Mynet Trend

BİZE ULAŞIN

Bir Mucizeler Rotası Likya Yolu

Bir mucizeler rotası… Yanan taşlar, antik şehirler, ormanlarla kaplı dik yamaçlar, Akdeniz’in tuzlu sularıyla ve güneşle yıkanan kumsallar… Olympos ile Karaöz arası, Likya Yolu’nun en çarpıcı bölümlerinden.

Bir Mucizeler Rotası Likya Yolu
Korsan Koyu - Karaöz rotası, Teke Yarımadası’nın güney sahilleri boyunca çam ağaçları arasından devam ediyor.

Yolculuğumuz Ulupınar’da başladı. İki günlük bir yolculuk planlamıştık. İlk gün, yüzyıllar boyunca sönmeyen Yanartaşlar (Chimaera) üzerinden Çıralı’ya inerek tarihi gizemini hiçbir zaman kaybetmemiş antik Olympos’a ulaşıyoruz. Kentin deniz tarafındaki girişinde bulunan, Kaptan Eudemos’un lahdi üzerindeki hüzünlü yazıt zihinlerimize kazınıyor.

“Son limana demirledi gemi, çıkmamak üzere
Çünkü ne rüzgârdan ne de gün ışığından medet var artık
Işık taşıyan şafağı terk ettikten sonra Kaptan Eudemos
Oraya gömüldü gün misali kısa ömürlü gemisi, kırılmış bir dalga gibi.”

Antik kent içindeki yazın bile kurumayan kaynaktan tazelediğimiz sularımızı çantalarımıza yerleştirdikten sonra Olympos’tan ayrılıyoruz. Akçay Deresi’ni geçip Musa Dağı’na tırmanıyoruz. Planımız, geceyi Musa Dağı’nın zirvesindeki çoban kulübesinde, ertesi gün ineceğimiz Adrasan ve Çavuşköy’ü tepeden seyrederek geçirmek.

Ormanın içine doğru ilerledikçe aşağılarda kalan Olympos görüş açımızdan çıkıyor. Yorgunluğumuzu artırmamak için kısa molalar vererek sıkça dinleniyoruz. Tütsü ve parfüm yapımında kullanıldıkları için soyları tehlike altında kalan sandal ağaçlarına rastlıyoruz.

Markiz Tepesi’ne pırnal ve zeytin ağaçları hâkim. Burçaklı Sırtı’ndan bakıldığında aşağıda Dökük Koyu, ileride Kelleci Burnu ve Suluada manzarası görünüyor.

Yaklaşık üç saat süren tırmanışın ardından Musa Dağı’nın kuzey cephesinden güneyine geçiyoruz. Gece için kamp kuracağımız çoban kulübesi tam karşımızda. Buradan Çavuşköy’ün kurulduğu geniş ovayı tepeden görebiliyoruz. Bizden başka kimse yok zirvede. Yaktığımız küçük kamp ateşinin ışığında, ertesi gün tamamlamayı planladığımız Adrasan, Gelidonya Feneri ve Karaöz Parkuru için harita ve kitapları inceliyoruz. Tüm Likya Yolu’nun en heybetli, insanın yürüdükçe yalnızlığını yaşayıp kendini dinlediği patikalarından geçeceğiz. Gün geceye dönerken yorgunluk galip geliyor. Baykuş sesleri uykumuzu bölse de derin bir uykuya dalıp gidiyoruz.

Adrasan–Gelidonya Feneri–Karaöz

Sabah zaman kaybetmeden yola koyulup hızlı bir tempoda, neşe ve heyecanla inişe geçiyoruz. Adrasan’ın düzlüklerine indiğimizde bizi bölgenin en önemli geçim kaynağı olan seralar karşılıyor. Yürüyüşümüze seraların arasından devam ederken çiftçilerin ikram ettiği portakalları ve domatesleri geri çevirmiyoruz. Yürüdükçe hafiflemeye başlayan çantalarımız yeniden ağırlaşıyor ama en yorgun anlarımızda portakal ve limon hızır gibi yetişip enerji veriyor. Sahile doğru yaklaştıkça seralar yerini pansiyonlara bırakıyor. Adrasan’a genellikle yerel turizm hâkim, çok yıldızlı otel işletmeleri henüz buraya gelmemiş. Pansiyonlar ve kamp alanları Belek ve Kemer’e göre çok daha amatör bir ruhla işletiliyor.

