İçindeki ilahi aşkı kuantum ve tasavvufla da buluşturan yazar Rengin Sakaoğlu “her yaşam bir şiir, her yaşam bir dua” diyerek şu günlerde şiir kitabı “Vuslat” ı okuyucularına sunmanın heyecanını yaşıyor. İkinci kitabıyla milyonların yaşamında yeni kapılar aralayan yazar ikinci eseriyle de okuyucularını taçlandırıyor. Görmeyi gözlerimizden, duymayı kulaklarımızdan ibadet saydık; gönül gözüyle görmek, can kulağı ile duymak deyince duraksadık. “Oysa bu alemde sonsuz aşk ve muhabbetle varız ve unuttuğumuz şu ki bu yol hepimize açık” diyen Rengin Sakaoğlu “Gül Yarim, Küçük Sıcak Bir Ihlamur” isimli şiir kitabından da izler taşıyan “Vuslat” ta bu sonsuz yolculukta gönülden gönüle aşk ve muhabbetin her daim devam edeceğini ifade ediyor.
Yazarın ilk kitabı “Güneş Bazen Mavi Doğar” ı okudukça neden bu kadar çok ilgi gördüğüne şaşırmayacak hatta bu eseri kaleme alan yazarın içsel yolculuğunu derinden merak edeceksiniz. Öyle ki, kitabın içinde okuyucuyla paylaşılan ruhsal ve bedensel bilgiler, yaşamın içinde okuyucuya altın anahtar olabilecek bir yol haritası gibi… “bazı şeylerin kalıplaşmış şekilde söylendiği vakit duyulmadığını düşünüyorum; bu nedenle Kuran’ın ve peygamberlerin getirdiği ilimleri yeni sözlerle ifade etmeyi tercih ediyorum” diyen yazar Rengin Sakaoğlu kitabında kendi hikayesinden de kesitler sunarak okuyucuyla buluşuyor.
High School ve Boğaziçi mezunu olan Sakoğlu’nun kaleminden dökülen bu kitap acele etmeden, sindire sindire okunulması gereken ve manevi yolculuk alanında başyapıt olarak nitelendirilebilecek bir eser. Akıl ve gönül arasındaki ahengi güzelliğe çevirebilmenin, gerçek anlamda sevgiyi hissedebilmenin ve en önemlisi ise insan olabilmenin kolaylıklarının en yalın haliyle paylaşıldığı “Güneş Bazen Mavi Doğar” tekrar tekrar okuyup yeniden anlam kazandırabileceğiniz bir hakikatin örneği.
Rengin Sakaoğlu’nun “Güneş Bazen Mavi Doğar” adlı kitabı geçen nisan ayında piyasaya çıktı ve hızla çok satanlar listesine girdi. Bu kitap için “okudum, anladım” kelimelerinin gerçek anlamlarında kullanılamayacağını baştan belirtmek gerekiyor. Bir okuyuşta tam olarak anlaşılamıyor, zaten zihnimizin anlaması için de yazılmamış. Gönülden gönüle bir yol olarak, plansız bir şekilde, başı sonu belirlenmemiş bir zaman aralığında kalemden kağıda akmış.
Benim için Rengin Sakaoğlu’nun kendisi de kitabı da “şaşırtıcı” çünkü bugüne kadar oluşturduğum zihinsel kalıplarıma hiç uymuyor. High School ve Boğaziçi mezunu Sakaoğlu kitabında kendi hikayesini anlatırken Kur’an-ı Kerim’den, İslam’dan, peygamberlerden, kuantumdan, kişisel gelişimden bir arada bahsediyor. Bunları birbirinden ayrı tutmaya alışmış olanlar için de tabii ki çarpıcı bir etki yaratıyor. Adı geçen her ilmin Allah’ın ilmi olduğunu söyleyen Sakaoğlu, yüzyıllardır bu topraklarda söylenen bilgilerin artık fizik bilgisi olarak önümüze geldiğini anlatıyor.
İşte Sakaoğlu ile yapılan o röportaj;
Hem Kuran’dan hem de kuantum alandan aynı cümleler içinde bahsediyorsunuz. Bu alışık olmadığımız bir şey... Unuttuk mu yoksa yanlış yerden mi başladık?
