İSTANBUL (AA) -M. SEYFETTİN EROL- Son dönem ABD dış politikasında eylem-söylem boyutuyla ön plana çıkan, başvurulan en gözde araç-yöntem nedir diye sorsak, muhtemelen iki cevap yoğun olarak karşımıza çıkacaktır: "Vekil örgütler/vekâleten savaş yöntemi" ve "yaptırımlar/silahsız diz çöktürme yöntemi." Cevaplar her ne kadar iki tane olsa da, aslında sebep-sonuçlar bağlamında dikkatlice irdelendiğinde tek bir noktaya gittiği görülmekte: ABD hedeflerinin gerçekleştirilmesi. Nitekim kavramın kendisinin ABD ile özdeşleş(tiril)mesinin nedeni de burada yatıyor.
ABD’nin hegemon bir güç olarak son yıllarda bu yönteme sıklıkla başvuruyor olması, onu adeta bu kavramın tekel gücü konumuna itmiş durumda. ABD’nin doğrudan müdahale-savaşlarda karşı karşıya kaldığı maliyetler ve meşruiyet bağlamında yaşadığı sıkıntılara bir alternatif çözüm olarak gördüğü, kendisi açısından risklerin asgariye indiği gayriaskeri bir yöntem olarak sarıldığı bu araç, içinde bulunduğumuz yüzyılda yürütülen güç mücadelesinin, savaşların bir başka boyutu olarak da değerlendirilebilir.
Devletler açısından diplomasi ve askeri güç arasında bir yere konumlandırılan söz konusu yöntem-aracın her geçen gün askeri araçların-yöntemin bir alternatifi haline dönüşmeye başlamasında da hiç kuşkusuz ABD’nin izlediği siyasetin önemli bir yeri, katkısı bulunmakta. İkinci Dünya Savaşı sonrası literatürde ve uluslararası ilişkilerde yer edinmeye başlayan bu uygulamanın revaç bulması her ne kadar Soğuk Savaş yıllarına, özellikle de Kore, Vietnam ve Afganistan örneklerine kadar uzansa da, günümüzdeki kadar popüler/bildik olmadığı da bilinmekte.
Nitekim ekonomik yaptırımlar, günümüzde yürütülen dolaylı savaşlarda başvurulan etkin bir araç olarak karşımıza çıkmakta ve bu hususta ABD, uygulayıcı bir devlet olarak liderliği kimseye bırakmamakta. Bu bağlamda yaptırımlar şeklen kansız bir yöntem olarak görülse de, uygulama sürecinin ucu açıklığı onu zaman zaman çok kanlı olayların müsebbibi olarak da ön plana çıkartabiliyor. İktisadi-mali anlamda yaşanan sıkıntılar bir süre sonra siyasi iktidarların-rejimlerin otoritesine meydan okumanın yolunu açmakta ve sokakları hareketlendirmektedir.
Günümüzde, özellikle 2001 ve sonrası itibarıyla yaşanan "sokak darbeleri" bunun en somut göstergesi olarak karşımıza çıkıyorlar. Önü alınamadığı takdirde süreç iç savaşlara kadar uzanabiliyor. İran ve Venezuela’da yaşanan gelişmeler, bir takım başarısız denemeler, yaptırımların halk-sokaklar ve elbette siyaset üzerindeki etkisini bu boyutuyla göstermesi açısından önemli.
- Yaptırımın de facto tanımı: “Dolaylı cebir”, “hukuksuzluk”, “keyfi güç tatbiki”
Düne kadar devletlerin istenmeyen davranışlarını veya eylemlerini tek taraflı ya da çok taraflı olarak yeteri miktarda zararla veya en azından hissedilir bir tehdit ile önlemek ve onları kendi istekleri doğrultusunda davranmaya zorlamak amacıyla uluslararası hukuk zemininde yapılan girişimler olarak tanımlanan yaptırımlarda artık bir anlam kayması yaşanmakta. “Dolaylı cebir”, “hukuksuzluk” ve “keyfi güç tatbiki ” burada üç temel sacayağı oluşturmaktadır.
Öyle ki, daha önceki uygulamalarda uluslararası hukuka aykırı davranan bir devletin uluslararası kamuoyu önünde ya da uluslararası ilişkilerde uzlaşıya/mutabakata dayalı bir şekilde zor durumda bırakılması söz konusu iken, bugün bu yöntemi uygulayan devletlerin kendisi bizzat hukuku hiçe saymaktadır. Diğer devletlerin iradeleri adeta ayaklar altına alınmakta, kontrolsüz güç anlayışı hukuku katletmektedir. Temel sorun da zaten burada yatmaktadır.
Özellikle ABD’nin uluslararası hukuka uygun olmayan eylemlerinin (2003 Irak saldırısı ve son İran yaptırımları örneğinde görüldüğü üzere), kendisine hukuki ya da başka anlamda bir yaptırım olarak dönmemesi, uluslararası sistemi ve uluslararası hukuku temellerinden sarsmakta, dünyadaki istikrarsızlığı daha da derinleştirmektedir. Ulus devletlerin egemenliğini hedef alan ve artık bir keyfiliği yansıtan yaptırımların eskisi kadar güçlü olmamasının ya da diğer ulus-devletler tarafından bir tehdit olarak algılanmasının altında da bu yatmaktadır. Diğer kirlenen, kirletilen birçok kavram gibi yaptırımlar da bundan nasibini almış görünmektedir.
Kuşkusuz Donald Trump yönetiminin “tehdit/baskı” - “masa/zirve” - “sonuç” üçlüsü şeklinde formüle edilebilecek dış politika anlayışında “yaptırım aracını” çok fazla kullanması bu algıda oldukça önemli bir yere sahip.
- Trump’ın en gözde silahı
Başkan Trump döneminde yaptırımların bir silah olarak görülmeye başlaması ve bu kapsamda ölçünün-dengenin kaçırılması, yani başlı başına dış politikada hakim bir pozisyona sahip olması, gelinen aşama açısından oldukça önemli. Daha somut bir şekilde ifade etmek gerekirse, Trump dış politikasının yaptırımlar ile özdeş hale gelmesi, ABD dış politikası açısından seçeneklerin büyük ölçüde ortadan kalktığı kısır bir döneme işaret ediyor. Bunun dışında, yaptırım kararlarının alınmasında kendi iç hukuk düzenlemelerini uluslararası hukukun yerine koyması (meşru zeminde kayma), iç siyasi kaygıların bu kararlarda bir kez daha öne çıkması, tek taraflılık anlayışı çerçevesinde müzakereyi bir tarafa bırakması ve müttefikleriyle koordinasyon içerisinde olmaması da yaptırımları dış politikada etkin bir araç olmaktan çıkarmış durumda.
Bu husus, başarısızlık ile eşdeğer görülüyor. Zira Trump yönetimine yönelik eleştirilerin temelinde bu yöntem ile hiçbir sonuç alınamadığı ve dış politikaya ciddi bir katkı sağlamadığı hususu ön plana çıkartılıyor. Bu bağlamda bir başarı hikayesi olarak lanse edilen Kuzey Kore yaptırımlarının bile nihayetinde istenilen politik hedefi beraberinde getirmediğine vurgu yapılıyor ve benzer durumun İran için de geçerli olduğu belirtiliyor.
Eleştiriler açıkçası çok da yersiz sayılmaz. Trump dönemi ve hemen öncesinde uygulamaya konulan yaptırımlar Kuzey Kore, İran ve hatta Rusya’ya geri adım attırabilmiş değil. Diğer taraftan Trump her ne kadar şu an için istediği sonucu elde edememiş görünse de, zamana yayılmış yaptırım politikasını sonuna kadar uygulamakta ısrarlı görünüyor. Trump’ın buradaki en önemli beklentisi, hiç kuşkusuz konjonktürde yaşanabilecek bir takım “olağanüstü değişimler”. Zira ABD uluslararası ilişkilerin temelini/ruhunu oluşturan güç ve çıkarın bir kez daha devreye gireceği yönündeki umudunu korumaya devam ediyor.
- ABD’nin yeni ötekisi: "Yaptırım cephesi"
Yaptırımlar, uluslararası sistemin inşası sürecinde yeni ittifaklaşma-işbirliği süreçlerindeki belirleyici-hızlandırıcı boyutuyla yeni bir rol üstlenmiş görünmekte. Buna “bumerang etki” de diyebiliriz. Zira ABD açısından yol açmaya başladığı sonuçlar, tam da bu nitelendirmeye işaret etmekte. ABD, keyfi yaptırım politikalarının bir sonucu olarak kendi elleriyle bir “yaptırımlar cephesi” inşa etmiş durumda. Bir diğer ifadeyle, rasyonel düşünme yeteneğini kaybetmeye başlayan ABD, bir “ötekiler ittifakı” inşa ederek, yaptırımları etkisiz kılacak bir alt yapıyı da oluşturmakta. Dolayısıyla şu ana kadarki mevcut tanımın dışında farklı sonuçlara yol açabilecek bir durum ile karşıya bulunmaktayız.
Yukarıda da kısmen değinildiği üzere, ABD yaptırımlardan eskisi gibi sonuç alamıyor, daha da ötesi yaptırımlar konusunda karar alma ve uygulama süreçlerinde kendisine destek verecek ülke bulmakta zorlanıyor. Destek verenler ya zoraki bir şekilde veriyor ya da verirmiş gibi görünüyorlar. 1990’lardaki Irak ve Afganistan’a yönelik yaptırımlarda gerek karar alma gerekse de uygulama süreçlerinde uluslararası toplumun desteğini alan ABD, bugün farklı bir tablo ile karşı karşıya. Yaptırım uygulamaya çalıştığı ülkeler vekâleten savaşın bir parçası olarak da görüldüğü için, “ötekiler cephesi”nin örtülü desteğini alıyor. Zira yaptırımların, sadece yaptırım uygulayan devlet ve yaptırıma maruz kalan devletle sınırlı kalmayacağını çok net biliyorlar. Kuzey Kore ve İran’ın bugüne kadar direnmesini de işte bundan dolayı başka türlü izah edebilmek mümkün görünmüyor. Ve burada Çin-Rusya ikilisi kadar, özellikle İran boyutunda Avrupa Birliği (AB)’nin takındığı rolü ve ABD’den duyduğu memnuniyetsizliği de göz ardı etmemek gerekiyor. Dolayısıyla yaptırımlar sadece ABD ve Yükselen Asya arasındaki krizi daha da derinleştirmiyor, Batı’nın kendi içindeki krizi de tırmandırıcı bir rol oynuyor.
- "Yaptırımlar ile barışı sağlama” hayalinde sona doğru mu?
Dış politikada her geçen gün mevzi kaybeden ve tehlikeli bir yalnızlık içerisine giren, yeni bir savaşı göze alamayan ABD’nin yaptırımlar konusundaki ısrarı uluslararası istikrarsızlığı daha da arttırıcı bir boyuta ulaşmış durumda. Hukuksuzluğa karşı bir yöntem olarak ön plana çıkan yaptırım silahı, günümüzde hukuksuzluğun ve istikrarsızlığın bir kaynağına dönüşmekte, uluslararası krizi tetikleyici bir rol oynamakta.
Yaptırımların başlı başına bir siyasi çözüm yolu olarak görülmesi ve diplomasinin başka kanallarının-araçlarının işlevsizleştirilmesi, hiç kuşkusuz burada en büyük ölümcül hata/tercih olarak görülüyor ve ABD’nin acziyeti olarak kabul ediliyor.
Yaptırımların ABD’yi hızlı bir krizin içine sürüklediği de dikkatlerden kaçmıyor. Yaptırımlardan bir sonuç elde edemeyen ABD kendi içinde ciddi bir tartışmaya şimdiden girmiş durumda. Zira yaptırımlarından istediği sonucu alamayan ABD’nin bizzat kendisi uluslararası arenada zayıflamakta, yaptırımı gücü ve bu bağlamda liderliği sorgulanır bir hale gelmekte. Nitekim küresel finans sistemi üzerindeki egemen gücünün sınırlarını sonuna kadar zorlayarak uygulamaya çalıştığı bu yöntemi ABD’nin çok uzun bir süre daha devam ettiremeyeceği bizzat kendi içindeki yapılar tarafından da öngörülüyor. ABD’nin finans sistemi üzerindeki tahtını sallamaya yönelik, özellikle dolar bazlı meydan okumalar bu kapsamda değerlendiriliyor ve Trump’a “yaptırımlar ile barışı sağlama” hayalinden bir an önce vazgeç çağrısı yapılıyor.
[Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol aynı zamanda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanıdır]