Hayata gözümü ilk açtığımda onun kucağında bulmuştum kendimi. Anne gibi sıcak, heyecanlı ve bir o kadar da ürkekti beni ve kardeşlerimi büyütürken. Kolay değildi kendinden farklı, 4 kız çocuğu vardı etrafında.
Bulunduğumuz toplumu düşündüğümüzde hep sert durmak zorundaydı. Babaydı çünkü evin direği… Omuzundaki sorumluluklar fazlaydı kız çocuklarını okutarak başladı sistemin dışına çıkmaya. Çünkü geldiği toplumda kız çocuk okumasa da olurdu. Direndi…
Kabul etmediği gibi, mücadelesini verdi 4 kızını da İstanbul’un en iyi üniversitelerinde okuttu.
Kızlar okumalı ve altın bileziklerini takmalıydı. Yemedi, içmedi okumamız için elinden geleni yaptı annemle birlikte. Ortaokul mezunuydu. Ama bir üniversite mezunu gibi bilgisi vardı. Her dönem derslerimize yardım etti. Bizim için zor olan havuz problemlerini bile kolayca anlatırdı. Sayesinde özel ders almaya hiçbir zaman ihtiyacımız olmadı. Elleriyle yaptığı maket saatle, 4 kızına da saati öğretmişti. Saatin rengi de pembeydi. Belli etmezdi ama çokta ince düşünürdü. Her şeyi kendi yapardı. Elinden her iş gelirdi. Bizim hayallerimiz vardı, babamın ise hayallerimizi gerçekleştirmek için uğraşan kocaman bir yüreği…
Konuşmayı pek sevmezdi. Sessizce bizi dinlerdi, bizi ve dudaklarımızdan dökülen hayallerimizi… Bir sabah uyandığımızda koridorda bekleyen kırmızı bianchi bisiklet hepimizin ortak anıları arasında yer alır. Hiçbir zaman alacağım demezdi. Ama süprizlerini hep umulmadık bir zamanda tam yerinde yapardı. Tıpkı, bir akşam üzeri gelen bilgisayarımız, muhabbet kuşumuz gibi…
Dört kızı da onun için çok değerliydi, şimdi hatırlıyorum da evlendirirken dördümüzün arkasından sessizce ağlamıştı. O gözyaşları ne kadar çok şey anlatıyordu, çok kıymetliydi aslında…
Kendi düzenlerimizi kurduğumuzda basit, mutlu, sıradan bir hayatımız vardı.
Taaa ki….
14 Mayıs 2016 Cumartesi gününe kadar... Herkes gibi bizim içinde sıradan bir gün olarak başladı. Sıradan bir cumartesi…
Sıradanlığı bozan ve inanılmaz hale getiren olayla birlikte babam sessizce aramızdan ayrıldı. Bize bıraktığı şok ve dayanılmaz acı ile....
Cahit Sıtkı Tarancı’nın dediği gibi;
Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün…
Yaşım 35 ben yolumu yarılarken babacığım 70 yaşında yolunu tamamlayıp aramızdan ayrıldı. Daha çok erken, daha çok genç diyemeden sessizce gitti…
Gidişinin üzerinden 3 hafta geçti...
Sorgulamalarla, acabalarla ve keşkelerle geçen 3 hafta. Sanki hala bir hayali yaşıyorum, sanki bana verilen bir rol bu ve birazdan oyun bitecek... Oyun bitecek ve babam gelecek...
Kelimelerin anlamsız kaldığı sadece yaşayanların bildiği bir acı ile kıvranıyorum, acı değil yanıyor içim hem de cayır çayır yanıyor. Gözlerim ağlamaktan yanıyor artık... Bilsem ki ağlamalarım sonunda gelecek durmaksızın gözlerim patlayana kadar ağlarım haykırırım...
Bitmeyen bir kabusun içindeyim sanki uyuyorum, uyanıyorum ama değişen hiçbir şey yok. Acı gerçekle uykularım kaçıyor…
Kardeşlerimle, annemle bir bütünüz, her zamankinden daha güçlü olmaya çalışıyoruz, onun istediği gibi çok dağıtmadan ama sessizce gözyaşı döküyoruz. Hala dilimizde hala yüreğimizde… Hala o günü konuşuyoruz, o günü ve bir gün öncesini. Yaşayanın bildiği garip işaretler görüyoruz şimdi. Şimdi anlıyoruz ve ah keşke, keşke o zaman farkedebilseydik gidişine çok az kaldığını….
Biliyorum tarihi, saati değiştiremezdik. Ama bilseydik durmaksızın, “seni çok seviyoruz, iyi ki bizim babamız oldun, bize öğrettiklerin için çok teşekkür ederiz, biz çok şanslıymışız çok” derdik, derdik ve bol bol öper, koklardık…
Ah keşke ahh…
Sevgilerle,
Ebeveyn Koçu, Canay Bahşi Ilgın