Kuran, bütün ilimleri kapsayan bir bilinç hali. Kuran’da bütün idrakları kapsama durumu var. Fakat bizim Kuran’ı ya da başka bir kitabı ya da başka bir söylemi veya şu andaki kişisel gelişim veya kuantum ya da fizik alanını, kimya alanını; neyi okuyorsak, hangi zihinle okuduğumuz önemli. Yani Kuran mı okuyoruz, İncil mi okuyoruz, matematik kitabı mı okuyoruz fark etmiyor; fakat bizdeki sistemde kıyasi bir akılla mı bakıyoruz -ki buna amigdala deniyor veya külli bir akılla bakmayı öğrenebilir miyiz-ki bu epifiz bezinin devreye girmesi demek. Eğer biz kıyastan, külli bir idraka geçebilirsek, böyle bir oluşu fark edersek bütün ilimlere böyle bakabilirsek bakış açımız değişecektir.
Bütün ilimler Allah’ın ilmidir, hepsini kapsar, eğer biz kendi mekanizmamızla bunu işletebilirsek, fark edebilirsek; yani ciğerimiz ve böbreğimiz, iskeletimiz, enerji sistemlerimizin çalıştığını fark edebilirsek, hele bir de Ademiyetimizi bu sistem içinde fark edebilirsek, bizim kitapları okumamız, ilmi değerlendirmemiz, bilgiye bakış açımız, farklı olacaktır. O zaman bütün anlatımların cevabını gönül sistemimizle gerçekten okumaya (gönül alanının beyinden çok daha fazla bir manyetik alana sahip olduğunu fark edeceğiz), kendi kitabımızı okumaya ve kendi kitabımızı baştan yazmaya başlayacağız diye düşünüyorum.. İlk önce okuyacak olan mekanizmayı iyice tanımamız lazım. Yaksa Kuran, kuantum, fizik, kimya, herhangi bir şeyi okumayı biliyor muyuz, okumayı öğrenmekle alakalı mesele.
“Başka bir bilinçte; bütün alem, gördüğümüz her şey bir söz söyler bize. Bu, kainatın kitabını okumaktır.”
“Okumak” gerçekten nedir?
Normalde kıyasi bir bilinçte okumak nedir? Kitabı alıp harfleri bir araya getirip okumaktır. Başka bir bilinçte; bütün alem, gördüğümüz her şey bir söz söz söyler bize. Bu, kainatın kitabını okumaktır. Benim hissettiklerim, düşündüklerim, anneden-babadan getirdiklerim, DNA’larım, genlerim, oluşum, yaşadıkları; bunları okumaya gayret etmektir. Eğer gerçekten okuyabiliyorsak, o şeye bakabiliyoruz demektir. Bakabilmek, “seyir” demektir. Seyir ise epifiz bezinden olur. Bu yaşadığımız şeyden bir an için gerçekten ayrılıp, başka bir formatta görebilmek demektir. Bununla ilgili daha çok şey söylenebilir ama Kuran-ı Kerim “Oku” ile başlıyor, Mevlana’nın Mesnevi’si “Dinle” diye başlıyor. Okumak ve onların anlatmaya çalıştığı manada dinlemek için bir eğitim gerekli diye düşünüyorum. Benim için en azından öyle gerekti.
Bu eğitim bir mürşidin elinden tutarak mı olmalı?
Bu benim için öyle... Daha önce bir süre enerji çalışmaları yaptım, fakat beni bir türlü tatmin etmedi. Daha önce bunu okumayı becermiş biri, sana da bu kitabı nasıl okuyacağını öğretir. Ne okuyacağını değil ama nasıl okuyacağını… Yani nasıl öğretmen sana kalem tutmayı öğretiyor, bunun gibi… Sizin kendi içsel okuma yetinizi nasıl kazanabileceğinizin eğitimini veren sistemler bunlar. Aslında “mürşit” Allah’ın ismidir, “mürit” de Allah’ın ismidir. Aslında bize anlatılmak istenen, bir insana evet denildiği vakit, oradaki arkasında duran bütün sistemi okumaya evettir. Onu okurken kendi kitabımızı okuruz. Aslında tam kişiselleştiriyor gibi dururken, tamamen oradan çıkmakla alakalıdır.
Mürit-mürşit ilişkisi çok yargılanan bir konu. Bu bizim belki gördüğümüz ya da hiç göremediğimiz deneyimlerden kaynaklanıyor olabilir.
Bu yol, gönül ve aşkla gidilir. Gönül ve aşkta kıyasi akıl hesaba çok katılmaz. Kıyasi akıl lazım değil mi? Lazım. Fakat işlevi bir yere kadardır. Bütün tasavvuf öğretilerinde ve eğitimlerinde gönlü aktive etmekle alakalı bir bilgi vardır, hakikat vardır, gerçeklik vardır. Şu anda batı dünyasında da birçok eğitim veriyor ama bu noktayı söylemiyorlar. O noktanın en güzelinin de Allah isminde ve Muhammed isminde gizli olduğunu düşünüyorum. Bunun sizin vücudunuzda ve isminizde değil ama indinizdeki paha biçilmez bir güzellik olduğunu söyleyebilirim. Hiç kıyasa gelmez bir güzellik.
Kıyasi akıl ne demek?
Kıyasla seyreden demektir. Bizde bir sürü sistem var. Sistemlerimiz nedir? Mesela madeni sistem vardır bizde. Demir var, ne yapar, çekim alanı yapar mıknatıs gibi. Karaciğerimizde altın var. Bir tarafımızda bakır var. Biz bitki yiyoruz. Et yediğimiz zaman da o etin aslı bitkidir. O hayvan da bitki yer, et olur, biz de onu yeriz. Bitkilerle beslenme sistemimiz var, bizi oluşturan, bir boyut, bir gerçeklik var. Hayvaniyetimiz var. Bu nedir? Çiftleşiriz, lazım olunca yeriz, bir sürü hayvani özelliklerimiz de var. Fakat bizim bu formatta insan olmamız istenmiştir. Fıtratımızda bu vardır. Yani bizi tatmin edecek şey budur. Bir de aklımız ve muhakeme yeteneğimiz, düşünce formatlarımız var. Bir nefs alanından yaratıldığımız içni bütün alemin bilinç sistemleri, düşünce kalıpları aynen bizde de var. Bütün bunlarla beraber, bizim bir hakikatimiz ve oluş formatımız var ki buna insan deniyor, Adem deniyor ve bizim bu formatı bu yeryüzünde bir anneden-babadan doğmuşken bulabilme imkanımız var. Dinler aslında devamlı “Böyle bir formatın var, bunu fark et” diye davet ediyor. Biz eğer bu formatı fark edebilirsek, kendimizi ifade ettiğimiz, tanımladığımız anne, baba, kadın, erkek, başarılı, iş kadını formatlarını herkesin kabul ettiği, etmediği, beğendiği, beğenmediği, bütün formatları fark edip bunun ötesinde başka bir şey var mı diyebildiğimiz bir noktada cevap, “Evet var”. Bizim bu alemde, bu beşer kisvesinde, beş duyuyla hareket eden formattan, Adem formatı denilen bir yere doğru, Allah’ın sonsuz yaratım noktalarında içimizde, gönül mabedinde daim var olan bir güç olduğunu fark etmeye doğru bir yoluculuğumuz olabilir.
Kıyasi idrak ve zihin bunu yapmamıza izin vermez. Bunun da bir doyum noktası var. Allah’ın muazzam oluş sisteminde bunun da böyle olmasının bir sebebi var. Gene de bize her an şöyle bir teklif vardır: Sen bu Ademiyeti fark edebilirsin, Ademiyeti fark etmek demek, melekeleri ve melekut alemini, meleklerle işleyen sistemin bu vücut formatında da zuhur edebileceğini ve yaşanabilir bir sistem olduğunu ve bunun bilinebileceğini, bulunabileceğini, Allah’ın bilinebileceğini, bulunabileceğini; Muhammed denilen, hamd eden, muhabbet zevklerinin burada bulunup yaşanabileceğinin bir işaretidir. Ama kıyastaki bir zihin bütün bu sistemleri tanır da Ademiyete, meleki sisteme veya Allah’ı bilmeye doğru bir rezistansı olabilir. Bizim vaktimiz gelmişse, rezistansı bırakıp ötesindeki bütün bu oluşlara eyvallah deyip gönlümüzü açabiliriz, Allah’ın izin verdiği kadar. Çünkü açılan da açılmayan kadar güzeldir, hepsi güzeldir.
Yeni ortaya çıkan kişisel gelişim tekniklerinde çoğu zaman bir yere kadar gelinip “Eee sonra?” denilen bir nokta var. O nokta burası mı?
