Ecz. Ezgi Koçak
rumeli70eczanesi@mynet.com
Doğuran mı? Büyüten mi? Yoksa emek ve sevgi mi?
Bu yazı 3 muhteşem kadına ithaf olunur..
Size bugün mesleğim dolayısıyla tanıştığım birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş 3 kadının hikayesini anlatacağım.
Bunlardan biri fizyolojik anne iken, diğeri sadece fizyolojik olarak henüz anne değil. Farkındayım cümle garip oldu. ‘‘Sadece fizyolojik olarak henüz anne değil’’ de ne demek?
İzin verin anlatayım. Bu iki kadından fizyolojik anne olan kadınla ile henüz hiç yüz yüze gelemedim. Diğerinin ise gözlerinin en derinine baktım ve duygusuna, metanetine, duruşuna hayran oldum. Bu iki kadın aynı evde doğup büyüyen vakti zamanı gelince de evli evine köylü köyüne giden iki kız kardeş.
Kardeşlerden biri evlendikten bir süre sonra evlat sahibi olmak istiyor ve hamile kalıyor. Anne, yapılan rutin kontrollerde öğreniyor bebeğinin durumunu. Bebeğinin kemik ve bağ dokusunu etkileyen, bu nedenle yüzde ciddi fiziksel şekil bozukluklarına sebep olan ve 50 binde 1 kişide görülen Treacher Collins Sendromu (TCS) ile hayata gözlerini açacağını öğreniyor. Tüm psikolojik baskılara rağmen vazgeçmiyor bebeğinden ve bu yazıda ismini ‘Melek’ koyduğum bebek, dünyaya gözlerini açıyor. Burada kısa bir bilgi vermek istiyorum; TCS’li bebekler akıl ve vücut sağlıkları yerinde, sadece yüz şeklindeki fiziksel anomalilerle dünyaya gelirler.
Ne yazık ki, ender görülen bu hastalıkla doğan Melek bebeğe fiziksel görüntüsü sebebiyle kimse dokunmak ve bakmak istemiyor. Doğduğu hastanede Melek bebek bir de menenjit geçiriyor ve iyileşmek için hastane hastane gezip duruyor. Oysa Melek bebeğin fiziksel görüntüsü dışında diğer sağlıklı bebeklerden hiçbir farkı yokken ön yargı ve ilgisizlik sebebiyle bir anda yaşam kaderi değişiyor. Menenjit hastalığı yüzünden bu kez de gözlerini ve işitmesini kaybediyor. Defalarca kalbi duruyor ve Melek bebeği hayata tutundurmak için bu iki kız kardeş birlikte kıyasıya bir mücadeleye giriyor. Çok değil, birkaç yıl sonra bu iki kardeş tekrar tek çatı altında, aynı tencereden çorbayı küçük bir kız vesilesi ile paylaşıyor. Aynı evde yaşamaya başlıyorlar tekrar iki kardeş. Anne ile hiç yüz yüze gelemedim. Sadece sesini duyup, bana yazdığı mesajlarda kızına ve hayata olan inancını okudum. İnsanların elini tutmaktan, yüzüne bakmaktan korktuğu bebeğinden ‘Prensesim’ diye bahsederkenki kızına hayranlığı ciğerime işledi. Tüm çaresizliğin, eğitimsizliğin içinde evladını var etme mücadelesi veriyor dört duvarlı evinde. Dokunuyor bebeğine, öpüp kokluyor. Menenjit yüzünden göremeyen, duyamayan minik kızına ne kadar güzel olduğunu anlatıyor bıkmadan her gece. En büyük destekçisi kız kardeşi. Kardeşi Melek bebeğin doğumundan sonra aktif olan iş hayatını bırakıyor ve kardeşinin evine taşınıyor. Hayatından vazgeçme pahasına yeğenini hayata tutundurmak için varını yoğunu ortaya koyuyor ablasıyla birlikte. Bu üç kadın el ele yaşam mücadelesi veriyor. Konuşurken içi titriyor, gözleri doluyor genç kadının. Evlat diyor ya! Karşımdaki kadının gözlerine, anlattıklarına bakınca ben hangisi anne bilemedim. Bir kadın, bir anne olarak teslimiyetle hayran oldum karşımda duran kadının sevgisine, emeğine, kendinden vazgeçişine...
Annelik duygusu gibi derin bir bağ sadece doğuranlara özgü bir duygu mudur derseniz ben karşımdaki kadına bakınca sorunun cevabından hiç şüphe duymadım.
Bence annelik gönlünü açabilen, annelik emek veren, annelik sadece bedeninden değil, kalbinden kopan parçayı büyütebilendir.
Ben anneler tanıdım senelerce evladını arayıp sormayan,
Ben annneler tanıdım dar zamanda rüzgara, toza karışan.
Ve ben anneler tanıdım hiç doğurmamışken ‘analık’ mertebesine Tanrı katında kabul olan...
Bu mertebeye ulaşmış tüm Anaların bence her günü kutlu olsun...
Azra’nın Annesi Ezgi...
Ecz. Ezgi Koçak