İstanbul'un Aşk Haritası

Şehirlerin hafızası hiçbir aşk hikayesini unutmayacak kadar güçlüdür. Bunlar sokakların adında, dilden dile dolaşan söylentilerde, meydanlarda, gazete kupürlerinde, kitap sayfalarında yad edilecekleri günü bekler. Magma Dergisi, unutulmaz hikayelerle bezenmiş İstanbul’un aşk haritasını hazırladı. Bu haritadan 10 öykü derledik. Devamı, özel bir ek poster olarak armağan edilen şubat sayısında!

  1. Ayasofya

Ayasofya, öncelikle Mika Waltari’nin unutulmaz romanı Bizanslı Aşıklar’ın kahramanlarının ilk kez karşılaştığı yerdir. Kiliseler Birliği toplantısı çıkışında karşı karşıya gelen Anna Notaras ile Johannes Angelos 12 Aralık 1452’den 30 Mayıs 1453’e kadar Fatih Sultan Mehmet tarafından kuşatılmış İstanbul’da siyasi entrikalarla iç içe bir aşk yaşarlar. Gelgelelim, aşk hep galip gelse de aşıkların bu dünyada kavuşması zordur.

Ayasofya’nın içine girildiğinde ana kapının üzerinde bir sevda hikâyesi yüzünden kendini zor durumlara sokmuş İmparator VI. Leon’un mozaik portresi görülür. İmparator, hem Kilise tarafından hem de kendi çıkardığı bir yasayla kesinlikle yasaklanmış olmasına rağmen dördüncü kez evlenmiştir. Sebebi ise hâlâ bir erkek çocuğu olmamasıdır. Sevgilisi Zoe Karbopsina (kor gözlü Zoe) bir erkek evlât doğurur, dönemin patriği Nikolas Mistikos kadını uzaklaştırması koşuluyla çocuğu vaftiz etmeyi kabul etmiştir. Ne var ki İmparator bunun yerine nikah kıymayı kabul eden başka bir din adamı bulmuş, Zoe de saraya geri dönmüştür. İşte bu nedenle tam bu mozaiğin olduğu kapının önünde, 25 Aralık 906 günü Patrik Nikolas Mistikos adet olduğu üzere İmparatorun ana kapıyı kullanmasını engeller, bütün faniler gibi yan kapıdan girmesini söyler. İtibarı sarsılan imparator gözyaşlarıyla yerleri ıslattıysa da nafile. Tek söz etmeden denileni yapar… Ve tabii bir süre sonra Mistikos’tan kurtulup yerine daha ılımlı bir başkasını atar, Zoe de sarayda kalır. Aşk imparatorlarla patrikleri bile karşı karşıya getirmiş, sonunda galip gelmiştir.

Reklam
Reklam

  1. Sirkeci Garı

Sirkeci Garı’nın bugünkü binası 1890’da hizmete giren Sirkeci Garı uzun yolun, uzun ayrılığın başlangıcıydı. Sirkeci Garı’nda ayrılmış herkesi, ressam Celile Hanım ile şair Yahya Kemal Bey’in şahsında analım. Celile Hanım Nazım Hikmet’in annesi, Yahya Kemal ise bahriyeden hocasıydı. Celile Hanım, kocası Hikmet Bey’le boşanmanın eşiğindeyken Yahya Kemal’le tanışmış, birbirlerine âşık olmuşlardı. Celile Hanım eşinden ayrıldı. Nazım Hizmet hocasını baba olarak kabul etmeyeceğini açıkça dile getirmişti. Kıskançlıklarla, şiirlerle, derin iniş çıkışlarla yürüyen, cemiyetin “skandal” olarak gördüğü ilişki sonuçta çıkmaza girdi. Belki bunda Celile Hanım’ın isteğine rağmen Yahya Kemal’in evliliğe yanaşmaması vardı. Yahya Kemal bu büyük aşkın 1916-1919 arasında sürdüğünü söyler. Bu iki sanatkâr 1930’da Sirkeci Garı’nda birbirinden ayrıldılar. Celile Hanım Paris’e yerleşti. Yıllar sonra, hapisteki oğlu Nazım Hikmet’i kurtarmak için açlık grevine başladığında Galata Köprüsü’nde onu gören Yahya Kemal imza vermeden geçip gitti.

