Sanatçıların hayatı genellikle öngörülemezdir. Ne zaman ilham geleceğini, posta kutusuna bir çek düşeceğini ya da bir küratörün sergi teklifi yapacağını tahmin etmek neredeyse imkânsızdır. Dikkatlice seçilen, batıl inançlara dayanan ya da bağımlılıktan yapılan ritüeller sanatçıların bu tarz belirsizliklerle başa çıkmasına yardımcı olabilir.
19'uncu yüzyılda yaşamış bir ressam olan Rosa Bonheur yatak odasında 60 kafeste kuş bulundururmuş. Sabahları sesleri titreşmeye başlayan kuşları besleyerek güne başlarmış. Hayvanlarla ilişkili rutinleri (aynı zamanda aslan, yabani koyun ve yaban domuzu da varmış) hayatına bir düzen ve yoldaşlık sağlamasının yanında tabloları için de büyük bir kaynak oluştururmuş. Mason Currey,
Daily Rituals: Women at Work (2019) adlı yeni kitabında “Bu büyük vahşi hayvan koleksiyonunun amacı Bonheur’a tabloları için birçok konu oluşturmak ve çiftlikleri, hayvan pazarlarını, ağılları gezmesine gerek kalmadan evinden çalışabilmesini sağlamaktı” diye yazıyor.
Currey kitap boyunca 143 yaratıcı kadının ritüelleri -yararlıdan zararlıya- hakkında detaylar veriyor. Yazar ilgi çekici kitabında tasarımcı Elsa Schiaparelli’nin kahvaltıda limon suyu tercih etmesi ya da yazar Isabel Allende’nin her kitabına 8 Ocak’ta başlaması gibi dikkat çekici hikâyeler sunarken biz de önemli ressam, heykeltıraş, fotoğrafçı ve performans sanatçısı isimlerin günlerini geçirdikleri farklı alışkanlık ve gariplikleri bir araya getirdik.
Simsiyah, kutu gibi heykelleriyle ünlü Louise Nevelson’ın yemek ya da kıyafetlerinin üstüne titremeye vakti yoktu. Currey’e göre kendisi yılda 60 eser üretebiliyordu. 50’lere gelindiğinde Manhattan’daki evinde yaklaşık 900 eseri birikmişti. İşlerine yer ayırabilmek için küvetini bile depo olarak kullanıyordu. Kendisi otobiyografisinde: “Pamuklu kıyafetler giyiyorum ki değiştirmeden uyuyabileyim ya da onlarla çalışabileyim, vaktimi ziyan etmek istemiyorum…. Bazen uyumadan iki, üç gün çalışırdım ve yemeğe fazla dikkat etmezdim çünkü bir kutu sardalya, bir fincan çay ve bir parça bayat ekmek son derece güzel gelirdi bana” diye bahsediyor.
Işıltısı, yaşlılıkta sahip olduğu lüksten geliyordu. Nevelson 1958’de, neredeyse 60 yaşındayken, MoMA eserini “Sixteen Americans” adlı sergiye dahil edene kadar önemli bir övgü almamıştı. Sergide heykeli Jasper Johns, Ellsworth Kelly, Frank Stella ve diğer önde gelen isimlerin eserleriyle birlikte yer almıştı. Nevelson sonunda kalın, vizon rengi kirpikleriyle tamamladığı baş örtüleri ve mücevherleriyle ünlenerek kıyafet seçimlerini de renklendirmişti.
Frida Kahlo’nun kendisi gibi ressam Diego Rivera ile yaşadığı ünlü karmaşık ilişkisi onun resme olan dikkatini dağıtmıştı. Lev Troçki ile olan ilişkisi, Rivera’nın yeni sanat işleri için Amerika’da oradan oraya gezmesi ve genç yaşta yaşadığı trafik kazasından kalan hastalıklarla hayatı boyunca uğraşması gibi birçok sebepten Kahlo’nun hayatı oldukça çalkantılı geçiyordu.
Ancak sanatçının biyografi yazarı Hayden Herrera, Kahlo’nun bir nebze de olsa nasıl düzen oluşturduğunu şöyle anlatıyor: “Frida ve Diego arasında her şey iyiyken gün genellikle Frida’nın evinde, gelen postaları okudukları ve kimin şoföre ihtiyacı olacağı, birlikte hangi yemeği yiyecekleri, öğle yemeğine kimi davet edecekleri gibi konularda plan yaptıkları uzun, geç bir kahvaltı ile başlardı”. Daha sonra Kahlo stüdyosuna çekilir ya da arkadaşlarıyla sosyalleşirdi. Sanatçı hayatının sonlarına doğru elden ayaktan kesilmiş, yatağa bağımlı olmuştu. Böylece acılarından bir soluk alabildiği için ancak bundan sonra daha düzenli resim yapabildi.
Foto muhabir Margaret Bourke-White savaş haberlerinde o kadar cesurduki akranları ona “Yıkılmaz Maggie” lakabını takmıştı. Bourke-White Sovyetler’den Almanya’ya, Hindistan’dan (Dust Bowl’un gerçekleştiği) orta Amerika’ya kadar birçok yerde Fortune ve Life gibi yayınlar için travma ve çatışma anlarını kaydetti. Başarılarından dolayı tarihte ilk kadın savaş muhabiri olarak anılıyor. Bu tanım Bourke-White’ın önemli ölçüde biçimli hayatıyla çelişiyor denebilir. Sanatçı, Darien’deki evindeyken saat 8’de yatağa gider ve sabah 4’te uyanırdı. Kendini diğerlerinden izole ederek yalnızlığın tadını çıkarır, genellikle dışarıda yazar ve uyurdu. Diğer bir Life fotoğrafçısı Nina Leen birlikte öğle yemeği yemeyi teklif ettiğinde Bourke-White “bir kitap yazdığını ve birkaç yıl daha öğle yemeği yemeye umudu olmadığını” söylemiş.
Agnes Martin 1960’larda New Mexico’ya taşınmak için New York’u terk ettikten sonra, stüdyosunda kesintisiz vakit geçirmek için sosyalleşmekten, sıhhi tesisattan ve elektrikten kaçındı. Resmi, psikolojik sorunları ve şizofreniden bir kaçış yolu olarak tanımlardı. New Mexico’daki arkadaşı Donald Woodman, Martin’in resmetmek istediği şeyin özüne ulaşmak için kafasındaki sesleri susturmak zorunda olduğunu, bunun müthiş bir irade gerektirdiğini hatırlıyor.
Martin iş tulumları giyerek, cinayet hikâyeleri okuyarak, sebze bahçesi ile uğraşarak ve genellikle Woodman ile akşam yemeği yiyerek bir düzen kurmuştu. Akşam yemeği için yumurta, fıstık ezmeli ve reçelli sandviç, paket et ve o sene yetiştirdiği bitkilerden oluşan sıra dışı yiyecekleri bir araya getirirdi. Martin için ritüel, işini yapabilmesi için değil hastalığını yenebilmesi için bir araçtı.
Martin daha huzurlu bir ortam için şehir hayatını terk eden tek yaratıcı kişilik değil. Amerikalı sanatçı Andrea Zittel de 2000 yılında Kaliforniya çölüne yerleşmek için Brooklyn’i terk etti. Joshua Tree’de A-Z West diye adlandırılan sanatçılar için komün bir kompleks kurmuştu. Kendi çalışmalarında kıyafet ve mobilyadan, bölmeli tepsi ve karavanlara kadar genellikle işlevsel objeler üretirdi.
Currey “Yazın 37 dereceyi geçen ve kışın donma seviyesinin altına düşen ekstrem iklimden dolayı Zittel’in sabah rutini sezona göre değişirdi” diye belirtiyor. Yazın kahvaltıdan önce yürüyüşe çıkar, tavuklarını besler ve meditasyon yapardı. Kışın ise yürüyüşünü soğuk akşamlar geçene kadar ertelerdi. “Bir düzenin olması her şeyi belirli bir zaman dilimine oturtmanı sağlıyor, ancak çok fazla düzen olduğunda, tıkanıyorsun” diyor Zittel.
Şiirsel, soyut manzaralarıyla ünlü Joan Mitchell çok fazla içmek gibi kötü bir alışkanlığa sahipti. Ancak bazı ritüelleri çok daha mülayimdi. Bir keresinde bir sanat eleştirmenine yaşlılıktaki günlük rutinini şöyle tanımlamıştı: “Saat 1’de öğle yemeği, çengel bulmaca ve insanların dertlerini açtığı ve sen o derde sahip olmadığın için bir tür iyi hissettiğin psikiyatrist programları dinlemek”.
Mitchell de aslında kendi psikolojik rahatsızlıklarından muzdaripti. Depresif zamanlar yaşadı ve hayatı boyunca psikiyatristi Edrita Fried’e başvurdu. Stüdyosu zorluklardan kaçtığı bir sığınak olmuştu. Currey, bir keresinde bir tesisatçıyı içeriye almakta bile tereddüt ettiğinden bahsediyor. Mitchell kişisel hayatında savunmasız, açık ve özgür olabiliyordu.
Whitney Museum of American Art, 1972’de ilk kişisel Afro-Amerikan kadın sanatçı sergisini 80 yaşındaki sanatçı Alma Thomas’a bahşetti. Hayatını geçindirmek için yıllarca Washington’da okullarda öğretmenlik yaptıktan ve sessizce resim yaparak on yıllarını geçirdikten sonra Thomas kesinlikle bunu hak etmişti.