Öğle vakti Adrasan sahiline varıyoruz; şimdi kısa bir mola zamanı. Tertemiz çam ormanı havasını ciğerlerimize çekerek Gelidonya Feneri’ne giden patikalara doğru ilerliyoruz.

Orman yolu bizi terk edilmiş bir deve çiftliğine çıkarıyor. Bu bölgede Yörük geleneklerinden olsa gerek, deve yetiştiriliyor. Kumluca ve Korkuteli’de her sene deve güreşleri de yapılıyor. Bu çiftliğin yürüyüşçüler için ayrı bir önemi var. Yarım gün sürecek susuz Gelidonya Feneri yürüyüşünün son su kaynağının bulunduğu nokta burası. Su takviyesinin ardından Boğadamı Vadisi’ne doğru zaman zaman sertleşen rüzgâra karşı yürüyoruz. Çam ormanın derinliklerine doğru ilerlerken sabrımız tükenmeye başlıyor, denizi de görmek istiyoruz...

Gavurharman Beli’ne tırmanışın sonlarında tepelerin arasından da olsa Adrasan’ı seyretme imkânı buluyoruz. Buradan kıvrım kıvrım keçi patikalarını izleyerek Bozdünek Tepesi sırtlarında yürüyüşümüze devam ediyoruz ve karşımıza uçsuz bucaksız Akdeniz ve Suluada manzarası çıkıyor. Suluada, üzerinde tatlı su kaynağı bulunan, az sayıda keçinin yaşadığı ve birkaç küçük kumsala sahip yalnız bir ada.

Musa Dağı tırmanışı- tamamlandığında, yamaçları kaplayan çam ve sandal ağaçları yerini yemyeşil düzlüklere bırakıyor.

Yemek molasının ardından Bozdünek’in yamacından aşağıya doğru inerken bambaşka bir diyarda olduğumuzu fark ediyoruz. Başlangıçta yol işaretleri bizi çam ağaçları arasından yürütüyor olsa da bir süre sonra ağaç gölgelerini geride bırakarak kayaların arasına dalıyor. Ayak burkulmalarına karşı dikkatli olmak gerekiyor. İlkbaharda bile tepemizdeki güneşin etkisini hissederken, yazın buraların ne kadar sıcak olabileceğini hayal etmek gerçekten güç. Likya Yolu’nu yürüyeceklerin ilkbahar ve sonbahar aylarını tercih etmelerinde fayda var.

Yolumuz üzerindeki devrilmiş çam ağaçları arasından, kekik ve adaçayı kokuları eşliğinde yaklaşık 10 kilometreyi bulan bir yürüyüş yapıyoruz. Su kaynağımız olmadığından tüketim konusunda oldukça tutumluyuz ancak vücudumuzun su kaybına da izin vermiyoruz. Likya Yolu’nu sonbaharda yürüyenlerin sıkça karşılaşıp doğal besin olarak tükettikleri keçiboynuzu burada karşımıza çıkıyor.

Deniz seviyesinden yüksekliğimiz 100-250 metre arasında değişiyor. Çoğu zaman dikkat gerektiren yorucu patikalardan yürümeye devam ettikçe çevrede gezen keçilerin de azaldığını fark ediyoruz. Şehrin uğultusuna beyinlerimiz o kadar çok alışmış ki birbirimize burası dünya değil mi şeklinde soru sorar hale geliyoruz. Yol boyunca insanın kendi kendini dinlemesinee fırsat veren, yalnızlığı her yönüyle hissettiren bir atmosfer var.

Karşısındaki Beşadalar manzarasıyla Gelidonya, Türkiye’nin deniz seviyesinden en yüksekte olan feneri.

Kayalıkların üzerinden seke seke ilerleyip Kelleci Burnu ve Markiz Koyu’nun tepelerinden geçerek Gelidonya Feneri’ne doğru ilerliyoruz. Hayata tutunmaya çalışan bodur dikenli ağaçlar ve tek fırtınaya dayanabilecek kadar enerjisi kalmış, devrilmeye hazır ağaçlar yol arkadaşlığı ediyor bize.

