Osmanlı kaynaklarına bakıldığında, vali ya da kale komutanlarının tekfur şeklinde nitelendirildiği görülür. Şahsi bir isim yerine Bizans imparatorlarından da kısaca Bilecik, İnegöl, Bursa Tekfuru şeklinde bahsedilir. Tarih boyunca tekfurlar, Osmanlı’nın sınırlarını genişletirken karşı karşıya geldiği birincil kişilerden olurlar.
Kelimenin kökeni ise Ermeniceden gelir. Tekfur nedir diye soranlar için Osmanlı Türkçesinde kullanılan bu sözcüğün Hristiyan hükümdarlar, beyler için kullanılan bir çeşit şan ifadesi olduğunu belirtmek gerekir. Aynı zamanda makam betimlemesi de yapar. Tekfur kelime anlamı itibariyle “taç taşıyan” anlamına gelir. Bu kişiler, Bizans İmparatorluğu döneminde merkezden uzak şehirlerin valisi olarak görev yaparlar. Farklı görevleri yerine getiren valilerin sorumlulukları arasında idari ve askeri görevler de bulunur. Hem iç ilişkiler hem de komşularla olan ilişkiler onların idaresinde gerçekleşir.
Türkiye Selçuklu Devleti döneminde ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında, devlet ile Hristiyan beylerinin ilişkisi oldukça yakındır. Türklere yüksek vergiler ödeyen bu kişiler, bu sayede Türk akınlarına karşı kendilerini korumaya almış olur. Tarihsel süreç içerisinde bakıldığında kimilerinin Türk kumandanları ve beyleri ile akrabalık ilişkileri kurduğu da görülür. Bu durumun akınlardan korunmak için kullanılan bir yöntem olduğu da tarihi kaynaklarda geçer. Türk kumandanlarıyla kızlarını evlendirmeleri sıkça görülen bir durumdur.
Örneğin; Nilüfer Hatun, Yarhisar Tekfuru’nun kızıdır ve Orhan Gazi ile evlendirilmiştir. Kimi tekfurlar Hristiyan din kimliğini korurken kimileri zaman içinde Müslümanlığa geçer. Örnek vermek gerekirse 1313 yılında Harmankaya Tekfuru, Osman Gazi’nin himayesine girerek Müslüman olur. Pek çok savaşta Osmanlı Devleti’ni savunur. Özellikle belgelerde adı geçen Harmankaya Tekfuru Köse Mihal, akla ilk gelen, Müslümanlığa geçiş yapmış beylerden biridir. Dolayısıyla kimileri Selçuklu ve Osmanlı’nın işlerini zorlaştırır, kimileri ise destekleyici görev görür.
Tekfur ne demek sorusuna detaylı bir yanıt verdikten sonra onların görevlerini, Osmanlı beyleriyle ve halkla olan ilişkilerini de açıklamak gerekir. Gerek Osmanlı Devleti’ne gerek İslamiyet’e sayısız hizmette bulunan bu kişiler, merkezden ayrı bulunan yerlerin yönetiminde görev alır. İstanbul’da Bizans İmparatorluğu’na bağlı olarak çalışırlar. Dolayısıyla merkezden yönetildikleri söylenebilir. Ancak İstanbul’a uzak oluşları, kimileri için denetimden uzak olmayı da beraberinde getirir. Bunun sonucu olarak başına buyruk davrananlar, halktan haksız vergi toplayanlar, halka zulmedenler olur.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş zamanlarında, yani 13. yüzyılın başlarında tekfurlar ile sıkı bir mücadeleye girişilir. Osman Bey ve Orhan Bey, adaleti sağlamak ve sınırları genişletmek için vali pozisyonundaki bu kişilerle birlikte çalışır. Osman Bey, Kayı Beyi olduktan sonra Bizanslı beyler ile iyi ilişkiler kurar. Orhan Bey ile Bursa Tekfuru arasında geçen bir anlatıda Orhan Bey’in 1326’da Bursa’nın fethi esnasında, tekfurun hazinesini gazilere dağıttığı görülür. Bu da halkın Bey’e bağlılığını artırır.
Bizans İmparatorluğu’nun ortadan kalkmasıyla bu şan da yok olur. 1453 yılını, İstanbul’un fethini tekfurların tarihe geçmeleri için bir milat olarak kabul etmek de mümkündür.
Diğer adı Porfirogenetos Sarayı olan Tekfur Sarayı, İstanbul’un Edirnekapı semtinde, Fatih ilçesinde yer alır. Bizans mimarisi denildiğinde dünya çapında akla ilk gelen yapılardan biridir. Bu yetkin örnek, çok katlı, avlulu ve balkonlu oluşuyla da mimari bir değer taşır. Sarayın tarihine bakıldığında inşasının 13. yüzyılın sonlarına denk düştüğü görülür.
Blaherne saray projesinin bir ayağı olarak oluşturulur. Kimi tarihi kaynaklar ise sarayın inşasını 10. yüzyıla kadar götürür. Bu görüş farklılıklarının sebebi, sarayın farklı katlarındaki duvarlarda farklı tekniklerin kullanılmış olmasıdır. Bu görkemli saray, Bizans İmparatorluğu döneminde imparatorluk yerleşkesi olarak kullanılır. İstanbul’un fethi esnasında duvarları büyük zarara uğrar. Osmanlı Dönemi’nde ise yapı saray olarak kullanılmaz. 15. yüzyıla gelindiğinde Yahudi ailelerin yaşadığı bir yer haline gelir. İlerleyen yüzyıllarda belirli bir kısmı yıkılır, bir dönem hayvanların barındığı ve yaşadığı bir yapı işlevi bile görür. Özetle çok amaçlı bir kullanımla karşılaşılır.
Seyahatnamelerde adı geçen sarayda, 1719 yılında Sadrazam İbrahim Paşa gözetiminde bir çini atölyesi kurulur. İznikli ustaların işlettiği bu atölye, ürettiği çinilerle İstanbul’un dört bir yanındaki yapıları süsler. III. Ahmet Çeşmesi, Kasımpaşa Camii, Hekimoğlu Ali Paşa Camii, Tekfur Sarayı çinilerinin kullanıldığı tarihi yapıların yalnızca birkaçıdır. 19. yüzyıla gelindiğinde saray cam fabrikası olarak kullanılır. 1800’lerin ikinci yarısında çevre evlerde çıkan yangın, sarayın büyük kısmının zarar görmesine yol açar. Özellikle mermerler ve balkon kısmı tahribata uğrar. 1955 senesinde Ayasofya Müzesi’nin müdürlüğüne bağlanan saray, 2005-2014 tarihleri arasında restore edilir. Bugün İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı bir Osmanlı Çini Müzesi olarak ziyaret edilebilir. Müzede Osmanlı ve Bizans döneminden kalma çiniler, çömlekler ve cam eserler de sergilenir. Saray, tarihe bir yolculuk yapmak isteyenler için eşsiz bir mekandır.
Dikdörtgen bir yapısı olan sarayın bir de avlusu bulunur. Tuğladan ve beyaz taşlardan inşa edilen yapının sütunlu kemerleri de göz alıcıdır. Piri Reis’in İstanbul Haritası, sarayı doğu cephesinde bir balkonla resmeder. Tarihi değeri kadar mimari değeri de öne çıkan sarayın İstanbul’un kültür hazinelerinden biri olduğunu söylemek mümkündür.