Thomas o kadar azimliydiki hiçbir zaman evlenmemeye ve çocuk yapmamaya karar vermişti. “Bir kadın kesinlikle sanatı ve ailesi arasında denge kuramaz. Hangisini istediğini seçmek zorundadır” demişti. Bunun yerine müzeleri ve sanat galerilerini ziyaret etti, mutfağında ya da odasında resimler yaptı. Sonuç olarak geriye gelecek nesiller için canlı tablolarından oluşan bir aile bıraktı.
Bu listedeki çoğu sanatçının aksine Tamara de Lempicka hem sanata hem de anneliğe bir şans vermeye karar verdi ancak kendisi pek ev kuşu değildi. 1918’de o ve kocası Tadeusz, St. Petersburg’tan (ve parlayan Bolşevik Devrimi’nden) Paris’e uçtu. Sanatçı şehrin tadını çıkardı ve onu ilham kaynağı olarak aldı. Kızına bakarken kocası ona yardımcı oluyordu. Lempicka sabah ve akşamları kızını doyuruyordu, günün geri kalanını ve geceyi resim yapmaya ve partilere ayırıyordu. Şehirdeki kabare, opera ve gece kulüplerini seviyordu. “Lempicka yaban eriği likörlü şampanya içinde eriyen esrar taneciklerini ya da favorisi olan, minyatür bir gümüş çay kaşığından çekilen kokain vuruşlarını tercih ediyordu” diye yazıyor Currey. Ayrıca Lempicka erkek ve kadınlarla, öğrenci ve denizcilerle evlilik dışı ilişkilerden keyif alıyordu.
İngiliz optik sanatçı Bridget Riley belirli bir stüdyo ritüeline sadıktı. Her sanat eserine öncelikle bir çizimle başlıyor, son kompozisyona karar verene dek çeşitli taslaklar deniyordu. “Bir çalışma rutini oluşturmak zorundasınız, kendinizi şaşırtabilmeli ve hepsinden öte, hata yapabilmelisiniz.” diyordu. Eğer bir eserinden sıkıldıysa bunun sanatsal anlamda yanlış bir adım attığının belirtisi olduğuna inanıyordu. Konseptlerini tuval üzerinde gerçekleştirmek için asistanlar işe alıyor ve böylece resimleriyle arasına mesafe koyabiliyordu. Riley’nin son derece etkileyici siyah-beyaz eğrilerden, renkli çizgilerden ve dağınık noktacıklardan oluşan tabloları çalışma metotlarının bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.
Venezuelalı göz alıcı sanatçı Marisol, Warhol dönemine layık bir film yıldızı gibi gizemini sürdürdü. 60’lı yıllar boyunca pop art ve halk sanatından ilham alarak heykeller ve baskılar üretti. Kennedy ailesinin normalden büyük ahşap figürleri, İsa’nın doğumunu simgeleyen bir tabloda ayak takımı ve diğer işlerinin yanında Coca-Cola reklamlarında yer alan bir serigrafi…
1965’te New York Times, Marisol’ün günlük rutinini dünyayla paylaştı. Kendisi öğlen uyanır, kahvaltıda jambon ve yumurta yer, karışık medya materyallerini satın alır, akşam boyunca stüdyosunda çalışır ve sonra partilerdi (sıklıkla Warhol ile). Bu özellikle tipik anlamıyla sosyal olduğu anlamına gelmiyor. “Marisol açılışlarda ve partilerde sessizliğiyle ün salmıştı, birçok arkadaş ve tanıdığı onunla ağzından bir kelime çıkmadan saatler geçirdiklerini hatırlıyor” diyor Currey. Utangaç olmasının yanında çoğu insanın söyleyeceklerini umursamıyordu. Konuşma enerjisini, objeleriyle iletişim kurmak için işine saklıyordu.
Diane Arbus’un portrelerinin garipliği belki de sanatçının iyi gizlediği içsel eksantrikliğini yansıtıyordur. “Arbus ‘Bir fotoğraf bir sır hakkındaki sırdır’ demişti ve kendisi sırları severdi” diye yazıyor Currey. Fotoğrafçı Deborah Turbeville’e göre Arbus kendisi hakkında bilgiler paylaşır ve öznelerini kendi kişisel hikâyelerini ortaya dökmeleri için cesaretlendirirdi.
Zoraki seks Arbus’un kendi gizli ritüeliydi. Currey’e göre Arbus genellikle özneleriyle ya da teklifte bulunan yabancılarla yatardı. Üçlü seks, arabada birliktelik ve hatta ensest repertuvarının parçalarındandı (psikiyatristine düzenli şekilde kardeşi Howard ile yattığını söylemişti). Arbus hem sanatta hem ilişkide insan çeşitliliğinin ve tuhaflığın peşindeydi