Reklam
Reklam

  1. Cibali Tütün Fabrikası

Bugün Kadir Has Üniversitesi’ni barındıran Cibali Tütün Fabrikası 1884’te hizmete açıldı. Bu sanayi tesisinde baştan beri kadınlar da çalışmış, fabrika birlikte yaşama kurallarının öğrenildiği bir yer de olmuştur. Cumhuriyet’ten sonra edebiyatın ilk işçi romanlarından birinin kahramanları burada çalışır: Mahmut Yesari’nin Çulluk kitabının Münevver’i ile Murat’ı. Münevver Murat’ı çok sever, Murat ise köyünde bıraktığı Esma’yı. Fakat Münevver’den de ilgisini eksik etmez, çünkü “sol gözünü hafifçe kırpıp yanaklarını çukurlaştırarak ne tatlı güler… Münevver o zaman Esma’yı öyle andırır, Esma’ya öyle benzer ki…” Yoksulluk bir yandan, çalışma şartları bir yandan, insanların dedikodusu bir yandan hayat herkes için zordur, ama sevgiler ölümüne ve sahicidir. Murat’ın adalet duygusuyla sevgisi arasında bölünmesinin sürüklediği hikâye ölüm, hayal kırıklığı, özlem, pişmanlığı barındıran çok hazin bir sonla biter.

  1. Pierre Loti

Reklam
Reklam

Eyüp’e tepeden bakan bir tepeye ve üzerindeki kahveye ismini vermiş yazar Pierre Loti 1850’de, Fransa’da doğmuştu. Bir deniz subayı olarak seyahat ettiği ülkelere hayranlık ve şefkatle, aynı zamanda birtakım klişelerle bakan bir oryantalistti. Aklındaki değişmez, yenilenmez, zamanın yavaş aktığı “Şark” şehri imgelerine çok uygun bulduğu Eyüp’ün sırtlarında uzun vakitler geçirirdi. İlk romanı Aziyade 1879’da yayımlandı. Avrupalı bir deniz subayıyla zengin, yaşlı bir adamın hareminden bir kadın arasındaki aşk hikâyesini anlatan roman Selânik’te başlar, İstanbul’da devam eder. Pierre Loti trajik bir sonla biten romanın başından geçen olaylara dayandığını hissettirir, hatta sevgilisinin mezar taşını bir başkasıyla değiştirip aslını Fransa’ya taşıdığı da rivayet edilir. Kozlu Mezarlığı’nda, 1879’da ölmüş Hatice adlı bir kadının mezarının yanında fotoğrafı da vardır. Hatice gerçekten Aziyade miydi, yoksa Aziyade bazen iddia edildiği gibi aslında bir delikanlı mıydı, bunu herhalde hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Kesin olan Pierre Loti’nin İstanbul’a her geldiğinde kadınların büyük ilgisini çektiği, “müsaade et, kedin olayım,” diye mektuplar aldığı. Ne de olsa Pierre Loti çok sevdiği kedisi için gemide bir doğum günü bile düzenlemiştir.

Reklam
Reklam

  1. Abanoz Sokak

Abanoz Sokak, Balo Caddesi ile Sakızağacı Caddesi’nin arasındaki sokağın adıydı. Vaktiyle burası genelevlerine ayrılmış sokaklarındandı. Bu sokağın kadınları, aşkın çirkefin içinden çıkan, altın değerinde bir amber olduğunu iyi bilirdi. Gazeteci Doğan Katırcıoğlu’nun “Ayıp Sokağı” dediği bu yerde, kim olduğunu bilmeden gazeteci Halil’e tutulan Fatoş, ya da gerçek adıyla Cemile, aşkı en karasından yaşamıştır. Halil de ona âşıktır, ne var ki ne Cemile patronundan kurtulabilir ne de gazeteci kendi bildiği hayattan vazgeçebilir. Halil, Cemile’nin oğluyla yaşadığı, kendi deyimiyle “namuslu” evine gelme hakkına sahip olur. Birlikte İstanbul’da gezerler, tozarlar, akşam olduğunda ise Cemile Abanoz Sokağı’nda, kapısında kuyrukların beklediği o evin yolunu tutar. Nihayet Halil bir başkasıyla evlenmeye karar verir; nikâh davetiyesini getirip verir Cemile’ye, ve o andan itibaren “eniştemiz” olur onun için. Cemile bir de öğüt verir ona: “Sen kahveni iç ve git. Seni evde yengem bekliyor. Sakın hiçbir eve sarkma, pişman olursun. Doğru evine. Bir daha da görmeyeceğim seni burada...”

Reklam
Reklam

  1. Aşıklar Mezarlığı

Bir zamanlar, Kasımpaşa’yla Beyoğlu arasında, Beyoğlu ya da Aşıklar Mezarlığı denen bir mezarlık uzanırdı. Söylentiye göre, fakir bir gençle zengin bir ailenin kızı birbirlerine âşık olmuşlar. Ne var ki kızın dadısı da aynı delikanlıya gizli gizli sevdalanmış. Kızın ailesi beklenmedik bir şekilde evliliği onaylayınca, dadı âşıkları ayırmak için bir kurnazlık düşünmüş: Delikanlıya ailenin vaziyeti öğrenince kıyameti kopardığını, kızı geceleyin çeşme başından kaçırmasını söylemiş. Tabii güzelce yüzünü kapatarak kendi gitmiş buluşmaya. Delikanlı, kimi kaçırdığını anlayamadan dadıyla birlikte memleketine varmış. O sırada genç kız sevgilisi gitti diye ağlaya ağlaya can vermiş. Düğün günü delikanlı da sevgilisini değil dadıyı kaçırdığını anlayınca hemen Kasımpaşa’ya koşmuş, ama nafile. O da mezarlıkta bekçi olmuş, kısa süre sonra da ölüp sevdiğinin yanına gömülmüş...

  1. Tellibaba

Tellibaba’nın türbesiyle ilgili anlatılan efsanelerden birine göre Tellibaba’nın kendisi de aşk acısından mustarip olup manevi aşkta teselli bulmuş bir faniymiş. Boğaz’da iki komşu aile varmış. Yalıları yan yanaymış, çocukları birlikte büyümüş. Çocukların evleneceğine kesin gözüyle bakılıyormuş. Gelgelelim iki aile her nedense birbirine düşman olmuş. Çocuklar bunun üzerine kaçmaya karar vermişler. Bir kayığa binip Boğaz’a açılmışlar, çok geçmeden aileler arkalarından yetişmiş. Atılan kurşunlardan biri kızı öldürmüş, kayık devrilince erkek de suya düşmüş. Erkek uzun boğuşmalardan sonra Sarıyer sahilinde karaya vurmuş. Bugünkü ziyaretgâhın olduğu yere gelmiş, dünyaya kapılarını kapamış, sevgilisinden kalan gelin tellerini başına sarıp kendini manevi aşka vermiş.

Reklam
Reklam

  1. Hollanda Başkonsolosluğu

İstiklâl Caddesi’ndeki Hollanda Başkonsolosluğu, bahçesinde bir aşk hikâyesinin kahramanına adanmış anıt barındırır. Anıtta, bir tabutun üzerine uzanmış bir kadın tasvir edilmiştir. Efsaneye göre bu kadın Beyazgül adında Çerkes bir cariyedir ve 18. yüzyılda İstanbul’a tayin edilen Felemenk elçisi Cornelis Calkoen’le büyük bir aşk yaşamışlardır. Amsterdamlı, tekstil tüccarı bir aileden gelen Cornelis İstanbul’a 1727’de, elçi olarak gönderildi. Hızlı ve yoğun bir bekâr hayatı olan Cornelis bu sayede şehrin nüfuzlu ailelerinden pek çok bilgi de topluyordu. Fakat Beyazgül adında azatlı bir cariyeyle karşılaşınca bütün hayatı değişti. Bütün İstanbul’un ve Hollanda’nın da haberdar olduğu bu ilişki Cornelis’in1744’te Hollanda’ya çağrılmasıyla büyük bir yara aldı. Yine de Beyazgül’le bağları kopmamış, aşkları mektuplara dökülüyordu. Nihayet yirmi yıllık bir ayrılıktan sonra Cornelis İstanbul’a dönme imkânını elde etti ancak İstanbul’a dönemeden aniden öldü. Beyazgül onun ölüm haberini alınca elçiliğin kapısında yığılarak can verdi. Beyazgül’ün ruhunun hâlâ sarayda dolaştığına, her yeni elçi geldiğinde Cornelis mi diye baktığına inanılır. Konsolos ve elçi eşleri arasında binada tabloların büyüdüğünü, kapıların kendiliğinden açılıp kapandığını anlatanlar vardır.

