Hepimizin hayatında defalarca söylediği bir laf vardır: Kaçıncı seyredişim ama yine gülüyorum bu filme. İşte o defalarca seyretmemize rağmen bizi her seferinde güldüren, hüzünlendiren, eğlendiren film ve dizilerin çekildikleri mekanları ziyaret eden biri var: Kürşat Çetin
Kürşat Çetin, Twitter'da açtığı 'Nerede Çekildi' hesabı altında film, dizi ve kliplerde görünen mekanlarda çektiği fotoğrafları yayınlıyor.
Bu güzide insanların fotoğraf çekildiği yerde o anı yaşamak
Misal, Gulyabani'yi gördüğümüz o yer unutulur mu? Veya Gülen Gözler’e set olan o tarihi ahşap ev?
Çetin'in seveni de takip edeni de takdir edeni de çok. Yaptığı işin özenilmeyecek gibi de değil. Bugün 'Yeşilçam Hafiyesi' Kürşat Çetin'le keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik...
Hafiye: Dedektif
-Öncelikle sizi tanıyalım...
Denizli doğumluyum. Üniversiteyi Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde okudum. İletişim Fakültesi mezunuyum. Okul bittikten sonra İstanbul’a yerleştim. 8 yıldır özel bir şirkette eğitim uzmanı olarak çalışmaktayım.
Gulyabani diye bir şey yoktur!
"Muhteşem keyif alıyorum"
-Peki böyle bir çalışma yapma fikri nasıl çıktı?
Öncelikle bu fikir bir anda çıkmadı. Aslında hiçbir şey bir anda çıkmıyor. Bir çok değişik hobim vardır. “Merak” öncelikli ama “biriktirme” psikolojisi de önemli bana göre. 2010 yılında Bizimkiler dizisinin çekildiği apartmana gitmiştim bir akşam. Daha sonra Mahallenin Muhtarları’ndaki Temel’in Kahvesi… Çocukluğumda kendi kendime yapmaya çalıştığım ama tabii ki başaramadığım “zaman makinesi” hayalimi farklı bir boyutta gerçekleştirmek üzereydim. Yeşilköy’de yaptığım birkaç Yeşilçam mekanı ziyareti sonrası öyle duygulandım ki…
“Tamam” dedim. “Ben bu an’ların içine giriyor ve o anları yaşıyorum. Muhteşem de keyif alıyorum. Neden diğer merak ettiğim mekanları bulmayım? Neden o filmlerde hayali bir şekilde rol almayım?” Ve gerisi geldi…
Badi Ekrem'in kızları ilk görme anı.
"Filmin kadrosunda olan ama adı geçmeyen hayali bir figüranım"
-Tarihe tanıklık eden fotoğraflarda yer almak nasıl bir his? Tam o anda ne düşünüyorsunuz?
Geçmişe çok bağlıyımdır. İz’ler çok önemli. Geçmişe ait bir çok şeyi hala saklarım. Babamdan gelen bir şey bu sanırım. Emekli Edebiyat öğretmeni ve yazardır kendisi. Belgesel, şiir, öykü ve roman türlerinde kitapları var. Dört kardeşiz ve hepimizin evde klasörleri vardır. Doğum kartlarımızdan tutun da ilk karneler ve daha neler neler. Ben, ortaokulda sınıf içi arkadaşlarımla derste yazışmalarımı saklarım. Annem sağolsun hiç atmamıştır ve hep o da bir kenara koymuş ve saklamıştır en ufak kağıdı bile. Komik bir örnek vereyim: Küçükken Almanya’dan bir futbol ayakkabısı, krampon gelmişti hediye. O kadar çok sevdim ki. Sadece onu giyiyordum. Ayaklar büyüdü, ayakkabılar sıkmaya başladı ama ben giymeye devam ettim.
Zamanla ayakkabı artık parçalanma noktasına geldi. Annem dayanamadı ve “bunu artık atmamız gerek” dedi. Gerçekten haşat olmuştu ve saklama fikri bana da kötü geldi. Çok harap etmiştim ama atmak da istemiyordum. Ayakkabının dilinde Alman Milli futbolcu Paul Breitner’in bir fotoğrafı ve altında kısa bir biyografisi vardı. Ayakkabının dili hala sağlamdı. Ben de kestim dildeki o bölümü ve hala saklarım. Hatta annem o sünger fotoğrafı kot pantolonuma dikmişti. Kot eskidi, dili söktük, kot atıldı. Hala bendedir o Paul Breitner. Demek istediğim iz’lere ve o havayı yaratan objelere sadık sayılırım.
Tarihe tanıklık eden fotoğraflarda yer almak? Özellikle tarihi bir yerde hemen oranın havasına girer ve o dönemi yaşarım. Antik bir yer de olabilir bu. Mesela Egeli olduğum için bir çok antik kenti görme imkanım oldu çocukluğumdan beri. Oralarda hemen o devirlerin hayallerini kurardım. Acaba buradan geçen kral nasıldı? Şövalyeler de benim gibi dokundu mu bu taşlara? Filozoflar kendi aralarında tartışırken bu taşların üstüne mi oturdular… Hayaller dünyası. Tarihi çok severim. Yakın veya uzak tarih fark etmez… Bu her devir için böyleydi. Okuduğunuz bilgileri yaşamak çok önemli bana göre. Aslında özetleyecek olursak, o anı yaşamak, o anı solumak o kadar keyifli ki… Film mekanları da öyle.
Mekanını ziyaret ettiğim filmin o sahneleri hep aklımdadır ve oraya gittiğim ilk an şöyle bir durur, gözlerimi kapar ve sahneleri canlandırırım kafamda. Daha sonra mekanın içinde, kendi içimde, o sahneyi canlandırırım kendimi o kareye koyarak. Kemal Sunal işte bu basamakta bekledi, Sadri Alışık işte bu köşede durdu, taş bile hala aynı, Türkan Şoray işte bu ağacın yanından geçti… Hepsine dokunurum genelde. Tensel temas çok önemli benim için. O an’a geçişimi hızlandırır. Küçükken de gittiğim tarihi yerlerden taş alırdım. O taşa bakıp hayaller kurardım geceleri.
Meşhur Kanaat Bakkaliyesi
Maddi bir obje, hayali dünyama geçmeyi hep kolaylaştırmıştır. Kısaca tarihe iz bırakmış filmlerin mekanlarında olmak, bir nevi tarihe tanıklık etmek gibi. “Oradaydım” diyorsunuz filmi daha sonra bir daha izlerken. Bazen bir misafirlikte, mekanına gittiğim filmi izlerken bir anda “Bakın ben buradaydım geçen gün. Böyle göründüğüne bakmayın, aslında çok dar bir sokak.” gibi ayrıntılar paylaşma ihtiyacı oluyor. Güzel şeyler bunlar benim için. Filmin sonunda ismi görünmeyen ama filme dahil biri gibi hissediyorum kendimi bazen. Filmin kadrosunda olan ama adı geçmeyen hayali bir figüranım sanki. Aslında bu sorunuzla ilgili çok uzun konuşabilirim ama böyle özetlemek daha iyi sanırım?
Gadife, nittin Gadife? Sana yavuklumuzu teslim ettik, sen gittin heriflere teslim ettin...
"Bazen izlediğim filmler 8 saat sürüyor"
Nasıl oluyor peki? Yani bir filmde onlarca belki de yüzlerce mekan var, nereye gideceğinizin ya da nereyi arayacağınızın kararını nasıl veriyorsunuz?
Planlama yapıyorum ama bu planlama, aslında kendi kendine oluşan bir yapı. Şu filmlerin mekanını bulacağım, bu filmlerin bulmayacağım gibi kategorileştirmem yok. Bazen filmi izlerken; hatta çoğunlukla film izlerken oluşuyor bu. Filmi izlediğim sıra mesela arkada bir cami ya da karakteristik başka bir yapısal mekan görüyorum. “Şu ileride görünen yer Bezmialem Valide Sultan Camii. Demek ki bunlar Dolmabahçe tarafında…” ve buna benzer ipuçları ve sınırlandırmalarla hedefimi daraltıyorum. Ya da filmdeki sokağın mimari yapısına bakıyorum. Oralar beni yönlendiriyor.
Daha sonra hedefimi daraltınca, o mahalleleri incelemeye başlıyor ve şansım el verirse aradığım mekanı buluyorum. Bazen izlediğim filmler 8 saat sürüyor. Ama bu bir hobi olduğu için keyifli geliyor. İş olsaydı belki sıkılır belki daha fazla keyif alırdım. Onu bilemem. Ama belli başlı filmleri aramak da ayrı bir zevk. Kemal Sunal’ı çok severim. Birçok filminin mekanını gezdim, onunla aynı havayı soludum, aynı sokaklarda yürüdüm ve mekanlarını bulup hala henüz gitmeye zaman bulamadığım birçok yer var. Onun film mekanlarını bulmak ayrı bir keyiftir benim için her zaman.
"Ben 90’larda kalmışım"
-Anladığım kadar Yeşilçam'ın tüm eserlerine hakimsiniz; son dönem Türk Sineması hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
Yeşilçam’ın tüm eserlerine hakimim diyemem ama elimden geldiğince izliyorum. Mekan bulmak amaçlı izlemesem de aklım hep orada oluyor. Bu nedenle artık rahat rahat da film izleyemez oldum. Kamera önünde aktör ve aktris konuşurken benim gözler hep arka plandadır. “Acaba orası neresi, şu bina tanıdık geldi, uzakta Ayasofya görünüyor…”
Aslında bu da keyifli. Bazen filmi izlerken bilinçli olmayan ya da bilerek yapılmayan bilgiçlikler taslarım, onlar da bu hobinin zevkli tarafları. “Az önce merdivenden iniyorlardı ya. O merdivenler Sait Halim Paşa Köşkü’nde. Ama kapının önüne çıktıkları yer Emirgan’daki Sarı Köşk. Bu sahnenin İçi ayrı mekanda, dışı ayrı mekanda çekilmiş…” Aslında birçok film vardır böyle mekan kullanımı olan. Bazen kahramanımız Yeşilköy’de bir sokakta yürürken bir anda köşeyi döner ve yürümeye devam eder. Köşeyi döndüğü yer Beykoz’da bir sokaktır… Bu tür ayrıntılar, filmlere ve yönetmenlere daha farklı bakmanızı sağlıyor. Sinema’da mekan kullanımı ayrı bir başlık zaten.
Erdaaal, Erdal! Rockçılar coverlasın seni Erdal!
Son dönem Türk Sineması denince benim nedense ilk aklıma 90’lı yıllar; özellikle 90’ların ortaları geliyor. Üniversitedeyken bir dönem baya bir boş zamanım vardı ve her gün film kiralayıp izlerdim. Bazen 2 ya da 3 film. Geçmişte izlediklerimi de tekrar izliyordum tabii ki. Bu filmler Eşkıya, Gemide, Laleli’de Bir Azize, Tabutta Rövaşata, Ağır Roman, İstanbul Kanatlarımın Altında, Gece Melek ve Bizim Çocuklar, Dönersen Islık Çal, Masumiyet, Gölge Oyunu ve daha birçoğu… Hatta Cem Yılmaz’ın “Her Şey Çok Güzel Olacak” filmi de çok önemlidir benim için. Yıl yıl belirleyip o dönemin filmlerini izlerdim ama az önce saydığım filmler benim için “son dönem” filmlermiş gibi geliyor. Bir milat belki de. Son dönem sorusu tarih bazlı olsa daha kolay yanıtlayabilirdim.
Ben 90’larda kalmışım sanırım? Bu filmlerle ilgili de çok şey konuşulur, tartışılır. Senaryoları özgün, şehrin karanlık taraflarını, yüzlerini gördüğümüz, yüzleşmek istemediğimiz gerçekliği bir jilet kesiği gibi yüzümüzde hissettiren; gerek kamera açıları gerekse ışık kullanımı olsun bizi derin bir kasvete sokan ve eldeki umudu da bir an bıraktırmayan filmler. Mekanlar da keza öyle… O soğuk gerçekliği iliklerinize kadar hissedersiniz ve gereksiz laflar yoktur bu dönem filmlerinde.
Gereksiz küfür yoktur. Küfür yoktur demiyorum, çok vardır ama öyle küfürlerdir ki, o repliklere o küfürden başka hiçbir cümle gelemez. Şimdiki bazı filmlerde görüyorum ve her cümlede bir küfür. Gülünecek bir küfür de değil. Sokak ağzı sinemada kullanılabilir ama onun dengesi çok önemli. Yukarıda saydığım filmler böyle. O küfürü duymazsınız bile çünkü gerçekten hayatın tam içidir o filmler. Hiçbir espri, hiçbir küfür, hiçbir cümle, hiçbir hareket çapak gibi batmaz göze. Oraya uygundur ve konmuştur. Ayrıca Fatih Akın filmlerini de son dönem filmleri kategorime sokabilirim.
"O VCD de kayıp..."
-Favori yerli ve yabancı yönetmeniniz kim?
Sevdiğim birçok yönetmen var aslında ama hepsini yazarsam hepsini de uzun uzun anlatmam gerekecek. Birkaç tane söyleyim. Mesela Natuk Baytan’ın yeri bir başka bende. Özellikle Kemal Sunal’la çektiği absürt filmlere, filmlerdeki mantık dışı sahnelere, enteresan lakapları olan kötü adamlara, kullandığı kamera açılarına bayılırım. Bazı filmlerde Hitchcock gibi cameoları, yani filmin içinde kendinin göründüğü sahneler vardır ki ayrıntı seven biri olarak bu tür çekimler beni çok mutlu eder.
Hatta bu cameo olayını abartıp replikle desteklediği bir örnek vardır: Avanak Apdi filminde Kemal Sunal, sokakta insanlara dağıtmak amacıyla bir bankanın reklam paralarını almak için bankaya girer. Bankada ilerlerken Natuk Baytan bankacı bir kadının önünde veznededir ve Kemal Sunal (Apdi) Natuk Baytan’ın yanından geçerken kafasını uzatıp şöyle bir bakar ve “Bu herifi bir yerden tanıyorum.” der ve ilerlemeye devam eder. Muhteşemdir. Bu tür cameo ve sürprizler Kemal Sunal’ın birçok filmini yönetmiş Kartal Tibet’te de mevcuttur. Kartal Tibet de bazen filmin içinde süt kuyruğunda bir Alman vatandaşı (Gurbetçi Şaban), bazen sokakta elinde şarabıyla bir akşamcı (Uyanık Gazeteci), bazen kasetçi (Japon İşi) ve daha başka anlık rollerle bize sürprizler yaşatır.
Soruya tekrar dönecek olursak, aslında dediğim gibi çok fazla yönetmen sayabilirim sebepleriyle ama bazı yönetmenler var pek fazla detaylandırmaya gerek bırakmayan. Gülen Gözler, Köyden İndim Şehire, Salak Milyoner, Arabesk, Mavi Boncuk, Namuslu, Şabanoğlu Şaban, Süt Kardeşler ve… Hababam Sınıfı. Yani Ertem Eğilmez. Çektiği filmlerdeki kadroların muhteşem olması da filmlerinin muhteşem olmasını desteklemiştir illa ki.
Filmlerini izlerken “bu kesin onun filmidir” dediğiniz bir başka yönetmen Yavuz Turgul’dur bana göre. Seçtiği oyuncular, seçtiği mekanlar… Toplumsal gerçekçilik, bireylerarası ilişkiler, bireyin toplum içindeki yeri, bireyin topluma adapte olma aşamaları, toplumda meydana gelen değişimler, zamanın birey ve toplum üzerindeki etkileri, insan psikolojisi ve daha sayamayacağım sosyo-kültürel alt yapıları olan muhteşem filmlerin yönetmenidir Yavuz Turgul ve bir o kadar da muhteşem bir senaristtir. Kent ve kentli olma psikolojisi ve kentin sokakları, insana yaptıkları ya da yaptırdıkları, taşın soğukluğu, bir kış sabahı ayazında doğan güneşin insanın içini ısıtması onun filmlerinde mümkündür. Onun filmleri, Türk Sineması içinde çok özel ve üst düzey değerlere sahip filmlerdir bana göre. Bana göre diyorum çünkü sanat dediğimiz olgu öyle özel ve bireyseldir ki; benim hayranlık duyduğum bir film ya da müzikal esere bir başkası çıkıp “hiç de öyle değil, bence tam tersi” diyebilir. Ayrıca sinema eğitimi almadım ya da sinema eleştirmeni değilim. Kişisel düşünceler, kişisel tespitler sadece yaptığım.
Açıklama yapmadan başka yönetmenler de saymak isterim. Atıf Yılmaz, Metin Erksan, Ömer Kavur, Şerif Gören, Derviş Zaim…
Ayşe, ahırdaki yangın için koşarken merdivenlerden düşer; bebeğini düşürür. Yadigar da ölmüştür.
Yabancı yönetmenler konusunda çok bilgili olduğumu söyleyemem. Beni derinden etkileyen, filmlerinde tarif edemeyeceğim zamanlara yolculuk yaptıran, başlarda zorlayıp daha sonra inanılmaz hayran bırakan en önemli yönetmen Pier Paolo Pasolini’dir. Görmek istemediğiniz şeyleri bazen zorla gözünüze sokar ve “İşte bu. Kaçış yok.” der. Hikayeleri olsun, dönem filmleri olsun; sanki film çekilmemiş de o zamanlardan kalma görüntüler ele geçmiş gibi hissederim.
Onun dışında beğendiğim, filmlerini hep zevkle izlediğim yönetmenler Richard Donner, Robert Zemeckis, Polanski, Spielberg, Coen kardeşler, Kubrick, Tarantino herkesin benim gibi sevdiğini düşündüğüm ve benim de ilk aklıma gelen yönetmenler.
-Filmler?
Aslında bu sorunun cevabı biraz da yukarıda var. Şimdi isim yazmaya kalksam benim için anlamlarını da yazmam gerekecek ve haddim olmayan cümleler sarf etmeme de sebep olabilir. Önceki cevap yeterli sanırım? Şöyle bir şey yazabilirim. En çok izlediğim film. The Big Lebowski’nin yeri ayrıdır. Neredeyse filmin tüm repliklerini ezbere bilirim. 100’den fazla izlemişimdir ama birçok farklı dublajı çıktı. İlk izlediğim en iyisiydi. O VCD de kayıp…
-Sizin yönetmen olma gibi bir hayaliniz var mı? Ya da 'Şu filmi keşke ben yönetseydim' dediğiniz bir film?
Hayalim olsa da sanırım bu saatten sonra zor. Hiçbir şey imkansız değildir ya da geç değildir belki ama gerçekten zor. Fazla gerçekçiyimdir. Ama içinde şehir olan; fazlasıyla olan bir film çekmek isterdim. O’Henry öyküleri gibi şaşırtan sonlarla biten, Edgar Allan Poe gibi anlatımı olan, kentin içinin hatta yeraltının da olduğu ama içinde gün doğumunda güllerin sulandığı, kedilerin beslendiği, kuşların ilk ötüşlerini barındıran; öyle kaotik değil ama tek birey üzerinden ilerlenen bir film çekmek isterdim. Yazdığım öyküler vardı. Yayımlanmış birçok şiir. Bazıları üniversitede, hatta yaratıcı drama dersinde canlandırılmış şiirler… “Birey ve Toplum” temalı ama Dostoyevski kadar muhteşem psikolojik çözümlemeler değil de Bukowski gibi basit anlatımlı, hatta eğlendirebilen bir film. Şimdi bunları söylerken düşündüm de; zor biraz. Kendim söyledim, zor geldi. Ama mekan çok önemli bir film çekeceksem. Mekan ve o mekanda yaşayan “gerçek” insanların tavırları da çok önemli. Prag, Paris, Viyana ve başka birçok Avrupa şehrini gördüm. Girmediğim arka sokak kalmadı. Çekeceğim film, stüdyoda değil, gerçek sokaklarda olmalı. Prag, Kafkavari havasıyla muhteşem ki Kafka’nın yürüdüğü yerlerde yürüdüm. Viyana da öyle. Almanya keza… Ama İstanbul bana göre muhteşem. Bitmeyen tükenmeyen bir derya. Üzerine çok yazılıp çizilmiş; üzerinde çok film çekilmiş ve anlatılmış… Bitti mi İstanbul? Yüzlerce mekan gezdim, Davaro’nun mağaralarına gittim ama bitmedi. Bitmez. “Gregor Samsa işsizdir. Balat’ta bir evde uyanır. Önceki sabahtan kalma taşlaşmaya yüz tutmuş bir parça ekmeği, sararmış ve sertleşmiş bir peynir parçasıyla ağzına atar. Musluktan doldurduğu kirli suyu kirli bardağıyla içer ve Bach’ın “Brandenburg konçertosu” eşliğinde evden çıkar… Filmin sonunda eve dönen Samsa, devcileyin bir böceğe dönüşmüştür ve arkada Bach’ın “matthaus passion”u çalmaktadır…”
Bu kadar yer gezdiniz ve insanlarla paylaşıyorsunuz. Az da sayılamayacak bir takipçi kitleniz var. Yeşilçam’a katkıda bulunduğunuzu düşünüyor musunuz?
Yeşilçam’a ya da Türk Sinemasına katkıda bulunabilecek kadar güçlü bir kişi olarak görmüyorum kendimi. Çok değerli eski ve yeni oyunculardan, yönetmenlerden mesajlar aldım ama bir misyonum yok. Sadece farkındalık yarattığımı düşünüyorum. Birçok insan, paylaştığım filmlerden sonra o filmleri tekrar ve başka gözle izlediler. Bu mutluluk verici. Kendileri benimle ekstra bilgiler paylaştı. Paylaşmak zaten mükemmel. Ayrıca 100’e yakın ulusal ve yerel gazetede yer aldım. Gerek röportaj gerekse foto-galeri şeklinde. Hatta en çok okunan bazı gazeteler benim haberimi ara ara yapıyorlar. Temcit pilavı gibi. Hatta bir arkadaşım şöyle demişti: “Kürşat, bir ünlülerin makyajsız halleri bir de sen. Sürekli karşımıza çıkıyorsun.” Gazeteler benim paylaşımlarıma destek olarak sürekli “Yeşilçam set arkası fotoları, ünlü oyuncuların bilinmeyenleri…” vb. haberler yapıyorlar. Bazen sosyal medyada paylaştığım bir şeyi akşama haberlerde görüyorum… Bu benim için yeter. Bu işten para kazanan biri değilim. Hiç olmadım. Belgesel görüşmeleri oldu, yarım kaldı. Belki ileride olur. Kitap isteyen çok insan var. Tur düzenlememi isteyenler var. Bir arkadaş mesaj atmış: “Yurt dışında yaşıyorum. Tur düzenlerseniz beni de yazın. Hemen gelirim.” Bunlar benim için muhteşem ötesi şeyler. Yeşilçam hala seviliyor. O samimiyet hala insanlarda var. Hatta birçok insan yaşadığı kenti, mahalleyi hatta sokağı öğrendi paylaşımlar sonucu. “Ben her gün buradan geçiyorum. Gerçekten bilmiyordum o filmin burada çekildiğini.” Bu da bir farkındalıktır benim için.
Tanımadığım bir arkadaş şöyle demişti: “Altın Portakal’da sana ödül versinler. Bunca yer, buna Yeşilçam mekanı, bunca emek.” Böyle düşünen bir tek insan çıkması bile benim için paha biçilmez. Lakabım “Yeşilçam Hafiyesi” oldu. Bu bile göğsümde gururla taşıyacağım bir altın madalyadır.
Yeşilçam müziklerini dinliyor musunuz? Filmlerde çalan müzikleri merak ettiniz mi?
Tabii ki. Ben çoğunlukla klasik rock ve klasik müzik dinleyen biriyimdir. Bu geçmişten beri böyle. Klasik müzik kaset arşivim vardır. Rönesans’tan modern zamana kadar. Ama Fransız şansonlarını da çok severim ki Yeşilçam filmlerinde Fransız akımı çok fazladır. Onun dışında da vardır illa ki. Ben en çok Raymond Lefevre, Francis Lai, Paul Mauriat, Franck Pourcel ve benzerlerini severim.
Ennio Morricone, John Williams ya da new age müzik yapan Kitaro, Vangelis, Jean Michel Jarre de benim için muhteşem insanlar…
Ama bizden yok mu? Tabii ki çok değerli insanlar var. Başta Cahit Berkay var. Attila Özdemiroğlu var. Cahit Oben, Melih Kibar, Fahir Atakoğlu, Erkan Oğur, Tuluyhan Uğurlu gibi ulusal ve uluslararası duayenler var ki ne mutlu bize ki bu sanatkarlar da bizim memleketimizden çıkmış.