Geçen hafta para politikası açısından oldukça yoğun bir haftaydı. Çarşamba günkü ABD Merkez Bankası (Fed) toplantısının ardından Başkan Jerome Powell'ın çizdiği tablo oldukça karamsardı. Powell ilk defa bu krizi 1930'ların Büyük Buhran'ı ile karşılaştırdı. İlk çeyrekte yüzde 4.8 küçülen ABD ekonomisinde esas darbenin ikinci çeyrekte geleceğini not etti.
Fed'den bir gün sonra toplanan Avrupa Merkez Bankası (ECB) de benzer mesajlar verdi. Başkan Christine Lagarde savaş sonrası dönemde "benzeri görülmemiş" bir daralma yaşandığına işaret ederken en kötü senaryoda ikinci çeyrek daralmasının yüzde 15'i bulabileceğine dikkat çekti.
ECB bankalara negatif faizle borç vermeye başlayacak. Bu şekilde, üzerine faiz ödeyerek bankalara fonlama sağlanıp kredi akışını sürdürmek hedefleniyor.
İki büyük merkez bankasının da aynı anda böylesine karamsar bir tablo sunması, krize ilişkin öncü verilerin nihayet toplanmaya başlanıp olayın ekonomik boyutlarının biraz daha şekillenmesi ile ilgili. Görülen o ki hasar çok büyük. Salgının daha ne kadar süreceğine dair kimse net bir fikir sahibi olmadığından bir çeyrekten öteye tahmin bile yapılamıyor. Ancak mevcut hasarın kalıcı olmasını engellemek için çaba sarfediliyor.
Peki bu nasıl olacak? Merkez bankalarının elinde tek bir araç var. O da para arzı. Dolayısı ile kriz durumunda yapabildikleri para arzını artırıp borçlanmayı kolaylaştırmak ve likidite akışını hızlandırmak.
Bu şekilde kriz nedeni ile üretemeyen, gelir akışı sekteye uğrayan kesimlerin daha rahat kredi bulup borçlarını ödeyebilmesi, iflasa sürüklenmemesi hedefleniyor.
Bu nedenle, krizin başından beri merkez bankalarının piyasadan tahvil satın almak sureti ile bilançolarını genişletip para arzını hızla artırdıklarını görüyoruz.
COVID-19 zengin fakir dinlemeden tüm dünyayı aynı anda vuran bir salgın. Malesef bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin işi çok daha zor. Çünkü elimizdeki politika araçları daha kısıtlı ve daha riskli. Bu nedenle eldeki kaynakları çok iyi değerlendirip krizden en az maliyetle çıkmamıza imkan tanıyacak çözümlere odaklanmamız çok önemli.
Yapmış olduğumuz çalışma salgını en çabuk kontrol altına alan (ve dolayısı ile ekonomik maliyeti en düşük olan) uygulamanın "tam karantina" dediğimiz, en gerekli sektörler dışında tüm sektörlerin bir ay kadar kapalı tutulduğu senaryo olduğunu gösteriyor.
Ülkeler ne kadar hızlı bir şekilde tam karantinaya geçerlerse salgın o kadar hızlı son bulduğu için normalleşme başlıyor ve ekonomi toparlanmaya başlıyor.
Dünyada salgınla mücadele örneklerine baktığımızda kimi ülkelerde kısmi karantina uygulandığını, kimilerinde ise kısmi karantina ile salgın kontrol altına alınamayınca tam karantinaya geçildiğini görüyoruz. Türkiye'deki uygulama ise 20 yaş altı ve 65 yaş üstü için tam karantina şeklinde. Bu grup nüfusun yaklaşık yüzde 40'ında karşılık geliyor. Toplumun diğer kesimlerde hafta arası kısmi, hafta sonları tam karantina uygulanıyor. Araştırmamız, tam karantinaya ne kadar yaklaşıp izolasyonu ne kadar artırabilirsek karantina süresi ve ekonomik maliyetin o kadar kısaldığını gösteriyor.
Tam karantina uygulamasının maliyetini GSYH cinsinden yaklaşık yüzde 4.5 olarak hesapladık. Bu maliyetin ekonomik büyümeye etkisi ise bir önceki çeyreğe göre yaklaşık yüzde 12'lik bir daralma şeklinde. Dolayısı ile elde ettiğimiz rakamlar Powell ve Lagarde tarafından teleffuz edilmeye başlanan ciddi daralma beklentileri ile tutarlı.
Krizin faturası ülkeler arasında benzerlik gösterince alınan önlemler de benzerlik gösteriyor. 31 mart sonrası dönemde TCMB'nin de tahvil alımlarını ciddi şekilde hızlandırarak bilanço genişlemesine gittiğini görüyoruz.
Son olarak şunun altını çizelim: Hepimiz karantina uygulamalarının biran önce bitip normal hayatımıza dönmeyi umuyoruz. Ancak virüse karşı etkili bir ilaç ya da aşı geliştirilmeden erken rehavet ikinci bir dalga getirebilir. Bu tehlikeyi göz önünde bulundurup, iki aya yakın bir süredir yaptığımız fedakarlıkların boşa gitmemesi adına enfeksiyon sayıları azalsa da normalleşme dönemini ağırdan alıp temkinli davranmamız gerekiyor.