Biyografi ustası olarak tanınan Stefan Zweig, dünya edebiyatında eserleri en çok okunan yazarlar arasında yer almaktadır. Psikolojik analizlerindeki olağanüstü başarısı, onun kitaplarının bu denli sevilmesini sağlamıştır. Gelin, intihar etmeden önce yazdığı son kitap olan Satranç ile adı bütünleşen Stefan Zweig’ın “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” kitabında geçen, mutlak aşkın kıyılarında dolaşan; imkansız, karşılıksız, tek taraflı ve hatta “farkına varılmayan” bir aşkı tarif ettiği cümlelerinin derinliklerine birlikte dalalım.
Ondan önce yalnızca bulanık ve karışık bir şeyler vardı, hatırlama çabalarıyla asla derinine inilemeyen bir şeyler, belki toz tutmuş, örümcek ağlarıyla örülmüş, karanlık yüreğimde hiçbirinin bilgisi bulunmayan nesnelerle ve insanlarla dolu herhangi bir mahzen.
Benim için her şey, ancak seninle ilintili olduğu ölçüde vardı, hayatımdakilerin hepsi ancak seninle bağıntılı olduğu ölçüde anlamlıydı. Bütün hayatımı değiştirmiştin.
Akşamları belki yüz kez bir bahane icat ederek, odalarından hangisinde ışık yandığını görmek, böylece de senin varlığını, o görünmeyen varlığını daha bir bilerek hissetmek için aşağıya, sokağa koşardım.
Vücudumu acıtan zeminde üstümde sadece ince bir giysiyle yatıyordum, çünkü bir şey örtmemiştim, uykuya dalarsam senin ayak seslerini duyamam korkusuyla ısınmak istemiyordum. Acılar içindeydim, kramp giriyormuşçasına ayaklarımı yukarı çekip büzülmüştüm, kollarım titriyordu: o korkunç karanlığın içi öylesine soğuktu ki, ikide bir ayağa kalkmak zorunda kalıyordum. Bekledim, bekledim, seni kaderimi beklercesine bekledim.
Bana aldıkları yeni ve renkli giysileri giymiyordum, konserlere, tiyatrolara gitmeyi veya neşeli gruplarla yapılan gezilere katılmayı reddediyordum. Neredeyse sokağa bile çıkmıyordum: İki yıl yaşadığım o küçük şehirde on sokağı bile tanımadığıma inanabilir misin sevgilim? Matemdeydim ve matem tutmak istiyordum, seni görmekten yoksun oluşuma, kendimi mahkûm ettiğim bütün öteki yoksunlukların esrikliğini ekliyordum.
Ve ayrıca, dikkatimin sadece sende yaşamaya ilişkin tutkumdan başkaca bir şeye kaymasını istemiyordum. Yalnız başıma evde oturuyordum, saatlerce, günlerce ve seni düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, sana ait yüzlerce küçük anıyı, her karşılaşmayı, her bekleyişi kendim için yeniliyordum, bu küçük olayları birer tiyatro oyunu gibi kendime oynuyordum.
Sana olan tutkum hep aynı kaldı, sadece bedenimle birlikte o da farklılaştı, daha bir uyanmış olan duygularımla birlikte daha kasıp kavurucu, daha bir bedensel ve kadınsı hal aldı.
Ve demir kepenkler arkamdan gürültüyle iner inmez sevgili hedefime koşuyordum. Seni yalnızca bir defa olsun görmek, yalnızca bir defa sana rastlamak, yalnızca bir defa daha bakışlarımla uzaktan olsun yüzünü kucaklayabilmek, tek arzumdu.
Apartmanın önünde seni binlerce defa beklediğim kapısı, hep senin ayak seslerine kulak verdiğim ve seni ilk defa gördüğüm merdivenler, bütün ruhumla baktığım göz deliği, daire kapının önünde duran ve bir zamanlar üstüne diz çökmüş olduğum paspas, anahtarın kilidin içerisinde dönmesinden çıkan ve beni hep yattığım pusudan sıçratmış olan ses.
Hâlâ hatırlıyorum: sen uyuduğunda, senin nefesini duyduğumda, bedenini hissettiğimde ve kendimi sana onca yakın bulduğumda, mutluluktan karanlıkta ağladım.
Bedenimin sancılar içinde kıvrandığı, tıp öğrencilerinin insanı delen bakışlarının altında utançtan yandığı saatlerde bile, hatta acının ruhumu paramparça ettiği anda bile seni Tanrı’nın önünde suçlamadım; o gecelerden dolayı asla pişmanlık duymadım ve sana olan aşkımı asla azarlamadım, seni hep sevdim ve benimle karşılaştığın anı hep kutsadım. Ve bir defa daha o saatlerin cehennemini yaşamak zorunda kalsaydım, ve beni neyin beklediğini önceden bilseydim de, yapmış olduklarımın hepsini yine yapardım, sevgilim, bir defa daha, binlerce defa yapardım.
Gülünç davrandığımı ve iyi bir insanı bundan böyle kalıcı biçimde ölesiye kırmış olduğumu hissediyordum, hayatımı tam ortasından kesip ikiye ayırıverdiğimi hissediyordum, fakat bir defa daha dudaklarını hissedebilmenin, bana söyleyeceğin o ısıtıcı sözcükleri duyabilmenin karşısında arkadaşlığın ve kendi hayatımın hiçbir değeri yoktu. İşte seni böyle sevdim…
İçim rahat ölüyorum, çünkü sen o ölümü uzaktan hissedemezsin. Ölmem sana acı verecek olsaydı eğer, o zaman ölemezdim.
Ah, evet, vazo boş kalacak, bir zamanlar yılda bir defa olsun etrafında esmiş olan o hafif nefes, hayatımdan sana gelen o küçücük rüzgâr, evet, o da solup gidecek!