İSTANBUL (AA) - NECMETTİN ACAR- Arap Baharı süreci ile birlikte Ortadoğu’da başlayan gerginlik ve silahlanma yarışı son günlerde ABD ile Suudi Arabistan arasında ortaya çıkan nükleer işbirliği haberleri ile yeni bir aşamaya evrildi. Her ne kadar imzalanan anlaşmaların enerji üretimi gibi barışçıl amaçları kapsadığı ifade edilse de, Suudi Arabistan yönetiminin uzun yıllardır nükleer hevesler taşıdığının biliniyor olması, bu anlaşmalara nükleer teknolojinin barışçıl amaçlarla kullanımının dışında bir anlam atfedilmesine yol açtı. ABD ile Suudi Arabistan arasında imzalanan nükleer işbirliği anlaşmasında Suudi Arabistan’ın nükleer programını sadece barışçıl amaçlar için kullanacağını taahhüt eden bir maddenin bulunmaması da bu algıyı kuvvetlendirdi.
Arap Baharı süreci ile birlikte, Suudilerin nükleer silah edinme yönünde belirgin bir çabanın içine girdiği gözlemlenmişti. Bu süreçte Suudi Arabistan’ın Rusya, Fransa, Pakistan, Hindistan ve Çin gibi nükleer güç olan ülkeler ile geliştirdiği silah alımı ve savunma anlaşmalarını da içeren yakın ilişkiler bu çabanın en somut örnekleri oldu. Örneğin Prens Muhammed bin Selman’ın 2015 yılındaki Paris ziyareti sırasında Suudi Arabistan-Fransa arasında 2 nükleer reaktörün yapımını da içeren bir nükleer işbirliği anlaşması karara bağlanırken, yine 2015 yılında veliaht prensin, 2017 yılında Kral Selman’ın Moskova ziyaretlerinde de Suudi Arabistan-Rusya arasında nükleer işbirliğini de içeren savunma anlaşmaları imzalandı. 2019 yılı Şubat ayında Muhammed bin Selman’ın Güney Asya’yı (Pakistan, Hindistan ve Çin) kapsayan ziyareti sırasında yapılan görüşmelerde de nükleer işbirliği önemli bir gündem maddesi olarak ön plana çıktı.
- Suudilerde nükleer heveslerin uyanışı
Suudi Arabistan'da nükleer heveslerin ortaya çıkması, Soğuk Savaş sürecinde Ortadoğu bölgesinde ortaya çıkan komünizm tehlikesi ve 1979 yılında yaşanan İran devrimi ile yakından alakalıdır. İran devrimi ve devrimi takiben başlayan İran-Irak savaşı, Rusların Afganistan’ı işgali ve Yemen’de varlık göstermeye başlaması, Suudiler açısından nükleer caydırıcılığı hem rejim güvenliği hem de bölgede İran ve Rusya gibi iki güçlü ideolojik/jeopolitik rakip karşısında önemli bir alternatif haline getirmiştir.
Özellikle İran-Irak savaşı sırasında Suudi rejiminin tehdit hassasiyeti o kadar artmıştır ki bu dönemde Suudiler, Körfez bölgesinde hava üstünlüğü kazandıracak AWACS sistemini ABD’den satın alabilmek için ABD’deki Yahudi lobisi ile çetin bir mücadeleye girmek zorunda kalmışlardır. O dönemde ABD yönetiminin Ortadoğu’ya yönelik silah satışlarında İsrail’in üstünlüğünü gözeten bir politikayı büyük bir titizlikle izliyor olması AWACS konusunda Suudileri epey zorlamış olmalı. Suudi Arabistan’ın o dönemdeki ABD büyükelçisi ve bugünkü büyükelçi Rima’nın babası olan Prens Bender, AWACS sistemi için yürütülen pazarlıklar sürecinde ABD basınına verdiği bir demeçte “ABD için yaptıklarımızı bilseniz bize AWACS değil nükleer silah verecek olurdunuz” demek suretiyle Suudi Arabistan’ın İran ve Rusya karşısındaki bölgesel önemini hatırlatmıştır. Bu demeç ile Riyad yönetimi, etkili bir güvenlik şemsiyesi için nükleer caydırıcılığa sahip olma isteğini de dolaylı yollardan ABD’li müttefiklerine hatırlatmıştır.
1980’li yıllar Suudilerin nükleer heveslerini gerçekleştirmek için önemli girişimlerde bulunduğu bir dönem oldu. Nükleer güç olma hevesleri bu dönemde Suudilerin Irak, Pakistan ve Çin ile geliştirdiği ilişkilerde en önemli gündem maddelerinden biriydi. Örneğin Suudi Arabistan’ın Birleşmiş Milletler eski temsilcisi Muhammed el-Khilevi, nükleer silah teknolojisini paylaşması için Irak'a 1980'lerde 5 milyar dolar verdiklerini söyledi. Temmuz 1985'te Suudilerin ABD büyükelçisi Prens Bender, Kral Fahd'ın emriyle Pekin'e sürpriz bir ziyarette bulundu. Ziyaretin gizli amacı, Çin'den Dong Feng-3A'yı almak için zemin yoklamaktı. Bu silah sistemi 3 megatona kadar güçlü nükleer savaş başlıkları taşıyabilen ve yaklaşık 3.000 ila 4.000 km arasında değişen menzile sahip balistik füzeleri içermekteydi. Bu süreçte ABD yönetimi Suudileri, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme (NPT) anlaşmasını imzalamaya zorladı ve Çin füzelerini almaları durumunda F-15 uçaklarını Suudilere satmamakla tehdit etti.