Birçok kişisel gelişim eğitimi aldım. Her birinin sonunda “E burası buraya kadar mı, olmuyor…” düşüncesi bende zuhur etti. Herkeste nasıl oluyor, bilmiyorum. Ama bir insanla karşılaştığım zaman bana bu noktaları nasıl yaşayabileceğimi, nasıl tatmin olan bir nefse dönüşebileceğimi fark edebilmeliyim. Tatmin olmak, ‘hııı’ deyip bir şeyin hakikatini bulmaya doğru yol alan bir nefsin eyvallah demesidir. Gerçek manada kendi özünü, kendi esmalarını, Allah’ın zatından oluşmuş olan bütün özünü fark edebilmesi ve burada bunu zuhur ettirmeye doğru bir yol olduğunu bulmasıyla alakalı bir şeydir.
“Akıldan gönüle, gönülden beyne” diye bir söyleminiz var. Neyi ifade ediyorsunuz?
Bizim kıyasta bütün iman ettiklerimizin, daha doğrusu bütün inanç kalıplarımızın küfre (perdeye) dönüşmesi, yani zıddına dönüşmesi, bütün perdelenenlerin de zuhura gelmesi gibi bir format gerekiyor. Yani zihnimizdeki bütün olmazların olur, olurların olmaz olması. “Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” diyen manevi büyüklerimiz var. Şu anda bütün nöroformat çalışmaları aynısın söylüyor. Tabii ki söylerler çünkü hakikat öyle. Zihniyetimizdeki bütün değişim ve dönüşümün gönül evinde, yani Allah’ın “Ben alemlere sığmam, bir gönüle sığarım” dediği noktada, gerçekte kendi manasını bulması var. Gerçekten gönül evi denilen, Allah’ın evi denilen, Kabe’nin bulunduğu yer, zuhurda “Kabe”, batında “insanın kalbi” olan o noktayı fark etmekle alakalı bir durum zuhura geldiği vakit bütün olmazlar ve olurlar gerçek manalarına yavaş yavaş kavuşmaya, akmaya, canlanmaya başlaması ve kendi hakikatlerine doğru dönmekten dolayı sonsuz bir neşenin var olması fark edilir.
Kişisel gelişim sistemlerinin çok güzel olduğunu düşünmeme rağmen beni bu noktaya taşımadılar. Bu noktaya taşındıktan sonra hepsi daha güzel manalar ifade etmeye başladı. Bu benim yolculuğumda olan bir şey ama Hacı Bayram Veli’den Hacı Bektaş’a, Yunus Emre’den Mevlana’ya, Şems-i Tebrizi’den Peygamber Efendimiz’e ve bütün peygamberlerin fark etmemizi salık verdikleri, istedikleri bir gönül noktası bu -ki bu nokta zuhura gelmeye başladı mı, sonsuz aşk ve muhabbet, sonsuz yaratım halini zevk eden bir Adem’e dönüşmek olasılığı var.
Diğer eğitimlerde bir noktaya kadar bir şeyler söylüyorlar fakat gönüldeki o zevk, o aşk ve muhabbet noktası biraz eksik kalıyor, Allah da tamamlar diye düşünüyorum. Bunun şöyle dini bir anlatımı da var: Bunlar yaşanmaya başladığı vakit, bütün kişisel gelişimler, “deccal” denilen anti his, duygu ve oluşum bunu mümkün kılmaz, bunu bitirir. Ama İsa gelecek derler -ki İsa hep vardır, bir bilinç halidir ve gönüllerimizde bir noktadır aslında- İsevi zevk zuhura geldiği anda bununla başa çıkar. Başka kelimelerle de ifade edilebilir, oradan da muhabbete ve Muhammed’e başka bir yol olduğunu düşünüyorum. Bunun da paha biçilmez kıymette olduğunu düşünüyorum. Bir insandan yaşanabilinir, seyredilebilinir, fark edilebilinir ve hepimize de bu yol açıktır.
“Eski enerji” sözü çok kullanılıyor. Ve dinler eski enerjiydi deniliyor ve siz şu anda bambaşka bir şey söylüyorsunuz. Neden böyle bir algı var?
