Türkiye'nin geçtiği kritik dönemle ilgili Diken yazarı Levent Gültekin bir yazı kaleme aldı.
Gültekin'in bugünkü yazısı şu şekilde:
Geçtiğimiz hafta Kültür Bakanı Nabi Avcı bir konuşmasında şöyle dedi: “Memleket sıkıntıda, dua bekliyorum.”
Birkaç gün önce de ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in benzer bir açıklaması oldu: “Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en zor günlerini yaşıyor.”
14 yıldır Türkiye’yi yönetenlerin, ülkenin yaşam mücadelesi verir duruma gelmiş olmasından yakınmaları hakikaten anlaşılır gibi değil.
Türkiye’yi ‘Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en zor günler’in içine kim soktu? Hangi politikalar buna neden oldu? Bir ülke 14 yılda ne oldu da duaya muhtaç bir ülke haline geldi?
İktidar mensupları bu sorular üzerine hiç kafa yormuyor.
Belki farkında değilsiniz ama bu ülkenin yönetiminde siz varsınız. Fakat yönetemiyorsunuz.
Bu hale siz getirdiniz. İdeolojik saikle uyguladığınız politikalar ülkeyi komaya soktu.
Mesela Suriye politikası.
Politika belirlerken Türkiye’nin yararını düşünmekten çok ideolojik kazanç peşindeydiniz.
Suriye parçalanırsa bundan en çok Türkiye’nin etkileneceği apaçık ortadaydı. Buna rağmen Ortadoğu’da başlayan Arap Baharı’ndan İslamcıların lehine bir kazanım elde etmek amacıyla uyguladığınız politikalar, hem Suriye’yi yıkıma götürdü hem de ülkemizi felakete sürükledi.
Çünkü o yanlış politikalar nedeniyle etrafımız terör çemberi haline geldi.
Suriye politikası Türkiye’nin hem ABD hem AB hem Rusya hem İran’la ilişkilerini bozdu.
Bozulan ilişkilerin birçok alanda olduğu gibi ekonomiye de olumsuz etkisi var.
Mesela geçen yıl ülkenin turizmden gelir kaybı 9 milyar dolar.
Sadece bunlar değil.
Ekonomist olmaya gerek yok. Birazcık dünyayı bilen, işlerin nasıl yürüdüğünü az buçuk anlayan herkes biliyor ki bir ülkedeki demokrasinin, özgürlüğün standardı, bağımsız kurumların varlığı ekonomiyle doğrudan bağlantılı.
Yani özgür olmayan, bağımsız yargısı, bağımsız kurumları olmayan, demokrasisi sağlıklı işlemeyen ülkelere yabancı yatırımcı güvenip de parasını getirmez.
Yani yatırımcı, OHAL kararnamesiyle bir gecede insanların malına mülküne el konulan, bağımsız kurumları, işleyen hukuku olmayan, tek adamın her şeye karar verdiği ülkelerden kaçar.
Bu durumda o ülkenin ekonomisi zayıflar veyahut çöker. Özellikle bizim gibi ekonomisi yabancı kaynakla ayakta duran ülkeler için bu kaçınılmaz bir sondur.
Çünkü yatırımcı o ülkedeki bağımsız kurumların varlığına, bağımsız yargının işleyişine, medyanın durumuna bakar. Özgürlüklere bakar. Ve en önemlisi de bu ülkenin dünyayla ilişkisine bakar. Olur da bir terslik olursa parasını kolayca geri çekebileceğini bilmek ister.
Eğer kalacaksa da riskine karşılık yüksek kazanç, yani yüksek faiz oranı bekler.
Yani güven veremiyorsanız yüksek faiz verirsiniz. Bu da gösteriyor ki faiz neden değil, sonuç.
Bütün dünyayla ilişkileri bozdunuz. Her gün önünüze gelene tehditler savuruyorsunuz. Yabancı yatırımcının güven duymasını sağlayacak demokrasi, özgürlük, bağımsız yargı gibi tüm alanlarda büyük tahribat yarattınız.