Reklam
Reklam

  1. Beylerbeyi Sarayı

Beylerbeyi Sarayı özellikle burada ağırlanmış itibarlı yabancı konuklarıyla türlü söylentilere konu olmuştur. Bu konukların başında Fransızların İmparatoru III. Napoléon’un karısı İmparatoriçe Eugénie gelir. Sultan Abdülaziz’in 1867’de, Paris’teki Dünya Sergisi vesilesiyle çıktığı Avrupa seyahatine cevaben, aynı zamanda Süveyş Kanalı’nın açılışına giderken 1869’da İstanbul’a uğrayan Eugénie şehri gerçek anlamda sarsmıştır. İmparatoriçenin varlığı büyük ilgi çekmiş, genellikle mavi kıyafetler giydiği için maviler moda olmuş, şehirde yaşayan Fransızlar ve Fransız kurumları onunla görüşmek için kuyruğa girmiştir. Öte yandan Sultan Abdülaziz’in Eugénie’ye büyük bir muhabbet duyduğu, hatta Valide Sultan’ın bu nedenle Eugénie’ye soğuk davrandığı günümüze kadar gelmiş dedikodulardandır. Hatta rivayete göre padişah bir gece saltanat kayığıyla Beylerbeyi Sarayı’na gidip orada kalmıştır bile. Yıllar sonra Necip Fazıl Sultan Abdülaziz’in durumunu “bir Holivud dilberine” tutulmuş gibi Eugénie’ye aşık olmuştu diye tarif etse de, bu bilgileri kimin, ne vesileyle öğrenip kuşaktan kuşağa aktardığı meçhuldür. Yine de Eugénie’nin Sultan Abdülaziz 1876’da intihar ettikten –belki de öldürüldükten- çok sonra İstanbul’a geldiği ve ilk gelişinde kaldığı sarayı görmeyi talep ettiği de bir gerçek. Aralarında sahiden ne olup bittiğini bir tek kendileri, belki bir de en yakın sırdaşları söyleyebilirdi bize.

Reklam
Reklam

  1. Göksu

Başta Mrs Pardoe olmak üzere, Flandin, Jouannin, La Baronne Durand de Fontmagne, Edmondo de Amicis ve daha pek çok yabancı seyyah bir mesire yeri olarak “Asya’nın tatlı suları” dedikleri Göksu’yu uzun uzun anlatır. Kayıkla servilerle çevrili derenin içlerine doğru gitmek büyük bir keyiftir. Epey ileride basık bir tahta köprü vardır. Çayırda “Padişah Ağacı” denen, altına sultan için halı serilen bir ağaç bulunur. İstanbul halkı buraya cuma günleri, öğlen namazından sonra kayıklarla ya da arabalarla akın ederdi. Halk, üzeri gölgelikle kapatılmış, yaysız arabalara sığışır, saray hanımları ise Viyana’dan, Paris’ten getirtilmiş, son moda arabalarla gelirlerdi. Burası âşıkların da buluşma yerlerindendi. Fakat o zamanlar karşılıklı konuşmak zor olduğundan potin bağlamak, paça düzeltmek, kibrit çakmak, kuvvetli ayak vurmak, öksürmek gibi bütün hareketler birer işaret kabul edilir, âşıklar bu pandomim oyunuyla istedikleri her şeyi birbirlerine anlatırlardı. Ahmet Rasim, Fuhş-i Atik’te bu oyunun şifrelerini ayrıntılarıyla verir. Örneğin kadının saçı topuzsa uzak bir yere, yapmamışsa yakınlara gidebileceklerini anladığını söyler. Kadının yaşmaklı zamanında, başındaki tarağın sağda veya solda olmasına göre annesini, babasını ziyaret mecburiyetinde olduğu, sağ gözünü kırparsa karşısındakiyle eğlendiği, sol gözünü bir kere kırparsa saat birde, iki kere kırparsa saat ikide bekleyeceği, ikisini birden kapatıp hemen açarsa yarım saat sonra geri döneceği anlaşılırdı. Elindeki yelpazesini sağ şakağına götürürse bir sıkıntısı olduğu, ama âşığını düşündüğü belli olurdu. Mendil kullanmak da uzun sohbetlere bedeldi. Mendili göze götürerek, yelpaze gibi kullanarak, burna değdirerek, ağza indirerek “ağladım”, “seni nereden gördüm, keşke görmeseydim”, “gözlerim kör olsun ki aklım sende” cümlelerini kurmak mümkündü. Göksu’daki kayık sefalarında, haliyle şemsiyenin önemi büyüktü. Az eğilirse “sana gücendim”, iyice eğilirse “vallahi dargınım”, sağdan sola alabanda ederse “durma geç”, çokça arkaya düşerse “gene helecanım kalktı”, bütün bütün arkaya dayanırsa “ne hallere giriyorum, gör de merhamet et!”, kapanıp kalırsa “sonra gününü tâyin ederiz” denmiş olurdu.

Anahtar Kelimeler: