Gazeteci Kadri Gürsel'in yeni kitabı Ben de Sizin İçin Üzgünüm Destek Yayınları etiketiyle okurla buluştu.
Gürsel çalışmasında gazeteci olmak ve gazeteci kalmak için verdiği mücadelenin öyküsünü anlatıyor. "Cumhuriyet'e operasyon, hapislik, gülünç bir iddianame, By-Lock suçlamaları ve bir siyasi dava karşısında yazarın yaşadıkları, aslında sizin öykünüz" diyen Kadri Gürsel kendisine yöneltilen ilginç ve tuhaf sorulara da cevap veriyor.
'O KADINA NASIL TAHAMMÜL EDİYORDUNUZ?
O sorulardan biri de Kadri Gürsel'e en çok soruların başında gelen “O kadına nasıl tahammül ediyordunuz?” sorusu...
Kadri Gürsel kitabında CNN Türk’te Dört Bir Taraf programında Nagehan Alçı'ya nasıl tahammül ettiği sorusunu yanıtladı.
İŞTE O BÖLÜM
İşte Kadri Gürsel’in çalışmasında “Nagehan Alçı’ya nasıl tahammül ettim?” başlıklı o bölüm:
(...) Silivri’deki ilk ayımdı; ben avukatlarımla görüştüğüm sırada bir kadın meslektaşları kabine girdi, “bir merhaba demek istediğini” söyledi, el sıkıştık, ayakta birkaç dakika konuştuk, teşekkür ettim, ayrılmak için kabinin kapısını açmak üzereyken birden geri döndü ve bankonun üzerinden vücudunu bana doğru eğerek, çekingen, fısıldar gibi bir sesle, “Kadri Bey, müsaadenizle size bir soru sormak istiyorum” dedi.
YÜZLERCE KEZ SORULDU
Sorunun ne olacağını anladım. Güldüm. İçimden, “İşte geliyor” dedim. Bu soru, bana daha önce yüzlerce kez sorulmuş olan o sorudan başkası olamazdı.
Tebessümümü gizleyemediğim için Avukat Hanım bana ne soracağını sezdiğimi anlamıştı sanırım.
Yine de sordu: “O kadına nasıl tahammül ediyordunuz?”
Restoranlarda, sinema fuayelerinde, alışveriş merkezlerinde, arkadaş buluşmalarında, Galatasaray tribününde, cenazelerde, sokakta yürürken, tanıdığım tanımadığım çok sayıda insan bana bu soruyu yöneltti. Genellikle de “tahammül” sözcüğünü kullanmışlardır. “Tahammül” ile anlam yakınlığı olan diğer sözcükler de vardır: Sabretmek, katlanmak, dayanmak... Bu sözcükler de kullanılmıştır sorularda ama en çok “tahammül”...
Memleketin hali üzerine yorum yapan bir gazeteciyim. “Bu gidiş nereye, bunun sonu nereye varacak Kadri Bey?” sorusu, bana “Nagehan sorusu” kadar sorulmamıştır.
Özellikle kadınlar, sorarken, üstelik adını da anmazlar, “O kadın” derlerdi, “Hangi kadın?” diye sormazdım. Bilirdim.
“O kadın”, Nagehan Alçı’ydı.
“O kadına nasıl tahammül ettiniz” sorusu, CNN Türk’teki Dört Bir Taraf programının kapatılmasının üzerinden iki buçuk yıl geçtikten sonra, hapisteyken bile bana hâlâ soru-labiliyordu.
Kimine göre programım bir bitsin, iki ay sonra unutulacak¬tım. Kimse beni hatırlamayacaktı. Televizyon böyle bir mec¬raydı, hafızası yoktu. Görenler, “Bu adamı bir yerlerden gözüm ısırıyor ama nereden?” diye soracaklardı kendilerine.
Ama yanıldılar.
Nereye gidersem gideyim peşimi bırakmayan Nagehan sorusuna bu kitapta yanıt vermek, gazeteciliğin bana yüklediği bir görev.
Yoksa korkarım ki bu soru beni öngörülebilir bir gelecekte de takip etmeye devam edecek.
Buna bir son vermeliyim.
“Nagehan sorusu”ndan kurtulmalıyım.
Kitabın bu bölümünü bu haklı amaca hasrediyorum. Umarım başarılı olurum. Bu bölümde “Nagehan Alçı” ve “tahammül” sözcüklerini tekrarla, çok sayıda kullanacağım. Bu bir be-ceriksizlikten kaynaklanmıyor. Öyle icap etmiştir. (...)
NAGEHAN ALÇI’YA BEN DE TAHAMMÜL EDEMİYORDUM
2012’nin son günlerinde CNN Türk’ten çağırdılar.
“Sana bir teklifimiz olacak” dediler ama ne olduğunu söylemediler. Ben de sormadım, lakin anlamıştım.
Emre Kongar “Dört Bir Taraf ”tan ayrılmıştı, yerine beni dü¬şünüyor olmalılardı. Sezgim, bu teklifin bana yapılacağını bir süredir kulağıma fısıldamaktaydı ama istemiyordum; düşüncesi bile rahatsız etti, her seferinde uzaklaştırdım.
Mamafih işte şimdi oluyordu. Kendimi “evet” ya da “hayır” demeye hazırlamalıydım. Kafam karıştı, içimi bir gerginlik kapladı.
Dört Bir Taraf’ı daha önce bir kez bile başından sonuna seyredememiştim. Nedenini tahmin edebilirsiniz.
Nagehan Alçı’ya ben de tahammül edemiyordum. Ne zaman denk gelsem zaplıyordum.
Şimdi, seyrine katlanamadığım bir televizyon figürüyle aynı programa çıkıp nasıl tartışacaktım? Hem de haftada bir değil, iki defa. Takatim yeter miydi? Dayanabilir miydim?
Tereddütle derin kaygı arasında gidip gelen bu iç çatışma halinin zihnimi uzun süre zapt etmesine izin vermedim.
Mantığım galebe çaldı. Kendimi CNN Türk’ün Dört Bir Taraf ’a katılma teklifine “Evet” demeye hazırladım ve kanalın yöneticileriyle görüşmeye sarih kafayla gittim.
Mantığım şuydu: Nagehan Alçı’ya haftanın iki günü taham¬mül etmek, benim gibi muhalif olarak sınıflandırılmış bir ga¬zetecinin, bu en çok izlenen tartışma programında görüşlerini paylaşabilmek için Türkiye şartlarında ödeyeceği manevi bedeldi. Yıpratıcı olacaktı kuşkusuz. Ama bunun maddi tazminatı bana ödenecekti. Karşılığında hakkaniyetli bir ücret alacaktım.
Bu benim için risklerle dolu gerçek bir meydan okumaydı. Mücadeleci bir insanım, kaçamazdım.
CNN Türk binasına bu zihin açıklığıyla gittim ve “Evet” dedim. Programın önce Enver Aysever, ardından da Emre Kongar’dan boşalan koltuğuna artık ben oturacaktım.
2013’ün Ocak ayı başında katıldığım Dört Bir Taraf 2014’ün Haziran’ında kapatılana kadar tam bir buçuk yıl Nagehan Alçı’ya tahammül ettim.
Aslında, bana beş yıldır yöneltilen “Nagehan Alçı’ya nasıl tahammül ettiniz?” sorusunun bende iki cevabı var. Ayrım çizgisi “Dört Bir Taraf ’a katılmadan önce” ve “Dört Bir Taraf ’a katıldıktan sonra” olan iki farklı cevap...
Yukarıda da yazdım, Dört Bir Taraf ’a katılmadan önce kendisini ekranda izlemeye ben de tahammül edemiyordum.
SAHTEYDİ
Çünkü sahteydi, samimiyetsizdi.
Kendisini tasarlayarak iktidara kabul ettirmiş ya da başkalarının tasarımı olmayı kabul etmişti.
Nagehan Alçı’yı, Dört Bir Taraf ’taki “o kadın” olmadan evvel tanımıştım. O zamanlar medyanın hemen her mecrasında birkaç benzerine rastlayabileceğiniz, kendine birçok bakımdan güvenen, hırslı, basamakları kısa sürede çıkıp isim yapmaya odaklandığı kolayca fark edilebilen genç bir gazeteciydi. 2010’da ne olduysa oldu, Nagehan Alçı aniden bir iktidar yandaşına dönüştü. Kendisini süratli biçimde yeniden tanımladı ve konumlandırdı, ya da yukarıda bahsettiğim gibi konumlandırıldı. Geçirdiği mutasyonu doğal bulmam. Kendisi bir siyasi “satış önerisi”dir ve bu hali için anlaşmaya varılmıştır. AKP iktidarının laik yandaşı olmuştur.
“Laik yandaş” derken şunu kastediyorum:
AKP iktidarının icraatını, siyasal İslamcılığın argümanlarıyla değil de uluslararası toplumda ve merkezde genel kabul gören demokrasi ve hukuk değerleri ekseninde, liberal bir söylemle pazarlamaya ayarlanmış laik kişi... Ama öyle bir laik kişi ki bu, laikliği de laikleri de güya liberal bir perspektiften eleştirecek...
Dönemin laik kökenli sözde liberal işbirlikçileri, bu propaganda çalışmasını yaparken, inanç özgürlüğü, sivilleşme, AB reformları, demokratikleşme, açılımlar gibi kulağa hoş gelen kavramları kullanarak, içeride ve dışarıda alıcı potansiyeli geniş bir kitleyi hedefliyorlardı... Diğer taraftan AKP’nin bu kav¬ramlarla süslenmiş siyasi mesajlarına televizyondaki “laik ve modern” bir kadın figür olarak kendi dış görünüşüyle de bir inandırıcılık efekti katması, iktidarın Nagehan Alçı projesinden beklentisi olmalıydı.
Bu hesap AKP iktidarının 2011’den itibaren belirgin ve inkâr edilemez bir biçimde demokrasi ve laiklikten çark etmesiyle ters tepti ve tam aksi yönde sonuç verdi.
Bu arada “Nagehan Alçı’nın dış görünüşü” derken, saç tuvaleti, takı, aksesuar ve kıyafet tercihlerindeki küçük abartıların gerçekleştirdiği büyük risklere de, bu ters tepen beklenti bağlamında değinmeden olmaz.
Ana akım haber kanalının laik seyircisi, kendi modern hayat tarzının, kişisel hak ve özgürlüklerinin, kadın-erkek eşitliğinin ve neticede laikliğin AKP iktidarı tarafından nihayet tamamen ortadan kaldıracağına hükmetmişti. Bu seyirci, 2012’de böyle bir iktidarı ekranlarda canla başla savunan bu kadın televizyon figürünün dış görünüş bakımından kendisine benzemenin ötesinde, ekranda kendisinin abartılı bir hali olarak görünmesini içine sindiremedi ve Nagehan Alçı’dan çok nefret etti.
Mesela kapansaydı, ya da ekrana en fazlasından hafif bir makyaj ve saç tuvaletiyle, velhasıl sade bir görünümle çıksaydı kendisinden bu denli nefret edilmezdi.
Onu bir nefret objesi haline getiren, dış görünüşüyle söyledikleri arasındaki uzlaşmaz karşıtlık ve tutarsızlıktır. Bu açmaza bir de gizleyemediği yetersiz bilgisi ve yüzeyselliği ile karşı¬lıklı çarpan etkisi yaratan hırçın, saldırgan ve kışkırtıcı tartışma üslubunu ekleyin...
Bu Nagehan Alçı, AKP’nin toplumun kendi kemikleşmiş seçmen tabanının ötesindeki geniş kesimlerini kapsama iddiasını yitirdiği bir dönemde ortaya çıktı ve dolayısıyla hiç inandırıcı olamadı.
Dört Bir Taraf ’a katılmadan önce bir televizyon izleyicisi olarak Nagehan Alçı’ya işte tüm bu nedenlerden dolayı tahammül edemiyordum.
Dört Bir Taraf’a katıldıktan sonra ise kendisine tahammül etmek benim için bir görevdi artık...
Bakın bu görevi nasıl yerine getirdim:
Nagehan Alçı’ya tahammül edebildim çünkü onu ciddiye aldım...
Yanlış anlaşılmak istemem. Nagehan Alçı, Nagehan Alçı olduğu için değil, tam tersine Nagehan Alçı olmadığı için önemliydi. Karşımda otururken onu iktidarın cisimleşmiş hali olarak gördüm ve iktidar nasıl davranılmayı hak ediyorsa ona da öyle davrandım.
Nagehan Alçı kendisi olabilseydi, başka ifadeyle tasarım olmasaydı, izleyici gibi ben de katlanamayabilirdim onunla aynı stüdyoda bulunmaya. Ama gerçekte karşımda konuşan, iktidardı.
Önce Dört Bir Taraf ’ta Nagehan Alçı’nın ağzından duyduğum söylemlerden bazıları, hemen ardından iktidarın gündelik siyasal iletişiminde karşıma çıkardı. Bunlar önce medyayla içlidışlı kimi AKP’li bakanlar tarafından dillendirilir ve böylece dolaşıma sokulurdu.
AKP iktidarının medya karar merkezlerinde belirlenen savunma ve hücum tarzlarının, söylem ve sloganların Nagehan Alçı aracılığıyla teste tabi tutulduğu programdı Dört Bir Taraf. Nagehan Alçı’nın söylemlerinin benden ve Altan Öymen’den aldığı tepki, bahsettiğim karar merkezleri üzerinde bir etki yaratıyor ve bu da testin “doğrulama anahtarı”nı oluşturuyordu.
Dolayısıyla, yine ilk kez Nagehan Alçı’nın ağzından çıkan bazı söylem ve mesajlar programda kullanıldığıyla kalır, yayılmazdı. Bunların işe yaramayacağı düşünülürdü muhtemelen.
Nagehan Alçı iktidarın televizyon avatarıydı. Hassas gündem konularının tartışıldığı programlarda bir tablet bilgisayarın önünde açık durduğu hep dikkatimi çekmiştir. Gözleri belirli aralıklarla, özellikle de tartışma kızıştığında tabletinin ekranına kayardı. Ama sadece bu kadar; arama motoru kul¬lanarak bir bilgiye ulaşmak için parmakları klavye üzerinde dolaşmazdı, “bilgi” ona gönderilirdi. Bir parmağıyla yine de dokunurdu tabletinin ekranına ama yukarıdan aşağı, aşağıdan yukarı kaydırma hareketi yapmak için. Mentorlarının kendisi-ne yolladığı e-mailleri ya da DM’leri kontrol ederdi. Bundan eminim çünkü ekrana dokunurken dik ve düz bir çizgi izleyerek aşağı yukarı hareket eden bir işaretparmağı başka bir işe yaramaz.
Mentorlarından online taktik alıp hücum tazelerdi. Bir şey keşfetmiş gibi “Bakın bir de şu var” der ve yeni bir argümanla karşımıza çıkardı.
Kimi zaman isim bile verirdi: “Mesela bakın Yıldıray Oğur benimle şunu paylaşmış...”
Nagehan Alçı’yı bir kez “iktidarın televizyon avatarı” olarak kodladıktan sonra onun gerçekte kim olduğu, söylediklerine kendisinin de inanıp inanmadığı, ona bakışımı ve dolayısıyla verdiğim tepkiyi etkiler olmaktan çıkıyordu. Bu da işimi kolaylaştırıyordu tabii. Kim olduğuyla değil, programdaki işleviyle alakadardım. Karşıma Nagehan Alçı ya da AKP yandaşı yapay zekâyla donatılmış bir humanoid oturtulmuş, benim için fark etmiyordu.
Bunlara ilaveten, kendisini çözümlemem fazla zamanımı almadı. Bu sayede yüküm hafifledi. Hangi noktada nasıl re¬aksiyon vereceğini, tartışmayı yönlendirmek, saptırmak veya boğuntuya getirmek için ne zaman müdahale edeceğini aşağı yukarı tahmin edebiliyordum. Beni genellikle şaşırtmıyordu.
Bazen çok basit ama etkili taktikler kullanıyordu. Mesela onu köşeye sıkıştırdığım anlarda ne dediğimin izleyici tarafın¬dan anlaşılmaması için araya girip öfkeli sözcüklerini makineli tüfek gibi aralıksız saydırmaya başlardı. Ben de susmayıp konuşmaya devam ederdim. Davudi bir ses tonuna sahip olduğumu söylerler, dolayısıyla karşısında doğal avantajlarım vardı. Beni bastırmak için bağırmak zorunda kalıyordu. Rakibini susturmak için boyun damarlarını şişirerek tiz sesiyle ekranı çınlatan bir kadın durumuna düştüğünde ise yeterince antipatik görünüyor ve kaybediyordu.
Kendisine karşı hangi tedbiri alırsanız alın, Nagehan Alçı’ya tahammül etmek büyük dayanıklılık, sabır ve takat gerektiren bir gaileydi. Düşünün, canlı yayında bir kadın tartışmacı size “Gidin mastürbasyonunuzu yapmaya devam edin” diyor ve siz, hicap ve edep ölçüsünün çok ötesine geçen bu çirkinlik karşısında öfkenizi kontrol ederek programa devam etmeyi başarıyorsunuz.
Ya da Cumhuriyet gazetesinin, tarihimize “Dışişleri tapesi” diye geçen ses kaydıyla ilgili yayın yasağını tanımadığını ilan eden kınama metnini programda okuduğumda, “Vatan hainleriyle program yapmaktan utanıyorum” diye bağırıyor ve siz bu hakareti ciddiye almadığınızı göstermek için istihzayla gülmekle yetinip programı sürdürüyorsunuz.
Bütün bunlar Dört Bir Taraf ’ta yaşandı.
Bu “mastürbasyon” edepsizliği ve “vatan hainliği” suçlamasından sonra kendisiyle beşeri münasebetimi neredeyse tamamen kestim. Program öncesinde selam vermiyor, hatta konuk odasından alt kattaki stüdyoya inerken aynı asansör kabinini dahi paylaşmıyordum. Bekliyordum önce o insin. Program bittikten sonra da kendisini selamlamadan ayrılıyordum.
Nagehan Alçı’ya televizyonda seyirci ya da tartışmacı olarak tahammül etmek, sabır göstermek, dayanmak ve katlanmak için her türlü taktik beceri ya da farkındalık şuurunun ötesinde, güçlü bir öfke kontrolü yeteneğini de haiz olmak gerekiyordu. Bu alanda hiç de fena olmadığımı Dört Bir Taraf ’ta kanıtladığımı düşünüyorum. Bu kapasitemin hangi müstesna şartlarda, nasıl geliştiğini sonraki bölümlerde okuyacaksınız.
Kendime verdiğim görev, ne olursa olsun, Dört Bir Taraf ’tan Nagehan Alçı yüzünden ayrılmamak, programın ortasında stüdyoyu terk etmemek, söz söyleme hakkımı savunmaya devam etmekti. Vakar ve soğukkanlılığımı koruyup itibar kaybına ortak olmamaktı.