'nde huzurlu bir yaşamları vardı, ta ki en yakın köye 7 km uzaktaki bakir yaşamlarını tehdit eden HES'lerin inşaatı başlayana kadar...
İşte 12 metrekarelik bir kızılderili çadırında HES'lere tek başlarına "sanatla” direnen Modern Robinson'lar...
Tuğba, İstanbul Caddebostan'da doğup büyüdü. Birhan'la yolu lisede kesişti. Her ikisi de doğayla birlikte çıktıkları okul gezilerinde tanıştı.
Zamanla arkadaşlıkları ilerledi, doğaya birlikte gitmeye ve yeni şeyler keşfetmeye başladılar.
Bu arada üniversiteye girdiler. Tuğba Marmara İktisat bölümünü bitirdi, Birhan ise Yıldız Teknik'te İnşaat Mühendisliği okudu. 23-24 yaşlarında ailelerinden izin alarak tek başlarına Hindistan'a gittiler...
Otobüsle, otostopla, dolaşa dolaşa vardıkları Hindistan'da 1 yıl kalarak kendi kendilerine yetmeyi ve ayaklarının üzerinde durabilmeyi öğrendiler.
2003'te ise Irak Savaşı'na karşı barış eylemlerine katıldılar. Orada bağırıp protesto yaptıktan sonra, evlerine dönüp "Bush gibilerine yarayacak” çarkın içinde yer almaktan rahatsızlık duyduklarını hissettiler.
Birhan, gitme kararı aldıkları günü şöyle anlatıyor: "Tuğba ile göz göze geldik. Aktivist olarak şehirde de yaşantımızı sürdürüyorduk ama o sistem içinde evlerinize geri dönüp yine yeni George Bush'lar yaratmak adına, ‘sistem yandaşı' olmak istemedik.
‘Tükettiğimiz kadar yaşayacağımız' başka bir dünyayı aramak için yola çıkmaya karar verdik.” Tuğba ise, "Barışçıl, huzur dolu bir dünya özlemimiz vardı.
İnsanların sağlıklı besin hakkı olsun istiyorduk. Bunu şehir ortamında yaratabilecek miyiz' düşüncesiyle gitmeye karar verdik” diyor.
Genç çift sırtlarında çanta, Anadolu'yu karış karış dolaştı. Karadeniz'i gezdiler ama Karadeniz'de 4 mevsim yaşam için doğa şartları çetin cevizdi.
Bu kez Adana'dan yola çıkıp Toroslar'a gittiler.
Antalya Alakır Vadisi'nde bir su değirmeninin önünde mola verdiklerinde, Hamidiye Teyze'nin kendilerini şaşkın bakışlarda izlediğini gördüler.
"Toprak arıyoruz Teyze” dediklerini görünce, Hamidiye Teyze gülerek yanıt verdi: "Her yer toprak lan!
Ama yapabilecek misiniz?” Bu söz üzerine yaşadıkları yerin orası olabileceğine karar verdiler...
Kuzca Köyü'ne bağlı 40 yıl önce terk edilmiş bir araziyi ailelerinin de desteği ile satın alıp kendi yaşamlarını kurdular.
Tabii ki çok kolay olmadı alışmaları: "Burası 15 dönümlük bir arazi. Ama geldiğimizde resmen orman olmuştu.
2-3 ay sadece buranın temizliği sürdü. Tuğba'yla ellerimizde orakla, nacakla, toprağı temizleyip kendi yaşam alanlarımızı açtık.
Ben hâlâ ‘Biz buranın kör cahiliyiz' diyorum. Her yıl ne kadar gerizekâlı olduğumu öğreniyorum.
Çok komik çünkü biz hep teknik kafa ile eğitilmişiz. İlk geldiğimizde ‘öğretmenimiz' yaşı 80'e dayanan ve bizim gibi tek başına yaşayan Dursun Amca'ydı.
O başkasına bizim hikâyemizi anlatırken ‘Bu çocuklar ilk geldiklerinde demir çubuklarla çalı dövdüler' der.
Demek istiyor ki, ben çalı kesmeye çalışıyorum ama tarayı tutuşumdan onu bileyleyişime kadar hiçbir şeyi bilmiyormuşum.”
Rastalı saçlı gençlerin gelişi, en yakın köy olan 7 km ötedeki Söğütcuması'ndaki köylülerin de gözünden kaçmamış.
Başta iki genci "satanist” sanan da olmuş, "altın aramaya geldiler” diyen de...
Ama zamanla tek tek bütün köylüleri kapı kapı dolaşıp "bizim niyetimiz budur” diyen gençleri görünce, onlar da tanıyıp sevmişler bu iki İstanbullu genci...
Onların reddettikleri ve ‘cahil' dedikleri babalarının, dedelerinin topraklarına gelip onların eski yaşantısının benzerini yaşadığım için, en çok kafası karışanlar, köylülerin gençleriydi.
Ama yaşlılar, ‘Bu adam emek veriyor, toprakla uğraşıyor, toprakla uğraşan adamdan hiçbir zarar gelmez' deyip bizi kucakladılar.”
Birhan ve Tuğba, işe koyularak önce "kızılderili tipi” tek odalı bir çadır ev inşa ettiler. Kütüklerden lavobo yapıp yer altını buzdolabı gibi kullanmayı öğrendiler.
Ama Birhan'ın "doğanın bir kullanma kılavuzu” olmadığını da deneyimleriyle öğrendi.
"Ben ormanda ilk kez odun toplarken çok dayak yedim. Ağzımı burnumu sopayla dövdü doğa...
Çünkü nasıl yürüyeceğimi, nereye basacağımı, hangi dalı nasıl keseceğimi bilmiyordum...
Ama bunların hepsi de bir deneyim olarak artık bir daha yapmamayı öğrendiğim şeyler...”
Birhan, evini 6 yıl önce yaptığını ama her türlü doğa afetine karşı ayakta kaldığını anlatıyor: "Doğadaki en yakındaki malzeme, en doğru malzemedir..
O yüzden evimizi köylülerin ‘Alaçık' adını verdikleri tarzda, çamurdan, çalıdan ve su basmanlı olarak yaptık...
İçgüdüsel yapılmış bir yapı ama 6 yıldır ne fırtınalar, ne seller geçirdi, hiçbir şey yok.”
Doğada yaşamayı da bir anlamda yaşayarak öğrendiklerini söyleyen ikili bir de ilginç anı anlatıyor:
"İnsanlar beni çardakta durmadan hep sofrayı süpürür ve yerleri temizler halde görüp bana "Birhan ne o, hijyen hastalığı mı geldi sana” diye takılıyorlar.
Ama bir keresinde yere tuz dökülmüştü, biz de önemsemedik. Sonra bir de baktık, kocaman bir karayılan geldi.
Sonra Durmuş Amca'ya anlattım. Bana ilk sorusu ‘Tuz mu döktünüz' oldu.
Daha hiç tuz dökme olayını bilmeden... Doğanın bu tip kurallarını öğrendik artık.”
Ne elektrik var, ne şehir suyu... Su ihtiyaçlarını ise kaynak suyundan taşımalı olarak sağlıyorlar.
Mutfak, banyo ve tuvalet ise, evin dışında araziye dağınık olarak inşa edilmiş birimler halinde bulunuyor. Peki ya Tuğba, şehirli bir kadın olarak nasıl doğaya uyum sağladı?
Şöyle anlatıyor: "Kadınlar için özellikle çamaşır makinesi ve buzdolabı olmaması sorunolabilir. Ama ben çamaşır makinesine kıyasla elle yıkamaktan daha büyük keyif alıyorum.
Çünkü kendin yıkayınca neyi yıkadığını biliyorsun... Buzdolabı sorununu da çözdük. Soğuk su kaynakları var.
Dolap gibi bir şey yaptık, soğutuyor. Bir de yemekleri günlük tüketiyoruz. İnsanlar eskiden nasıl yaşamışlar, formülü sen de buluyorsun.”
Vahşi yaşamdan, kışları kurt gelme tehlikesini ise Tuğba şu sözlerle anlatıyor: "Hayvanlar öyle sandığınız gibi insana gelmiyorlar. Şehre indiğimizde, ‘Aman o hırsız mı' diye daha tedirgin yürüyorsun.
Her şeyi bekliyorsun. Ama burada biliyorsun ki, bir domuz insana direkt saldırmaz. Bence şehirde daha büyük paranoyalar var.”
Birhan da eşiyle aynı fikirde: "Arkadaşlarım ‘Birhan, dağda ne cesaretle yaşıyorsun?' diyor. Esas sen o kadar çocuk pornocusunun, katilin, ırz düşmanının içinde 30 adet kilitle nasıl yaşıyorsun?
Bence şehir insanı çok cesur. Trafikte atlattıkları tehlikenin haddi hesabı yok...”
Birhan, Alakır Vadisi'nin yok olmaması için yaptığı bestelerden oluşan ‘Alakır'ın Sesi' CD'sini satarak davalar için kaynak yaratıyor.
Ayrıca resimlerini de İstanbul'da kuzeninin atölyesinde satışa çıkarıyor.