11 yaşıma kadar sadece gri tonlarını görebildiğimin farkında değildim. Renkleri görebildiğimi ama birbirine karıştırdığımı düşünüyordum.
Bana, çok nadir görülen bir hastalık olan 'akromatopsi' tanısı konması, hepimizde şok etkisi yarattı ama en azından sorununun ne olduğunu biliyorduk artık. Doktorlar hastalığın tedavisinin mümkün olmadığını belirttiler.
16 yaşıma geldiğimde resim eğitimi almaya karar verdim. Özel öğretmenime yalnızca siyah ve beyaz renkleri görebildiğimi söylediğimde ilk tepkisi, "O halde burada ne işin var?" demek oldu. Ona, rengin ne olduğunu anlamak istediğimi söyledim.
Gri tonları üzerinde odaklanan, sadece siyah ve beyazın kullanıldığı resim eğitimi almama izin verildi. Figüratif resmi seçtim, başka insanların, gördükleri şeylerle benim görüşümü karşılaştırmaları için görebildiklerimi aynen resmetmeye çalışıyordum. Ayrıca tarihte birçok insanın renklerle ses arasında bir ilişki kurduğunu da öğrendim.
Üniversitedeyken, Plymouth Üniversitesi'nde okuyan Adam Montandon'un sibernetik dersine girdim ve kendisine renkleri görmemi sağlayabilecek birşey yaratıp yaratamayacğımızı sordum. Montandon, basit bir gereç çıkardı ortaya. Bilgisayar kamerası, bilgisayar ve kulaklıktan oluşan bir gereçti bu. Bir de karşımdaki her türlü rengi, sese dönüştüren bir yazılım hazırladı.
Buna göre, kırmızı rengin frekansını işitecek olsak, bu, Fa ile Fa diyez arasında bir nota olurdu. Kırmızı, en düşük frekanslı renk. En yüksek frekans ise, mor renge ait.
'Sibernetik göz'ümü 24 saat yanımda, sırt çantamda taşımaya başladım. Bu gereç ve vücudum bütünüyle birbirlerine bağlanmış gibiydi. 2004 yılından beridir başımdan çıkarmadım, arada bir bozulduğunda yenisiyle değiştirmek dışında.
'Sibernetik göz'üm, kafamdan çıkan bir antene benziyor ve yüzüme doğru uzanıyor. Başımın arkasında ışık dalgalarını sese dönüştüren bir çip yer alıyor. Ve ben renklerin sesini, kulaklarımla değil, kemiklerim aracılığıyla duyuyorum.
Başlangıçta, sürekli ses yüklemesi olduğundan büyük baş ağrıları çekiyordum. Ama beş hafta sonra beynim alıştı; müzik ve gerçek sesle, renkler arasındaki bağlantıyı kurmaya başladım.
Ve renkli rüya görmeye başladım.
Bu gereç, resmi algılayışımı da değiştirdi. Renk ve sesin tamamen aynı şey olduğu yepyeni bir dünya yaratmıştım artık kendime. Ses portreleri yapmaktan hoşlanıyorum. Bir insanın yüzüne iyice yaklaşıyorum; saçının, cildinin, gözlerinin, dudaklarının sesini saptıyorum ve daha sonra bu yüze ait özel bir akor yazıyorum.
Şu sıralarda ünlü çehrelerin ses portrelerinden oluşan bir galeri oluşturuyorum. Bu işe 2005 yılında eğitim gördüğüm Dartington Resim Fakültesi'ni ziyaret eden Prens Charles ile başladım.
Bana, "başındaki şey nedir?" diye sormuştu. Ben de Prens Charles'a "yüzünü dinleyip dinleyemeyeceğimi" sordum. Çok ahenkli bir yüz sesi vardı.
Bazı insanlar çok güzel olabiliyor ama yüzlerinin verdiği ses pek de ahenk olmuyor. Tabii ahenk kavramı da göreli bir algılama.
İnsanlar, başından elektronik bir gereç çıkan bir insanı gördüklerinde, hemen gülmeye başlıyor ya da size ne yaptığınızı soruyorlar. Hatta bazen garip işler çevirdiğim kaygısıyla bazı yerlere girmeme izin verilmiyor.
Geçen yıl bir gösteri sırasında üç polis, kendilerini filme çektiğini zannederek üzerime hücum etti. "Renklerin sesini dinliyorum" dedim, bu sefer de kendileriyle dalga geçtiğimi düşünerek kamerayı başımdan çıkarmaya çalıştılar.
Elektronik gözün geliştirilmesi sürecinde, dur durak yok.
Şu anda 360 rengi tanıyorum. Bu işi kızılötesine de vardırdım. Böylece insan gözünün göremediği renklerin sesini de duyabiliyorum. Şimdi morötesini görebilme çabası içindeyim. Bu çok önemli zira, morötesi, insan cildine zarar verebiliyor.
Benim en sevdiğim renk ise, patlıcan rengi. Siyah gibi görünüyor ama aslında çok koyu mor. Ve çok tiz bir sesi var.