1990’lı yıllarda ise Suudilerin nükleer heveslerine kavuşmak için yöneldiği başka bir ülke Pakistan olmuştur. Nükleer silah programı ve gerçekleştirdiği nükleer denemeler sebebiyle uluslararası yaptırımlarla karşılaşan Pakistan, bu süreçte karşı karşıya kaldığı ekonomik darboğazı büyük oranda Suudilerin ülkeye sağladığı ücretsiz petrol ile aşabilmiştir. Suudilerin Pakistan’a sağladığı bu cömert yardımlar, gelecekte Pakistan’ın nükleer teknolojiyi Suudilerle paylaşması amacına matuftu.
ABD yönetiminin bu dönemde Ortadoğu ve Körfez bölgesini hayati çıkar alanı ilan ederek gerektiğinde askeri güç ile bölgeyi savunacağına dair verdiği güçlü taahhütler, Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu’da komünist tehdidin ortadan kalkması ve I. Körfez savaşı sonrası Saddam yönetiminden kaynaklanan tehdidin İran ve Suudi Arabistan’ı birbirine yakınlaştırması Suudilerin nükleer arayışında bir gevşemeye neden oldu.
- Arap Baharı sürecinin Suudilerin nükleer arayışına etkisi
Suudilerde nükleer hevesleri yeniden canlandıran olayların ilki hiç şüphesiz İran’ın gizli nükleer faaliyetleri olmuştur. Aslında ABD, Şah döneminde, Tahran Üniversitesi bünyesinde bir nükleer tesis kurulmasına destek olarak İran’ı nükleer faaliyetlere teşvik etmişti. Fakat 1979 yılındaki İran devrimi ABD ve İran arasında ortak çıkarlara dayanan ittifakı sonlandırınca iki ülke arasındaki bu nükleer işbirliği ortadan kalkmıştır. 2006 yılında ortaya çıkarılan İran’ın gizli nükleer faaliyetleri hem ABD kanadında hem de İran’ın bölgedeki en önemli rakibi konumundaki Suudi Arabistan’da derin bir endişeye yol açmıştır. İran’ın gizli nükleer faaliyetlerinin yanı sıra ABD’nin Irak’tan askerlerini çekmesi ve Arap Baharı süreci İran ile Suudi Arabistan arasındaki rekabeti artırmıştır. Bu durum Suudilerin daha etkili bir güvenlik şemsiyesi olarak nükleer güce yönelmelerine sebep olmuştur.
2010 yılında Arap Baharı başladığında İran, Ortadoğu'da Suudi Arabistan karşısındaki etkinliğini arttırmıştı. Özellikle 2006 yılındaki İsrail-Hizbullah ve 2009 Gazze savaşını takip eden dönemde İran, silahlı örgütler üzerindeki nüfuzu sayesinde savaş ve barış kararlarını etkileyebilecek bir kapasiteye ulaşmıştı. ABD’nin Irak’tan asker çekmesini takip eden süreçte Irak’ın İran nüfuzuna girmesi İran’ı Körfez bölgesinde güçlendirmenin yanı sıra İran ile Suriye arasında bir kara bağlantısının kurulmasını da sağlamıştır. İran, bu kara bağlantısı üzerinden Bereketli Hilal bölgesindeki müttefikleriyle arasında bir lojistik kanal elde etmiştir. Arap Baharı ile birlikte Tunus ve Mısır’daki laik, Batı yanlısı ve Suudi destekli rejimlerin düşmesi, İran’ın Arap Baharı'nın zayıflattığı Suriye ve Yemen’de etkisini arttırmasına imkan sağladı. Irak işgali ve Arap Baharı sonrası bölgenin üç önemli devleti olan Mısır, Irak ve Suriye'nin içine düştüğü istikrarsızlığın bölgede oluşturduğu bu güç boşluğunu İran’ın doldurma ihtimali Suudi Arabistan’da çevrelenme hissini (Şii Hilali) derinleştirmiştir.
Arap Baharı sürecinde İran ve Suudi Arabistan arasında başlayan yeni Soğuk Savaş iki temel faktörden kaynaklanmaktadır. Birincisi İran’ın Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta Haşd-i Şabi, Yemen’de Ensarullah, Filistin’de İslami Cihad ve Hamas ile olan güçlü bağlarını ve Körfezdeki Şii azınlıklar üzerindeki ideolojik nüfuzunu kullanarak Suudi Arabistan’ı ve müttefiklerini zayıflatma çabasıdır. İkincisi İran’ın nükleer silah edinme çabalarının başarıya ulaşması ya da ABD’nin İran’ın nükleer programından koparabileceği tavizler karşılığında İran’ın bölgesel hegemonyasını kabul edebilme ihtimalidir.
Suudi Arabistan, İran’ın nükleer faaliyetlerini tamamen Körfez bölgesindeki komşularına yönelik askeri bir çaba olarak görmektedir. Nükleer faaliyetleri durdurulmaz ve İran nükleer silah geliştirebilirse bir taraftan İran’ın bölgesel gücü ve İslamcı rejimin prestiji artarken diğer taraftan İran ile Suudi Arabistan arasında zaten var olan askeri güç farkı Suudi Arabistan aleyhine iyice artacak, bölgesel güç dengesi kökten değişecektir.
Riyad yönetimini, İran’ın bölgeyi silahlı gruplar üzerinden istikrarsızlaştırabileceği fikri rahatsız etmektedir. Çünkü İran’ın muhtemel nükleer kapasitesinin, İran’dan çok daha yetenekli ve gelişmiş nükleer kabiliyetlere sahip, Batı ülkelerini veya İsrail’i hedef alması oldukça zayıf bir ihtimaldir. Suud yönetimi, İran'ın nükleer faaliyetleri konusundaki endişesini, Muhammed bin Selman’ın geçen yıl CBS televizyonuna verdiği mülakatta “İran nükleer silah geliştirirse biz de geliştiririz” sözleri ile en üst perdeden ifade etmiştir.
- Suudilerin nükleer çabalarının muhtemel sonuçları
Irak işgali ve Arap Baharı sürecinde yoğunlaşan Suudi-İran rekabeti Suudilerin nükleer teknolojiye sahip olma çabalarının altında yatan en önemli gerekçe olarak görülmektedir. Ancak halihazırda İsrail’in nükleer güce sahip olması, İran ve Suudi Arabistan’ın da nükleer güç edinmeye dönük teşebbüsleri, Ortadoğu'da nükleer silahlar konusunda ciddi bir yarışı tetikleyecektir. Bu durumda Mısır ve Türkiye’nin de benzer bir çabanın içine girmesi kaçınılmaz olacaktır. Nükleer güce sahip olmanın Suudilerin askeri/endüstriyel kapasitesine yapacağı benzersiz katkı Körfez'deki Katar, Kuveyt ve Umman gibi Şeyhliklerin hiç arzu etmediği Suudi nüfuzunu güçlendirecektir. Bu durum Körfez bölgesinde var olan ayrışmaları derinleştirecek, bölgenin en güçlü savunma örgütü olan Körfez İşbirliği Teşkilatı’ndan ayrılmalara neden olabilecektir. Suudiler eğer bir gün ABD’den nükleer güç transfer etmeyi başarabilirlerse bu durum hem Suudi rejimin küresel ve bölgesel prestijine çok büyük katkıda bulunacak hem de rejimin ABD ile çok özel bir ittifak kurmasını simgeleyecektir.
Suudi Arabistan, Güney Asya ülkeleri, Rusya ve Fransa ile son dönemde geliştirdiği yakın ilişkileri kullanarak ABD’yi nükleer teknoloji paylaşımına zorlamakta, ABD yönetimine bu teknolojiyi alabileceği çok değişik alternatiflere sahip olduğu mesajını vermektedir. Özellikle Muhammed Bin Selman’ın Güney Asya ziyareti sırasında ABD’nin en önemli küresel rakibi konumundaki Çin’e gitmesi bu anlamda etkili bir mesaj olarak yorumlanmıştır. Çok kârlı Suudi silah pazarını Rusya ve Çin gibi rakiplere kaptırmak istemeyen ABD’nin bu ziyaretin hemen akabinde nükleer teknoloji paylaşımına dair anlaşmaların imzalandığını deklare etmesi de mesajın alındığını göstermektedir.
ABD açısından bu anlaşmayı cazip kılan ise kârlı Suudi silah pazarını ve Körfez enerji kaynaklarını rakip güçlere kaptırma korkusudur. Zaten Washington’daki yetkililer “biz satmasak rakiplerimizden alacaklardı” demek suretiyle bu endişeyi açıkça ortaya koymuşlardır. Çünkü Suudilerin Çin ve Rusya gibi iki rakip güç ile geniş çaplı silah ve savunma anlaşmaları yapması zengin enerji kaynaklarına sahip olan Körfez bölgesinde ABD etkinliğini zayıflatan bir sonuç doğuracaktır. Körfez petrollerinin en büyük alıcılarından birinin Çin olduğu şu dönemde, Çin’in, Suudilerle yapacağı savunma anlaşmaları üzerinden bölgenin güvenlik mimarisinde etkili roller üstlenmesi ABD’nin hiç de istemediği sonuçlar doğurabilir.
[Doktora tezinde Suudi Arabistan’ın güvenlik algısı ve dış politikasının değişimini konu alan Dr. Necmettin Acar Ortadoğu’da bölgesel güvenlik ve dış politika konularında çalışmaktadır]