Bunun neticesinde yabancı yatırımcılar kaçıyor. Bankalar döviz çarkını döndürmek için ihtiyaç duydukları borcu bulmakta zorlanıyor. Diğer taraftan dünyayla ilişkiler zedelendiği için mal satamıyorsunuz ve ihracat geliri düşüyor.
Elde kalan birkaç Afrika ülkesi, birkaç Müslüman ülkeyle de ekonominin çarkını döndüremiyorsunuz.
Durum bu kadar açık bir şekilde ortadayken siz ne yapıyorsunuz?
“Tamam bir dakika arkadaş niye bizden kaçıyorsunuz? Geçici olarak ihtiyacımız vardı ama artık OHAL’e son veriyoruz. Bağımsız yargıya yeniden işlerlik kazandıracağız, demokrasiyi güçlendireceğiz, tek adam rejimi hayalimizden vazgeçeceğiz, burasını sizin için güvenli bir ülke yapacağız lütfen gitmeyin” deyip yabancı yatırımcıya güven verecek adımlar atacağınıza tam tersi işler yapıyorsunuz.
Bu da yetmezmiş gibi dönüp halka “Bozdurun dövizlerinizi, verin şunların parasını gideceklerse gitsinler” türü ergen tavır takınıyorsunuz.
Üstelik bu çağrınız panik havası yaratmaktan, parası olanlarda da “Acaba parama el koyarlar mı” endişesi yaratmaktan başka bir işe yaramıyor.
“Yaramıyor” diyorum çünkü geçtiğimiz günlerde Hürriyet ekonomi yazarı Uğur Gürses’ten dinledim: Bankalar, devlet, özel sektör dahil borçlarını döndürmek için Türkiye’nin tüm döviz yükümlülüğü 610 milyar dolar. Ülkedeki, yani halkta, bankalarda, devlette var olan döviz miktarı ise 210 milyar dolar.
Yani halk, devlet, bankalar… herkes elindeki dövizi bozdursa da ihtiyacın ancak üçte birini karşılıyor.
Yani bu çarkı döndürmek için hem yeni yatırımcıya ihtiyaç var hem de bankaların dışarıdan kolayca borç bulabilmesi gerekiyor.
Yani yaşadığımız, ekonomik krizden çok siyasi bir kriz.
Bu krizin durması için yerli, yabancı yatırımcının güven duyacağı ortamın oluşturulması gerekiyor.
Hem bunu sağlama, hem yabancı yatırımcıya “Gidersen git, paşa gönlün bilir” de, hem de “Ekonomi çöküyor ülkemizin duaya ihtiyacı var” de.
Olacak şey mi?
Demek istediğim şu: Ülkeyi duaya muhtaç, hale siz getirdiniz. Sizin ideolojik saikle belirlenmiş o akıl dışı politikalarınız sonucunda Türkiye ölüm kalım savaşı veren bir ülke durumuna geldi.
Tek adam rejimi kurmak, tek bir kişinin hırsına, arzusuna uygun ülke yaratmak için demokrasiyi, hukuku, özgürlükleri, bağımsız medyayı, bağımsız kurumları yok ettiniz.
Bunun neticesinde de dış politikada, ekonomide, iç politikada… her alanda büyük bir yıkım yaşıyoruz.
Ve tüm bunlar ortadayken hâlâ durumdan ders çıkarıp yanlış politikalardan vazgeçmiyorsunuz.
Ve şimdi kalkmış duaya ihtiyacımız var diyorsunuz.
Dua ederken ne diyelim?
Ülkeyi felakete sürükleyen yanlış politikaları inatla sürdüren sizler varken dua ne işe yarayacak?
Evet dua ediyoruz: Allah size akıl, fikir, vicdan versin. Tek adamın değil ülkenin yararına işler yapacak cesaret nasip etsin.