İSTANBUL (AA) -YUSUF ÖZKIR- Wikileaks’in kurucusu gazeteci Julian Assange, 2010 yılında ABD’nin Irak ve Afganistan’da işlediği “gizli” suçları ifşa eden “çok gizli” ibareli belgeleri ele geçirmiş ve yayınlamıştı. Gizli belgelerin ifşa edilmesi küresel ölçekteki ABD baskısını ve belirli bölgelerdeki ABD saldırılarını durduramasa da ciddi bir kamuoyu tepkisine neden olmuştu. Assange bu belgelerden dolayı ABD’nin hedefindeydi. Bu yüzden 2012 yılında Londra’daki Ekvador büyükelçiliğine sığınmıştı ve burada bir odada yaşıyordu. Tutuklanma korkusundan dolayı o günden bu yana bina dışına hiç çıkmamıştı. Fakat bu yedi yıllık süreç 11 Nisan’da sona erdi. İngiltere polisi binaya baskın yaparak Assange’ı karga tulumba dışarı çıkardı ve tutukladı.
Assange’ın tutuklanmasıyla birlikte, batılı demokrasilerin basın özgürlüğü ve iletişim akışı konusundaki samimiyeti bir kez daha gündeme geldi. Çünkü Assange tarafından yayınlanan belgeler, ABD demokrasisinin kara deliği olarak nitelenebilecek türden “büyük günahları” içeriyordu. Bu yönüyle de ABD’nin 1970’li yıllarda Vietnam’da sürdürdüğü karanlık savaşa bakış açısını değiştirmekte önemli bir kilometre taşı olan Washington Post haberleriyle aynı değerde sayılabilir. Steven Spielberg’in yönetmenliğini yaptığı ve Türkiye’de Ocak 2018’de vizyona giren The Post filminde de aktarıldığı şekliyle, gazete tarafından yayınlanmaya başlanan belgelerle, Amerikalılar Vietnam’da ne olduğu konusunda ilk defa gerçekleri öğrenmeye başlamıştı. Belgeleri ilk yayınlayan gazete olan New York Times Adalet Bakanlığının talimatıyla kapatılmıştı. Ardından Washington Post’un yayınlamaya başladığı ve tarihe “Pentagon Papers” (Pentagon Belgeleri) olarak geçecek olan belgelere göre, resmi görevlilerin kamuoyuna yaptığı açıklamaların aksine, Vietnam’da işler tümüyle ters gitmektedir. Belgeler diğer gazeteler tarafından da yayınlanmaya başlar. Filmin iddialı cümlesine göre, Washington Post hükümetin istekleri dışında gerçekleri yazması gerektiğine inandığı için bu belgeleri yayınlamaktaydı. Bu haberlerden sonra Vietnam konusunda yeni bir sayfa açılmıştı.
Fakat aradan geçen süre içinde ABD’nin küresel ölçekteki işgal girişimleri yeni boyutlar kazanarak devam etti. Genel uygulamalar dikkate alındığında, basın özgürlüğü bağlamındaki ilgili yaklaşımın ABD yönetimi açısından bir şehir efsanesi olarak kaldığı görülüyor. Bu bağlamda, Assange tarafından kendi internet sitesi Wikileaks’te yayınlanan belgelerin kapsamı, ABD’yi yönetenlerin işgal ettikleri topraklarda nasıl acımasız olabildiklerine ve hiç çekinmeden kendi kamuoyuna dahi yalan söyleyebildiklerine dair yaklaşımın 1970’lerde kalmadığını, aksine hâlâ canlı ve sahada uygulanan bir gerçeklik olduğunu gösteriyor.
- Basın özgürlüğü miti
Basın özgürlüğü ve gazetecilerin bilgiyi dolaşıma sokabilme konusunda iradelerinin özgür olması yönündeki bakış açısı, Amerikan demokrasisinin temel dayanaklarından biri olarak sunulur. ABD başkanları dünyaya “nizam verdikleri” konuşmalarda, iletişim akışının ve ürünlerin dolaşımının dünyada özgürce gerçekleşmesinin ABD için “olmazsa olmaz” olduğunu sık sık dile getirirler. Bu tutumun tarihsel dayanaklarından en önemlisi olarak ise kuşkusuz ABD anayasasında 1791 yılında yapılan ilk değişiklikle (First Amendment) basın özgürlüğünün garanti altına alınması ve bu konuda aleyhte bir değişiklik yapılmasının yasaklanması gösterilir.
Fakat bu iddialı yaklaşıma rağmen, Amerikan tarihi (yukarda örneklendiği üzere) bunun tam aksi uygulamalara sahne olmuş ve bir yandan sermaye baskısı, diğer yandan resmi baskı arasında, genel yaklaşımın dışında önemli sapmalar yaşanmıştır. Yeri gelmişken, ABD’nin kendi ülkesi için prensipte kabul ettiği ama uygulamak zorunda hissetmediği “basın özgürlüğü ve iletişim akışı” konusunu diğer ülkeler için bir baskı aracı ve sopa olarak kullanmak konusunda oldukça istekli olduğunu eklemek gerekir. Bu yaklaşımla ABD’nin fiziki gücü arasında doğrudan bir ilişki bulunuyor. Dolayısıyla bir gazeteci olarak Assange’ın “iletişim akışını sağlama ve toplumu gerçeklerden haberdar etme” konusundaki hakkını kullanmasından sonra başına gelen şey de bunun aynısı. Assange önce bir odada yedi yıl yaşamak zorunda kaldı, sonra da polis baskınıyla gözaltına alındı. İngiltere tarafından ABD'ye iade ve sonra da idam edilebileceği iddiaları şimdiden konuşulmaya başlandı.
Peki neden? Bu sorununun cevabını Julian Assange’ın yayınladığı belgeler veriyor. Kısaca değinmek gerekirse, Assange tarafından 2010 yılında yayınlanan belgelerde ABD’nin Irak ve Afganistan’da işlediği pek çok cinayet ve sivil katliam deşifre ediliyor; işkencenin ve tecavüzün yaygın şekilde kullanıldığı, belgeleriyle dünya kamuoyuna aktarılıyordu. Yüzlerce sivilin katledildiği saldırılar, “teröristler öldürüldü” şeklinde basına servis edilerek karartma yapılıyordu. Tüm bunların ABD askerleri tarafından halen yapılmadığının ise bir garantisi bulunmuyor, zira gerek Irak, Suriye ve Afganistan’daki gerekse Pakistan’ın belirli bölgelerindeki ABD saldırıları devam ediyor. Dolayısıyla Assange’ın deşifre ettiği belgelerdeki bilgilerin belirli bir süreyle kısıtlı olduğunu düşünmek yanıltıcı olabilir. ABD’yi öfkelendirerek Assange’ı baskı altında tutmasına neden olan kızgınlığın kökeninde, muhtemelen ABD’nin demokrasi(!) vaadiyle gittiği ülkelerdeki gerçek uygulamalarını, geriye döndürülemeyecek şekilde insanlığın vicdanına sunmuş olması yatıyor.
Bu yüzden ABD, diğer batılı demokrasilerin de yardımıyla, kendi çıkarlarına uygun olmayan durumlarda, basın özgürlüğünü de gazetecilerin temel hak ve hürriyetlerini de baskı altına almaktan kaçınmıyor. Burada irdelenmesi gereken bir diğer nokta ise aynı ABD’nin ve iş birliği yaptığı diğer batılı demokrasilerin, demokrasiyi ve basın özgürlüğünü Türkiye gibi ülkeler söz konusu olduğunda hatırlamalarıdır. Bu demokrat(!) güçler bir taraftan askeri darbeleri destekleyip demokrasinin yok edilmesine çanak tutarken diğer taraftan basın özgürlüğünün kısıtlandığı iddiasıyla kamuoyu baskısı oluştururlar.
- Darbeleri destekle, önlemleri eleştir
Demokrasi bahsi açılmışken darbeleri anmadan geçmek, parçayı bütünden ayırmak olur. Bu yüzden, Amerikan demokrasisinin aslında sadece gazeteciliği ve dolayısıyla iletişim akışını baskı altına alan bir aygıt olmadığı, aynı zamanda küresel ölçekte kendi teorik iddialarının aksine bir yöntem takip ettiğini görmek gerekiyor. Bu olgunun en somut göstergeleri, farklı ülkelerde gerçekleşen askeri darbe girişimlerinde ortaya çıkmıştır. Dünyada muhtelif ülkelerde gerçekleştirilen darbelerin ve darbe girişimlerinin örgütlenmesinde, lojistik destek sağlanmasında, kamuoyu desteği üretilmesinde, içeriden eleman devşirilmesinde, ajan satın alınmasında, darbecilere küresel meşruiyet sağlanmasında ve ekonomik anlamda desteklenmesinde ipin ucu bir şekilde ABD’ye çıkar. Amerikan dış politikası, son örneği Venezüella’da görüldüğü üzere, çıkarlarına hizmet etmediğini düşündüğü meşru yönetimleri darbe yoluyla iktidardan indirmeyi bir aparat olarak kullanır.
ABD 1950’den bu yana İran’dan Şili’ye, Türkiye’den Küba’ya ve oradan Venezüella’ya uzanan geniş bir hatta, bu tutumunu bir geleneğe dönüştürmüş durumda. 2016 başkanlık yarışında “ABD artık diğer ülkelerdeki yönetimlerin darbeyle değiştirilmesi süreçlerinde yer almayacak” mealinde açıklama yapan Donald Trump’ın ilk vazgeçtiği vaatlerinden birinin bu olması da şaşırtıcı değil.
Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda Kuzey Kore’de bir diktatörle çalışmak ne kadar “iyi” ise ABD çıkarları ile uyuşmadığı için Mısır’da halkın iradesiyle seçilmiş bir başkanla çalışmak da o kadar “kötüdür”. Mısır’ın darbeci lideri Sisi’nin gerek 2013’teki kanlı darbe girişimini yaparken gerekse sonraki süreçte koltuğa tutunabilmesi esnasında en büyük destekçisinin Washington olması bir tesadüf değil, esasında ABD politikalarının özetidir.
Öte yandan 15 Temmuz 2016 tarihinde ülkemizde FETÖ eliyle gerçekleştirilen askeri darbe girişiminin elebaşının ABD’de konfor içinde yaşamasına ve örgütünü yönetmesine müsaade edilmesi, Amerikan aklının Türkiye konusundaki ajandasının bulanıklığını gösteriyor. 15 Temmuz gecesinden itibaren, Başta ABD olmak üzere Batı cephesinden yansıyan açıklamaların düzenli bir şekilde FETÖ lehine olması, sadece 12 Eylül askeri darbesindeki CIA parmağını hatırlatmıyor, aynı zamanda bu manivelanın darbe mekanizmasını harekete geçirebilmek için teyakkuz halinde olduğunu da gösteriyor.
Meselenin bir diğer boyutu ise Türkiye düşmanı terör örgütlerine Batı’da gösterilen müsamaha. FETÖ üyeleri hem ABD’de hem Avrupa’da rahat bir şekilde çalışabiliyorlar. Avrupa adeta PKK üyelerinin sığınağı konumunda. Bu tabloya, bir süreden bu yana kuzey Suriye’de oluşturulan PYD-YPG örgütlerinin ABD eliyle tam teçhizatla donatılmasının da eklendiği görülüyor. PKK’nın Suriye kolu olan PYD-YPG’nin kısa ve uzun vadede Türk demokrasisi ve Türkiye’nin toprak bütünlüğü için tehdit oluşturabilme potansiyeli bilinmesine rağmen bu desteğin verilmesi, çifte standardın büyüklüğünü göstermesi bakımından dikkat çekici. Washington’ın demokrasi karşıtı bu tutumunun FETÖ ve PYD konusunda değişmeden devam ediyor olması, ayrıca buna ek olarak Türkiye’nin ulusal güvenliğini sağlayabilmek için almaya çalıştığı muhtemel önlemleri gayrimeşru göstermeye yönelik baskının artma eğilimi, demokrasi, basın özgürlüğü ve iletişim akışı gibi küreselleşmiş prensiplerin tek taraflı bir şekilde kullanılmak istendiğinin göstergeleri.
Son olarak, ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgal ettiği süreçte adeta bir kara propaganda merkezi işlevi görerek belirleyici bir rol oynayan CNN televizyonunun tutumuna bakarsak, Batılı demokrasilerin Batı dışındakilere her seferinde hatırlattığı ilkelerin uzun zamandan bu yana tek taraflı şekilde uygulanmakta olduğunu kolaylıkla görürüz. Bu tutumun devlet aygıtını aşarak “özgür” medya kuruluşlarına sirayet etmesi ise negatif eğilimin giderek Batılı demokrasilerin tüm hücrelerini ele geçirmeye başladığına işaret ediyor. Assange’ın yedi yıldır hapis hayatı yaşadığı odadan çıkarılarak tutuklanmasının ardından CNN’in “Assange gazeteci değil bir aktivist” ifadesini kullanması ve bunu ispatlamaya yönelik epeyce çaba sarf etmesi, aslında bir koma haliyle karşı karşıya bulunulduğunu gösteriyor. Söz konusu ülke ABD olunca gazeteciler “aktivist” olarak tanımlanıp onlara yapılan anti-demokratik baskıcı uygulamalar aklanabiliyor. Fakat sıra Türkiye’ye geldiğinde, tescilli terör örgütü üyelerine veya onlara payanda olanlara “gazeteci” muamelesi yapılması isteniyor. Bu komedi ise maalesef bir “kovboy oyunu” şeklinde göz göre göre sergileniyor. [İstanbul Medipol Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Yusuf Özkır aynı zamanda Kriter dergisinin yayın koordinatörüdür]