Kazım Koyuncu'ya mektup Türkiye'yi ağlattı

Kazım Koyuncu'yu 10. yılında sanatçı dostu Şevval Sam da unutmadı. Kazım Koyuncu'ya mektubunu "Sevgi bağı beden tanımaz, canım kardeşim. Hasretle..." sözleriyle bitiren Şevval Sam'ın sözleri Türkiye'yi ağlattı.

Şevval Sam, Kazım Koyuncu'nun aramızın ayrılışının 10. yılında duygusal bir yazı kaleme aldı. Pek çok projede birlikte yer aldığı arkadaşını kaybetmenin acısını anlatan Şevval Sam, Kazım Koyuncu'ya yazdığı mektuptaki "Gittiğinde sen benden 1 yaş büyüktün, şimdi ben 9 yaş büyüğüm senden." sözleriyle başladığı mektubunu . "Sevgi bağı beden tanımaz, canım kardeşim. Hasretle..." sözleriyle bitirdi. Kazım Koyuncu'ya yazdığı mektubun her satırıyla hüzne boğan Şevval Sam, Türkiye'nin 10 yılından, geziden, Türkiye'nin siyasi taplosundan bahsetti Kazım Koyuncu'ya. İşte, Şevval Sam'ın Kazım Koyuncu'ya yazdığı Kafa dergisinde yer alacak mektup ve Türkiye'nin unutulmayacak değeri Kazım Koyuncu'nun dolu dolu geçen yaşamı!

KAZIM KOYUNCU KİMDİR?

7 Kasım 1971'te doğan Kazım Koyuncu, Müziğe ortaokul birinci sınıfta mandolin çalarak başlamıştır. Çocukluğu, "üstadım" dediği, "Kemençeci Yaşar" lakabı ile tanınan Yaşar Turna'nın yanında türkü dinleyerek geçen Kazım Koyuncu, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden siyasi nedenlerle ayrılmıştır. 1992'de henüz 20 yaşında iken Ali Elver ile "Dinmeyen" adlı özgün müzik grubunu kurmuş ve profesyonel müzik hayatına başlayan Kazım Koyuncu, geleneksel Karadeniz müziği ile Rock'n'Roll müziği sentezleyerek kendi tarzını yaratmıştır. Viya adlı ilk solo albümünü 2001'de çıkaran Kazım Koyuncu, Şevval Sam ile Gülbeyaz'ın müziklerini yapmıştır. Gülbeyaz dizisinin başrol oyuncusu Şevval Sam, bu albümde "Ben Seni Sevduğumi" türküsünü seslendirirken ikili "Gelevera Deresi" türküsü ile de düet yapmıştır. 2004 yılında kanser olan Kazım Koyuncu, 33 yaşında kansere yenik düşmüş, bin kişinin katıldığı törenle gözyaşları içinde memleketi Hopa'ya uğurlanmıştır.

Canım Kardeşim

Gittiğinde sen benden 1 yaş büyüktün, şimdi ben 9 yaş büyüğüm senden. Saçlarının ne kadar beyazlayacağını, hayatın seni nasıl demleyeceğini, şarkılarını, sözlerini ne renklere boyayacağını hiç bir zaman bilemeyeceğiz. Gidiverdin vakitsiz..

Biz işte öyle… Devam… Hala yaşamın bir yerlerinden tutunmaya çalışıyoruz. Alan olmadı mı vermek kolay değil bu nefesi. Direnmek faydasız, dersini alıp ezber etmeden bırakmıyor hayat. Eh! Benim de payıma az düşmedi; çarpa çarpa, hayatın sistemini anlamaya çalışıyorum hala... Eskisinden daha çok ihtiyacım var anlamaya zira... 40'lar biraz böyle; sen bilmezsin.

"KARADENİZ'İN SARP DAĞLARI GİBİYDİN KAZIM KOYUNCU"

Bu dünya cennet mi cehennem mi bilemedim. Garip bir matematik var burada. Babaların günahlarını çocukları ödüyor ve babaların günahları bitmek bilmiyor. Ödeyecek çok bedelimiz var gibi... Bir taraftan da, ne kadar acı çekersen o kadar büyüyorsun, öğreniyorsun. Her acı, içinde bir bilgiyi de saklıyor. Garip bir paradoks; ancak, hayatın derinliklerini keskin bir farkındalıkla gören ve kafasını çeviremeyen biri olarak geldiysen buraya, geçmiş olsun. Evet burası bir cehennem… Kalbinden gören insanlar için kaçınılmaz bir gerçek bu. Ama ne kadar zor böyle yaşamak. Sen bir ağacın, hayvanın, çocuğun, kadının ya da birhalkın acısını görürdün mesela. Kimbilir nasıl da acı çektin yaşadığın kısacık süre boyunca. Aslında ne kadar da güçlüydün. Varlığınla Karadeniz'in sarp dağları gibiydin -inatla direnişin, devrimciliğin bundandı- kalbinse hemen yağıveren bulutlarıydı o heybetli dağların...

Çaresizliğin katlanılmazlığını şarkı söyleyerek unuturdun. Sahneden başka hiç bir yere ait hissetmezdin kendini... Belki de sadece sahnedeyken affedebilirdin o acı veren ya da acı çeken insanları. Hepsi bir arada olabiliyorlar çünkü. Aynı evde, aynı sofrada, aynı şehirde aynı ülkede, aynı konserde… Onları da iyileştiriyordun, çünkü heps ibu lanet ettiğin sistemde birer kurbandı belki de…

"LİNÇ TABURLARI TÜREDİ"

Bilmiyorum sanırım eskiden de öyleydi ama şimdi galiba insanlar birbirlerinden biraz daha uzaklaştılar. Bir arada ama uzak. Sen, Lazca söylerken tüm Anadolu halklarını kucaklayan; dünyada bir yerdeyim deyip, aynı gökyüzü altında sınırların anlamsızlığından dem vuran, ateşten suya, kendini barışa adamış bir ruhsun… Ah! Bir bilsen şu sıralar herkesin, nasıl birbirinin gözünü oymak için beklediğini; bir adıma ne sınırlar çizdiğini; o sınıra yan bakanla ne savaşlar verdiğini… Tartışsan, tartışacak bir mantık zemini bulamıyorsun. Sesini, ne dediğini duyan dinleyen pek azaldı. Barış diyorsun, linç… Adalet diyorsun, linç. Hadi düşünmeni, söylemeni yasaklamaya çalışıyorlar da... Evladını kaybetmiş bir annenin yüreğindeki yangını hissettiği için birine insan olmayı yasaklayabilir misin?

Linç demişken… Sen gideli internet epey ilerledi. Bu arada da şahane(!) linç taburları türedi. "Sosyal medyada linç edilmek" diye bir kavram girdi hayatımıza… Twitter'dan, Facebook'tan her fırsatta hakaret, boykot, küfür kıyamet.. İlk uğradıklarından biri de benim. Her canlı bir gün linci tadacaktır dediydim de… Şimdi memlekette herkes payına düşenden tadıyor. (Gelsene linç çok güzel!!) Yakında "linç arsızı olmak" diye bir tabir gelişebilir. Sana bile yapabilirler miydi acaba?

"SENİN GİDİŞİNİ NASIL ÇAYA YÜKLEDİYDİK"

Hatırlıyorum da, sen televizyon vesilesiyle tanındığına çok kızıyordun. Dizi ile değil, müzikle buluşmak istiyordun kalpdaşlarınla… Televizyonu ucuz bulurdun. Haklıydın da. Hal bu ki; son zamanlarda nelerin izlendiğini görseydin, iç bulantısından ekrana bakamazdın. Bizim masum aşkları anlattığımız dönem geçmiş çoktan. Şimdi insanlar birbirine hasetle bağırıp çağırdıkça reytinglerin tavan yaptığı, insanların nefret üzerinden kazanç sağladığı bir dönem bu.

Garibim. Senin gidişinin suçunu nasıl da çaya yüklediydik... Rusya geçen, sattığımız çilekleri geri yolladı, onlar da el altından iç piyasaya sürdüler. Manav bile malını satarken sevdiği birine, "abi onu yeme, ondan alma boşver" diyorsa; Akkuyu'ya karşı gelmişsin, gelmemişsin... Zehrin sofranda, çocuğunun beslenme çantasında.

"SEVGİ BAĞI NEDEN TANIMAZ"

Ah bir bilsen nasıl kesiyorlar ağaçlarımızı. Ruhumuzu ayrı, bedenimizi ayrı nefessiz bırakıyorlar. Ama Gezi döneminde olmanı isterdim. En çok da sen gurur duyardın oradaki çocuklarla. Dünyayı cennete çevirebilecek yürekte çocukların, o umudun, paylaşımın, senin gözlerini nasıl parlatacağını tahayyül edebiliyorum. Orada hep senin şarkılarını söylediler biliyor musun? Hep ve hala da rehberlerisin onların. Hiç bilmiyorum ki.. Belki oradaki çocuklarla tanışmışsındır bile; Ali İsmail, Abdocan, Ethem... Bir de ufaklığımız vardı, Berkin... O zaten çok küçüktü. Hep küçük kalacak... Onun da boyunun ne kadar uzayacağını, nasıl bir delikanlı olacağını, nasıl aşık olacağını hiç bir zaman bilemeyeceğiz. Bedenini bir yaşta bırakıp gidenler gibi… Senin gibi…

Ah! Kazım'cığım… Gittin işte... Arkanı da dönmedin, şikayet de etmedin. Üzerinden 10 koca yıl bile geçti. Sen o yaşta kaldın. Ben her sene senden bir yaş daha uzaklaşacağım. Her sene anlatacaklarım daha da birikecek. Zaman burada bizi daha da değiştirip dönüştürecek belki… Belki kendine hapsedecek. Ne garip, burada zaman diye bir şey var değil mi? Farkettim de; sen buradayken de zamansızmışsın canım kardeşim. Bizse...Biz işte öyle... Devam... Hala yaşamın bir yerlerinden tutunmaya çalışıyoruz. Dedim ya, alan olmadı mı vermek kolay değil bu nefesi... Bu beden hapishanesinden azat olduğumuzda, bir zaman, bir biçim buluşsak keşke. Sevgi bağı beden tanımaz, canım kardeşim. Hasretle...

Anahtar Kelimeler: