Yazı ve fotoğraflar: Bünyad DİNÇ
Özel yerlerim vardır benim; her biri farklı izlerle zihnime kazılıdır. O yüzden tekrar tekrar ziyaret ederim, o yerin her anını yakalamak isterim. Özellikle de Anadolu’nun turistik olmamış tarihsel ve arkeolojik kalıntı alanları... Bazen ıssız, vahşi doğanın ortasında, bazen ufak bir köyün yanı başında. Büyük ihtimal insanı oralara iten keşfetme duygusunun çekiciliğidir. Böyle bir yere ilk gidiş, işin tanışma faslı olur ve buluşmalar devam eder. Fakat ne yazık ki bir zamanlar büyük bir haz duyduğum bu buluşmalar özellikle son yıllarda ıstırap vermeye başladı. Orada yüzyıllardır bizi bekleyen ve hâlâ beklediğini zannettiğimiz kültür ve tarih mirası, bir bakıyorsunuz artık yerinde değil ya da tanınmayacak şekilde tahrip edilmiş. Birileri acımasızca katletmiş, yok etmiş.
Yola koyulmuştuk geçen ay, İsaura’dan Kilikya’ya doğru. Konya’nın Bozkır ilçesi yakınlarında, dağın başında, 1.800 metre yükseklikte muhteşem bir antik kenttir İsaurapolis. Göreni ihtişamıyla büyüler. Günümüzde yerel insanlar oraya Zengibar Kale derler. Yıkık olsa da bir zamanların görkemini hâlâ yansıtan surların çevirdiği büyük bir yerleşim. Bölge tarih boyunca eşkıya ve soyguncu yatağı olarak bilinir. İşte bu yolla elde ettiği zenginlik sayesinde böyle ücra bir coğrafyada bu kent inşa edilmiş. İsauralılar dağlık ve ulaşılması zor coğrafyada bulunmanın verdiği avantajla nerdeyse sürekli bağımsız hareket ederek, çevre yerleşimlere çapul ve talan akınları yapmış. Kent erken Bizans döneminin bitimine yakın terk edildikten sonra yapayalnız, asırlara dirense de belli ki artık yalnız değil. Var oluşunu sağlayan sebeplerden şimdi kendisi nasibini alıyor. Modern zamanların eşkıyası, adına “defineci” denen soyguncu dadanmış bu eski kente. Kentte eskiden de vardı defineci çukurları ama artık her yer köstebek yuvası gibi. Tamamen yıkılmış anıtsal mezarların olduğu doğu nekropolünden hâlâ belirgin olan kent kapısına doğru tepe yukarı ilerlerken lanet okumaya başlıyorsunuz. Asıl büyük kazılar kentin suriçi bölümünde. Orada da durmamışlar ve batı nekropolündeki eşsiz kaya mezarlarına el atmışlar. Geçen sene dibinde kumanyamı yediğim gölgelik yer, devasa bir çukura dönüşmüş. Bir dahaki gelişimde büyük ihtimalle daha korkunç bir tahribatla karşılaşacağım.
İsaurapolis’ten ayrılıp Ermenek’e doğru devam ettik. Başyayla ilçesinde bulunan Lauzados antik kentine gidecektik. Öğrendim ki antik kent şantiye olmuş. Uğramadım, uzaktan bile bakmadım. Lauzados toprak üstünde çok fazla kalıntısını göstermeyen bir antik yerleşimdi ama görülen kaya mezarları, sunu alanları ve özellikle bu bölgeye özgü basamaklı kaya anıtlarıyla toprak altında büyük bir zenginliğin saklandığının işaretleri açıktı. Ayrıca tüm bunlara muhteşem bir coğrafya eşlik etmekteydi. Kalıntıların bulunduğu bölgenin ismi yakın zamana kadar Lafsa’ydı. İsmini bir şekilde günümüze kadar taşıyan yerleşim, önce Kirazlıyayla yapıldı, şimdi de toptan değiştiriliyor.
Barajdı, yoldu, Toki konutlarıydı derken kimliğini ve coğrafyasını yitiren Ermenek ilçesini geçip kıyıya Taşlık Kilikya’ya doğru yola koyulduk. Gökçeseki Köyü’ne yakın, araştırmacılarca Philadelphia olarak adlandırılan İmsiören kalıntılar alanına uğradık. Burası hiçbir kalıntısının günümüze ulaşmadığı bir antik yerleşimin etkileyici nekropolü. Üç yıl kadar önce buraya geldiğimde defineciler insan kabartmalarıyla süslü bir mezarın sandukasını daha yeni toprak altından çıkarmıştı. Daha sonra bilimsel arkeolojik kazılar yapılmış, başka mezarlar da ortaya çıkarılmıştı. Şimdi her biri, hiçbir koruma olmadan öyle dağ başında kaderlerine terk edilmiş. Bir kaç yıl önce, Nicea yani İznik’in ortasında müzenin bahçesinden bilmem kaç tonluk lahdi elini kolunu sallayarak götüren irade bunlara artık neler yapmaz. Hele ki iki üç kilometre aşağıda Ermenek - Mut yol yapım katliamı sahasında sayısız ağır iş makineleri bulunurken.
Rotamızı Mut yakınlarında bulunan Adrassos antik yerleşimine çevirdik. Yöre insanı burayı Balabolu diye adlandırır. Yalnızcabağ Köyü’nden sonra dağlara doğru, yayla yüksekliğinde bulunan kalıntılar alanına toprak yoldan yükselmeğe başladık. Araç ören alanına yaklaşırken uzaktan koşa koşa yamaç aşağı giden üç insan görüyorum. Sanki bir şeyden kaçar gibiler. Adrassos da yöredeki birçok benzeri gibi yaşam alanlarından günümüze neredeyse hiç iz bırakmamış bir antik yerleşim. Sadece muazzam nekropolü günümüze ulaşmış. Nekropoldeki mezar yapıları ağırlıklı olarak Roma ve Bizans dönemlerini işaret ediyor. Ama sahip olduğu ismin etimolojisine bakınca yerleşimin çok daha eskilere, kadim Anadolu Luwi kültürü dönemine uzandığı anlaşılıyor. Adrassos Adra’nın kenti demek. Adra, Luwi dilinde koca, erkek anlamında; ana tanrıçanın erkeğini ifade etmek için kullanılır. Ne ilginçtir ki kentin eteğinde bulunduğu dağ günümüzde hâlâ Adras Dağı olarak adlandırılıyor. Tarihte burayı önemli kılan en belirgin özelliği Torosları aşan antik yol sistemi içinde önemli bir geçiş noktası olması. Ören alanını dolaşıp dönerken bir ağacın altında kimsesiz duran siyah bir çanta gözümüze çarpıyor. Açıp bakıyorum. Biraz önce yamaç aşağı koşanların bizden kaçan defineciler olduğunu anlıyorum. Detektörün kulaklığı, bir detektör kataloğu, eldivenler, piller... Bunlar da benim ganimetim artık. Yanıma alıp tekrar yola çıkıyoruz. Sonunda Silifke - Mersin arası Taşlık Kilikya’ya varıyoruz. Artık göreceli olarak turistik coğrafyada sayılırız. Antik dönemdeyse korsanların ve uluslararası tüccarların toprakları buralar. Büyük antik liman kentleri kıyıda, içerlere doğruysa Helenistik, Roma ve Bizans dönemleri boyunca zenginliğin keyfini süren çok sayıda kırsal yerleşimler. İşte bunlardan biri Sömek köyü kalıntılar alanı. Bir zamanlar yeşillikler arasında patikadan ulaşılan büyük kilisenin bulunduğu tepeye “medeniyet” yürüyor şimdi. Her şeyi kemire kemire ilerliyor ve belli ki “ilerleme” durmayacak. Koskoca bir anıtsal mezar olmuş naylon baraka tuvaletin fosseptik çukuru. Zaten görünen manzara, durumu ve şu anda ne yaptığımızı net şekilde anlatıyor. Kilisenin kalıntılarına son bakış ve ayrılıyoruz. Gerçekten son bakış çünkü bir dahaki gelişimde muhtemelen onu göremeyeceğim.
Antik ismi bilinmediği için yerel insanların verdiği adla anılan çok zengin bir antik dönem köyü olan Karakabaklı’ya geçiyoruz. En etkileyici kalıntılar Roma ve Bizans dönemi kırsal konutlara ait. Oldukça sağlam durumda. Aslında bunlara konut demek basit kalıyor. Antik dönemin çok katlı, zenginlere ait malikaneleri diyebiliriz. Zamanında kırsal yerleşim olsa da zenginliğini gösteren taşra üslubu anıtsal bir girişi varmış. Kıyıdan doğru gelen taş döşeli antik yol bu anıtsal kapıdan geçerek köye girmekteymiş. Günümüze gelirsek “köye öyle girilmez böyle girilir” diyerek yeni bir yol inşa etmişler: Antik yolu diklemesine yarıp geçerek köyün derinliklerine ilerleyen bir yol...
Sanki birileri, bir yerde, Anadolu’ya güzel, faydalı, yaşam veren ne varsa yok edeceğiz, yok edenlere yardımcı olacağız diye karar almış. Bunun başka bir açıklaması olamaz. Yoksa nasıl mümkün olabilir böyle hızlı, sistemli ve acımasız bir doğa ve tarih katliamı. Tabii tek suçlu bu projeleri Anadolu’ya dayatanlar ve dağı taşı define için kazanlar değil. Yurtdışında bir müzayedede bu topraklara ait ufak bir heykelciğin 14,5 milyon dolara müşteri bulduğunu göz önüne alırsak definecilerin yağmada elde ettikleri ganimetleri gözü kapalı satın alan koleksiyonerleri de unutmamak gerek. Suçlu arazide tabii ama büyük ortağı şehirde.