Kuran-ı Kerim’de Allah diyor ki, “Ben dinimi tamamladım”. Din tamamlanabilir bir şeydir. Onu Allah tamamlar. Allah’ı bulmak lazım ilk önce. Allah’a emin olmak lazım, Muhammedül emin gibi. Ondan sonra din kuralları gibi şeyler bizde tamamlanmış olabilir. “Amin” diyorum ben buna. Bizim zihniyetimizdeki algıyı değiştirmemiz lazım. Mesela “şeriat” diye bir şey söyleniyor. Şeriat, şartlar demektir, işaret de demektir. Evet, şurada yaşayan herkes bir işaret bırakır. Biz o işaretlerden de duyar ve öğreniriz ve o işaretlerin bizde ne anlama geldiğine dair bir soru sorarsak biz orada hakikati bulabiliriz. İşaretleri yok saymak çok işimize yarayan bir şey değil. Dinler eskide kaldı gibi söylemler -ki ben de böyle söylüyordum eskiden, o zaman sen din ol da geç, orayı ol, geçmiş olur o zaman. Kitabınızda “Kuran-ı Kerim Rabca’dır” diyorsunuz.
Biz çok kısıtlı bir bakış açısından bakıyoruz. 1400 sene bize göre çok fazla. Ama başka bir boyuttaki hakikate göre çok az bir süre. Kuran-ı Kerim evet Arapça değil. O zaman bence bir şeyi okurken o lisanı öğrenmek yazım. “Bu nasıl okunur acaba?” diye bir soru sorabilirsek, kibrimizi ve gururumuzu bir nebze kurban yani yakın getirmiş oluruz. Oraya biraz daha teveccüh ederiz yani onu gönül haliyle seyretmeye doğru bir akışa doğru döneriz. Bugün benim ismim Rengin, yarın hiç olmayacak ama Muhammed ismi her zaman var. Neden? Çünkü muhabbet hep var. Ahmet, Muhammed, Mustafa ve Mahmut isimleri Allah’ın o bilinçlerdeki isimleridir. Kişisel, şahsi, Ademiyet isimleridir. Bizim kendi ismimizi buna kurban etmemiz, (kurban, kurbiyet ve yakınlık demektir), o isme ve o enerji moleküler vibrasyonuna yakın getirmek demektir. Başka bir şey değildir aslında. Ben buna “Amin” diyorum. Hepimize çok kolay ve zevkli olsun. Böyle bir formasyon var çünkü. Kuran’ın “anda kurulan” bir manası da vardır. “Eğer sen bunu fark edebilirsen gönlün canlı Kuran olur” diye bir söylem var. Bir yaprak bir yaprağın aynısı değildir. Benzer fakat aynı değildir. Onların hepsine aynı dersek, sıkıcı bir şey söylemiş oluruz. Halbuki her an yeni bir formatla, yeni bir oluşumla yepyeni olandır Allah, “ulviyet” ismiyle bir gönülden yepyeni uygulanır ve zuhur eder. O yüzden bir sürü şablon gibi programlar varsa da bütün alemde, nasıl yaşanacağı, o anda, o gönle göredir. Oradan zuhur edilen de Kuran’ın ta kendisidir.
Allah’ın bir tanımı var mıdır? Herkes farklı mı yaşar?
Tanımlamaya, bir formata sokmaya çalışan kıyasi zihindir ama suretlerde değil, siret olarak bilinir. O yüzden de Allah ismi bir zerreye isim olarak verilmez. Çoğulu yoktur, dişisi yoktur, erkeği yoktur, zıddı yoktur, sadece gönüllü zuhur etmiş olan bir zerreden bilinir Allah. Kendini böyle tarif ettiği için böyle söylüyoruz. Kıyastaki zihin formata sokmaya çalışır. O formatlarla Allah bilinemez. Onun kendi söylemi bu. Ama Ademiyet ismi Allah’ın kendisinin zuhur ismidir. Adem olarak bilinir. “Ben Adem’den bilinirim” der ve diğer bütün peygamber zevklerinden de bilinir.
Kitapta “Allah”, “Rab”, “Hak” kelimeleri geçiyor. Bunların hepsi ayrı mı?
Ayrı manalara da geliyor çünkü ismi farklı, formatı farklı, yani kelimenin oluş şekli farklı. İsim aldığı zaman belli bir yerde, belli bir formatta bir oluşumu da vardır. Ama bu beşer aleminde “Mr. Allah” diye biri olmaz, olmamıştır. Kendi öyle yapmadığı için. Allah ismi öyle olmadığı için. Fakat zatı itibariyle münezzehtir. Hangi oluşuma Allah desek aynı değil, gayrı değil, ayrı değildir. Bunu fark etmek gönlün işidir, zihnin işi değildir. O yüzden bizim işimiz gönlü zuhura getirmektir, Allah’ı formata sokmak değil.
Kitaptaki bir anınızda Şeyh Baba size “Allah’tan değil kendinden iste” diyor. Orada siz şaşırıyorsunuz. Ne demek istedi orada size?
Ben o sırada kıyasi bir bakış açısındaydım. Demek istediği şey, “Gerçek sen olan özün bütün bir meleki sistemdir ve Esma-ül Hüsna’dır. Sen oradan istemeyi, oradan zuhura getirmeyi öğren. Bu Allah’ı bilme, Allah’tan isteme anlamına gelmiyor. Daha çok, daha iyi bil ve kendinden nasıl istediğini de öğren” manasına geliyor. Bu kıyasi bir bakış açısından çıktıktan sonra zuhura gelebilen, fark edilebilen, talep edilebilen ve işleyebilen, çalışan bir durum. O yüzden biz kimseye “Sen öyle ol, böyle ol” demiyoruz. Ama isterse kendisinde var olan bir sistemi çalıştırmayı öğrenir. O zaman keşfi açılır.
“Meleki sistem” dediniz. O da o zaman bizim içimizde, dışarıda değil, öyle mi?
Dışarda değil, indimizde var olan bir sistem. Tüm Esma-ül Hüsna zaten hepsi meleki sistem. Kıyasi akılla meleki sisteme bakıyorsak orada büyük yanılgılar olduğunu düşünüyorum. Bizim beşer sistemiyle mi, meleki sistemle mi çünkü eğer biz kıyasi bir akılla da meleki sisteme bakıyorsak, orada da yanılgı olduğunu düşünüyorum. Çok büyük yanılgılar var.
Allah’ı bilmek ilk iş yani, “Eşhedü enla ilahe illallah”, ilk yani. Ondan sonra diğer sistemleri okumakla alakalı bir durumumuz olabilir. Çünkü İslam olmak, barış demektir yani selam, selim, aklıselim, kalbiselim kökünden gelir. Din dedikleri şey “İslam”dır. Bunun tahakkuk ettiği bir zerre İslam olmuştur. Onun hakikatini de Allah bilir. Bunun içindedir hepsi. Bize göre Adem de İslam’dı, Muhammed de İslam’dı.
Kıyasi bir zihin, “Ben benim” derse oradaki formatında takılır. Onun kıyastan külli akla dönüşmesi biraz emek gerektiriyor.
Kişisel gelişim bilgisinde “Ben benim” ifadesi çok kullanılıyor. Bunun ötesi mi var?
Bunun hangi idrakla söylendiği çok önemli. Çünkü kıyasi bir zihin, “Ben benim” derse oradaki formatında takılır. Onun kıyastan külli akla dönüşmesi biraz emek gerektiriyor. Onun o külli akıldan gönle bırakılması ve gönül halinin daim, aktif bir şekilde sürmesi... O zaman o insan “Ben” dese de olur, demese de olur, ne söylense olur. Fakat daha önce kıyasta duran bir bilinç, “Ben evrenselim” der ama gerçek manada duran bilinçse kim ona neyi söylerse söylesin onu kabul eder. Orada sıkıntı olmaz. Çünkü hepsinin Allah indinde sonsuz bir yaratım manası var. Bu da paha biçilmez. İster pozitif olsun, ister negatif olsun; ne derse desin.
Okumak için bilincin açılması gerekiyor demiştiniz kitapta. Bilincin açılması kendiliğinden olan bir şey değil herhalde.
Kendiliğinden olur olmaz, Allah bilir orasını. “Gerekiyor” da demem ben. Kimine öyle olur, kimine böyle olur, ben sadece içimdeki tecrübeden yola çıkıp birkaç kelime söylemeye gayret ettim. Tek bir format yok. Söyleyebildiklerim çok az zaten.
“Daha önce manevi veya enerji dediğimiz şeyler fiziki bilgi haline şu anda önümüzde duruyor.”
Kuantum alanın tanımı nedir?