Yol boyunca kırmızı-beyaz renkli yol işaretlerinin yanı sıra taşları üst üste koyarak oluşturulan ve bir tür yol işareti olarak kullanılan “baba”ları da görüyoruz. Hatta onlarca taşın üst üste konduğu, âdeta dilek kayası haline gelmiş olanlar bile var. Yerleşimden ne kadar uzak olsak da işaretlerin sık ve patikaların belirgin oluşu bu bölgede olası bir kaybolma durumunun sözkonusu olmadığını bize anlatıyor.

Çamlıkların ardından manzarayı görebildiğimiz zamanlarda Frenkiçi Burnu’na doğru yaklaşmaya başladığımızı fark ediyoruz. Frenkiçi’nin arka cephelerinden geçip tırmanışımızı yaparken daralan patikalarda daha dikkatli adımlar atmaya çalışıyoruz. Rotamızda ilerlerken arkamızda kalan manzarayı geniş bir açıdan seyretme fırsatı buluyor ve bu özel yerin keyfine daha fazla varmaya çalışıyoruz.

Frenkiçi Burnu ve Dökük Koyu mevkiinde tırmanışın sonuna gelirken yorgunluk kendini göstermeye başlıyor. Markiz Tepesi’ne yaptığımız bu son tırmanış bizi sabırsızlıkla beklediğimiz Gelidonya Feneri ve Beşadalar manzarasına kavuşturacak. Eğimi çok dik olmayan bir rampayla boz pırnal ağaçlarının arasından dikkatlice yürüyoruz. Bir meşe cinsi olan pırnal ağaçlarının gövdeleri oldukça dayanıklı. Büyük pırnal ağaçları, hafif esintili ve serin gölgeleriyle güneşli Likya Yolu yürüyüşlerinde hayat kurtarıcı olabiliyor. Yalnız yaprakları dikenli olduğu için size gölgesini sunarken dikkatli olmanızda fayda var.

Markiz Tepesi’nin Burçaklı sırtından, pırnal ve zeytin ağaçları arasındaki patika boyunca aşağıya inerken Beşadalar ve Gelidonya Feneri beliriyor. Yıllar boyunca fırtınalara meydan okuyan ve karşısındaki adalara sürekli göz kırpan fener etkileyici. Antalya Körfezi’nin girişi olan bu nokta antik çağlarda denizciler için akıntılı ve geçilmesi zor bir bölgeydi. Adalar civarında arkeolojik batık olduğu biliniyor. Markiz Tepesi’nin güney cephesine geçtiğimizde esmeye başlayan sert rüzgârdan bu durumun nedeni rahatlıkla anlaşılabiliyor.

Bulunduğumuz konum Likya Yolu’nun en heyecan verici parkurlarından ve mutlaka yürünmesi gereken bölgelerinden biri. Aşağıya doğru indikçe heyecanımız artıyor. Deve çiftliğinden bu yana yaptığımız, teknoloji ve yerleşimden uzak yürüyüş yaklaşık 6 saat sürüyor. Fenere varır varmaz çantalarımızı ve ayakkabılarımızı çıkartarak zeytin ağacı gölgesinde yapılmış geniş tahta sedirin üzerine boylu boyunca uzanıyoruz.

Fener çevresinde yaptığımız kısa bir turun ardından sert esen rüzgâra daha fazla karşı koyamıyor ve adaçayı kokuları arasından Karaöz’e doğru devam ediyoruz. Dikice Burnu’nun tepelerinden orman yoluna indiğimizde karşımıza peşi sıra çıkmaya başlayan su kaynakları yaptığımız susuz yürüyüşün bize armağanı. Tepeden aşağıya doğru baktığımızda Akdeniz’in kendine has masmavi rengi ve kayalık sahilleri karşılıyor bizi. Kırmızı renkli kayaları çevreleyen mavi suları seyrederken hayallere dalıyoruz.

Ada Tepe’nin hemen arkasında yer alan Korsan Koyu (Melanippe) cennet gibi bir manzara ve sahile sahip. Koyda, Helenistik dönemden kalan kalıntılar çalı ve ağaçlarla kapanmış. Korsan Koyu’nu arkamızda bırakıp ağaçlar arasında dar bir patikadan geçerek orman yoluna çıkıyoruz. Bu yol bizi Karaöz’e getiriyor. Sahilde oturup dinlenirken bir günde yürümüş olduğumuz 35 kilometrelik yolun verdiği keyif ve heyecanı konuşuyoruz. Mutluluğumuzu tarif etmek zor.

En Çok Aranan Haberler