Fizikçiler çok iyi bilirler, ben çok iyi bilmiyorum. Atom altı diyorlar, fakat muazzam bir enerji sisteminin içinde bulunduğumuzu fark ettiğimiz zaman bizim bu kıyasta duran benliğimiz yavaş yavaş erir zaten. Öyledir... Zuhuru, hakikati, Muhammedi olarak zevk ediyorum. Fark edilmesi başka, zuhurda zevk edilmesi başka bir şeydir, anlatılması uzundur ama atom altı olduğu için her şey atomdan var olan bütün madde alanı. Hepsiyle muazzam bir ilişkide olduğumuzu, her sözümüzün, her hissimizin form aldığı bilgisi ve bütün bunların aslında var oluşta, bir sonraki adımda gerçek zevk edişimizle birlikte o formatların oluştuğu bilgisi. Bununla ilgili daha bir şey söylenebilir. Çok iyi bilenler var, ben o kadar iyi bilmiyorum. Şöyle bir güzelliği olduğunu düşünüyorum; daha önce bütün master’ların, guruların söyledikleri alan şu anda fiziğin alanı oldu,fizik eğitimi ve öğrenimi oldu. Newtonium fizikten kuantum fiziğine doğru bir fark ediş oldu. Daha önce manevi veya enerji dediğimiz şeyler fiziki bilgi haline şu anda önümüzde duruyor.
Kitapta kuzeniniz için bir şeyi çok istiyorsunuz ve o size nasip oluyor. “Bu ilahi bir sırrı içeriyor” dediniz. Ben şöyle yorumladım, sizden başka bir şey, başka biri olmadığı gibi bir sır mı?
Bu kuantum alanda ya da fark ettiğiniz bir boyutta bütün istekler size dönüyor. Aslında isteyen Allah ve Allah isterse isteyebiliyorsunuz. Allah’ı fark ettiğiniz zaman bu isteği ancak o zaman isteyebildiğinizi görüyorsunuz. Daha önce duayla istemeyi istiyorsunuz veya o durumu istiyorsunuz. Fakat birden bire bir istek geliyor ve o isteğin Allah’tan olduğunu fark ettiğiniz zaman “Allah isterse zuhura getiriyor” cümlesi de geliyor. Burada “ayrı”lıktan değil, “beraber”likten bakabildiğiniz, seyredebildiğiniz zaman başka oluşumlar ve zevkler de var. Mesela diyelim ki ben bir şey olmak istedim ve olmadı. Ben buna kıyastan bakarsam kıskanabilirim, “Ona oldu, bana olmadı” derim. Ama ben kuantumla bakıyorsam, kolektif bilinçte isem, Rengin zerremi o bilince taşıyabildiysem şöyle diyebilirim: “İstedim oldu. Allahım ne güzelmiş bu.” Çünkü o hareketi seyredebilirim, görebilirim. Çünkü orada aslında kıyasta gördüğüm kalabalık yok. Bir zevkin zuhura gelmesi var.
“Eğer biz, ‘Ben korkusuzum’ dersek tam da korkabileceğimiz şeyi bize zuhur ettirir. Evren de böyle çalışır, Allah da böyle yapar.”
Genelde korkmamaktan çok bahsediliyor. “Korkma, sevgide kal” gibi ama siz korkmaktan korkmamaktan bahsediyorsunuz. Önemli bir vurgu, onu biraz açabilir miyiz?
Çünkü beşer idrakinde zevkinde korkmak var. Korkuyorsan korkuyorsundur. “Korkuyu geçtim” demek büyük bir iddia bana göre. Çünkü biz Allah’ı kapsayamayız. Tüm isimleri, sıfatları, zıtları ve oluşumlarıyla bizi kapsar. Bizim özümüzü de kapsar. Eğer biz, “Ben korkusuzum” dersek tam da korkabileceğimiz şeyi bize zuhur ettirir. Evren de böyle çalışır, Allah da böyle yapar. Çünkü orada bir iddia söylüyorsunuz. O zaman “Tamam bu iddiayı yaşıyor musun?” diye bir olay zuhura gelir. Mesela ben sabır istemeyin derim çünkü sabredeceğin bir olay gelir önüne. Korkmamanın formülü de bana göre Allah’tır. Çünkü her zerrede mevcuttur. En korkutucu gibi görünende de o vardır ve siz onu tanıdığınız vakit o sizi muazzam bir korumaya alır. Öyle böyle değil... Allah korumaların en müthişidir.
Bu başımıza hiçbir şey gelmeyecek demek değil mi? Onun içinde başka bir halde olmamız demek…
Allah dediğiniz anda orası başka bir hale dönüşür zaten. Hangi format gelirse gelsin Allah’tan gelir. Allah da sorar, “Beni tanıdın mı?”
“Allah olsaydı, bu kötülükler olur muydu?” gibi bir direnç var. Oradaki iyi kötü polaritemiz bizi zorlayan herhalde.
Kıyasi aklımız... Sana göre kötü olan öbürüne göre iyidir. Göreceli bir iş var orada. Allah şer işlemez. Allah’tan bakıyorsak şer olmaz.
Dünya ve insan niye var?
Allah aşkı ve muhabbeti için var. Dünya, galaksiler, evrenler, hepsi…
Allah aşkı her şeyden üstündür. Bunu bulmak, keşfetmek için var.
Sizin kitabınızla ilgili birkaç yorum duydum. “Bazı şeyleri okuyorum anlamıyorum ama bana bir duygu veriyor, değişik bir şey veriyor.” şeklinde. Kitabın bir frekansı mı var? Nasıl bir etkileşim bu?
Gönülden olan her şeyin çok sevilesi bir frekansı var. İnşallah öyledir. Yunus Emre’nin dediği gibi “Aşk ve muhabbet gelince bir baktım ki hepsi uzun bir heceymiş” ama bizi o hece epey oyalar. Veya Hz. Ali’nin dediği gibi “İlim bir noktaydı, cahiller çoğalttı.” Cahiller ismi küçük görmek için değil, mudil ismi içindir. Allah’ın da bir ismidir o. Orası da çoğalması içindir zaten. O yüzden Peygamber Efendimiz ,“Ya Muhammed, bir şey söyle” dendiğinde “Mudil ismi var, ben bir şey diyemem” demiştir. Bilmediklerimiz çoktur yani. Biliyorum diyoruz da ne biliyoruz? Çok şey bilmiyoruz. O yüzden şükür, teşekkür, muhabbet bulduğumuz her nokta güzeldir. Muhabbetin olduğu her noktada Muhammed vardır. Bu muhabbet öyle bir şeydir ki iki zerrenin birleşimi gibidir. Çayla şekerin birleşimi gibi.. Hepsi muhabbettir zevk edene. Sonsuz muhabbet formları var.
“Neden değil, nasıl diyelim” diyorsunuz. Yargı içeren “nasıl”ı sormamayı çok okudum. Sizin dediğinizde ise bilme isteği var.
Evet, oradaki bilince ulaşmaya gayret var orada. Yoksa “nasıl”ı da “neden” şeklinde sorsan aynı şey. Hani diyor ya Yunus Emre, “Sözü nice güzel söylese, sözü dayağa benzer.” Yani söylediğiniz enerji hali mühim. Yani ne söylediğiniz de mühim ama esas onun enerjisi önemli.
“Nasıl?”ın Cevabı gelir mi her zaman?
Gelir her zaman. Çünkü içinizde Allah var, şah damarınızdan yakın. Kadın-erkek herkesin içinde Allah var. Size en yakın olandır o. Bütün sistemlerde “Annenle, babanla, çoluğunla, çocuğunla dünya ile miydin benimle miydin?” diye bir soru var. O sistemi fark ettin mi, tanıdın mı? O kadar...
“Susmak, vır vır sürekli aynı şeyi söyleyen zihin mekanizmasının ötesini fark etmek, duymak ve gerçek bir söze geçebilmektir.”
Son olarak susmanın hikmetini sorayım...
Bu alemde, bu boyutta otomatik bir şeyleri söyleriz. Otomatikten çıkmak, bilinenden çıkabilmek ve gerçekten duyabilmek için ve gerçek konuşmanın zuhura gelebilmesi içindir. Bizim içimizde özümüz devamlı konuşur ama biz buradaki formattan dolayı onu duyamayız. Ama susabilirsek, önce zahiren sonra gerçekten orayı duyabiliriz. Duyduğumuz zaman bize bütün alemdeki her şeyi birebir, kıyasi aklımızda çok zor kabul edebileceğimiz şekilde söyler. İsmiyle insanı söyler, ismiyle durumu söyler. Özümüz devamlı konuşur. Gerçek konuşanı duyabilmek içindir susabilmek. Yani o teybe bağlanmış olan, vır vır aynı şeyi devamlı söyleyen zihin mekanizmasının ötesindekini fark etmek, duymak ve gerçek bir söze geçebilmektir susmak. Yoksa pasif duruma geçmek değildir. “Ben susayım, edilgen olayım” değildir. Kadınlara çoğu zaman atfedildiği gibi “Sen dur sus yapma” değildir. Onların hepsi kadın ismi yani rahim ismindendir, rahim esmasını taşır ve yaratım noktasının işaretidir.