Genelkurmay eski Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'nun sorularına verdiği cevaplar ortaya çıktı.
TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu tutanaklarına göre, Büyükanıt, komisyonda 2 saat 35 dakika kaldı. Büyükanıt, toplantının başında “meslek hastalığı” olarak nitelediği duyu kaybının bulunduğunu ve bu nedenle mikrofonun sesinin yükseltilmesini istedi. Büyükanıt, kendisine konuşma fırsatı verildiği için de teşekkür etti.
Emekli bir asker olduğunu bazı düşüncelerini kamuoyuna yansıtmakta biraz cimri davrandığını ifade eden Büyükanıt, şunları söyledi:
* Her şeyden önce en son söyleyeceğim sözü en başta söyleyerek başlamak istiyorum. 27 Nisan bildirisi asla ve kata bir muhtıra değildir. Bir kere bunu çok açık olarak ifade ediyorum. Bunun çok detaylarına girmek istemiyorum. 27 Nisan bildirisi, benim tarafımdan kaleme alınıp kamuoyuna duyurulan bir bildiridir. Bunun ötesinde bir muhtıra değildi. Zaten bu konuda devletin yetkilileri de gerekli açıklamaları yapmıştır. Bunun muhtıra olmadığını, silahlı kuvvetlerin bazı konulardaki düşüncelerini dile getiren bir bildiri olduğunu teyit etmişlerdir. Ben burada ismen izah etme durumunda değilim tabii. Önemli olan şu: Çeşitli yayın organlarında, açık oturumlarda, bir sürü yerde bunun başkaları tarafından hazırlanıp bana dikte ettirildiğine dair iddialar yer almıştır. Bu külliyen gerçek dışı beyanlardır.
* İkinci husus, bu gerçekten benim kendi kalemimden çıkmış bir bildiridir. Ben yazdım. Burada açıklamak istediğim diğer bir husus, bu bildirinin hazırlanmasında Genelkurmay Başkanı olarak kendi yetkimi kullandım. Bu bildirinin yayınlanacağından o zamanki kuvvet komutanlarına ve Jandarma Genel Komutanına - bugün hala hayattadırlar- bilgi vermedim. Şunun için vermedim: Onları bu işin içine katmak istemedim. O zaman işin şekli, mahiyeti değişebilirdi. Onlar da sizler gibi Türk kamuoyu gibi bildiri yayınlandıktan sonra haberleri olmuştur. Bunu şunun için vurguluyorum. Kimseyi katmak istemedim. Sorumluluğu ben üstlendim. Kendim üstlendim.”
Başbakan'ı şahit gösterdi
* Tabii ki Silahlı Kuvvetlerin de yasalarla verilmiş bazı sorumlulukları var, yetkileri de var. Bunlar yasalarla, kurallarla yazıldı. Silahlı Kuvvetlerin, özellikle laiklik konusundaki hassasiyetini toplumla paylaşma ihtiyacını duydum çünkü bazı konular bizi rahatsız etti. Bunları duyurmak istedik. 27 Nisan bildirisinin temeli budur, başka bir şey değildir. Muhtıra filan kesinlikle değildir. Meslek hayatım boyunca daima -53 yıl üniforma giydim- kurallara bağlı kalarak çalışmaya gayret gösterdim ve siyasete, demokrasiye müdahale etmek gibi bir düşünceye meslek hayatım boyunca hiç sahip olmadım. Bugün de aynı duygularla doluyum. Bunu ifade edeyim.
* Basına yansıyan başka bir husus daha var. Bu bildiri sanki Cumhurbaşkanlığı seçimine mani olmak için yapılmış bir bildiri olarak algılandı. Bu kesinlikle doğru değildir çünkü bildiriyi okuduğunuz zaman Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili küçük bir cümle vardır. O da şudur: 'Cumhurbaşkanlığı seçim süreci Türkiye'de laik-antilaik tartışmasını alevlendirmiştir.' Bu, bildiride aynen var. Cumhurbaşkanı şu olsun, bu olsun, bu olmasın gibi bir düşünceye sahip olmam mümkün değildir.
* 27 Nisan bildirisinden önce 12 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı'nda çok geniş katılımlı bir basın toplantısı yapıldığı, orada bunu gazeteciler bana sordu, ben de “İnanıyoruz ki seçilecek Cumhurbaşkanı sözde değil özde anayasal ilkelere bağlı bir kişi olacağını umut ediyoruz. Tabii ki bu konudaki yetki TBMM'nindir” dedim.
* 27 Nisan bildirisini Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilişkilendirmek bana göre çok aşırı bir gayrettir. Kesinlikle böyle bir niyet yoktur, böyle bir söz de yoktur
* Cumhurbaşkanı şu olsun, bu olsun, bunu asker karar verecek hali yok. Bildiride de yer alıyor: 'Silahlı Kuvvetler yasaların kendisine verdiği yetkiler çerçevesinde görevini yerine getirir' diye bildirinin içinde var. Bu bildiri tabii başka taraflara da yansıdı. Bunun detayına girmek istemiyorum.
* Başbakan Erdoğan'ın, 27 Nisan bildirisinin muhtıra olmadığı yönünde beyanları var. Eğer Hükûmetin başındaki bir kimse, bir Başbakan 'Bu muhtıra değildir' diyorsa, bu sese kulak vermek lazım. Çünkü muhtıra olup olmadığını en yakından anlayacak olan bizatihi Başbakan'ın kendisidir. Bu diyor ki: Bu muhtıra değildir, silahlı kuvvetlerin görüşlerini dile getiren bir bilgilendirme, bildiridir. Dolayısıyla, bu konunun artık Türkiye'nin gündeminden düşmesini, bu memlekete iyi veya kötü yarım asırdan fazla hizmet yapmış bir kişi olarak arzu ediyorum ama görüyorum ki Türkiye'de şehir efsaneleri üretilen bir yapı var. Hemen bir efsaneye dönüştürülüyor, dedikodular efsanelere dönüşüyor, dedikodular sanki gerçekmiş gibi konuşulmaya başlıyor. Bunlardan da insan olarak da, emekli bir asker olarak da rahatsız olmamam tabii ki mümkün değil.
* (AK Parti Kayseri Milletvekili Yaşar Karayel'in, bildirinin yayınlandığı gece hükümetin telefonlarına çıkmadığı yönündeki eleştirilerin hatırlatılması üzerine) Birincisi, hiçbir zaman bir Başbakanlık düzeyinde aranacak da Genelkurmay Başkanı kendi inisiyatifi içinde telefona çıkmayacak. Bir kere böyle bir şey olmaz
* Başbakan ile Genelkurmay Başkanı haftada defalarca telefonla görüşür, eğer ihtiyaç duyarlarsa yüz yüze görüşürler. Ha, arada bir şey var bakın, 27 Nisan bildirisi gece saat 23.00 civarında yayınlandı. Bu da soruluyor, niye gece yarısı yayınlandı? Ertesi sabah çok erken saatlerde ben Ankara'dan ayrılıyordum, çok erken saatte. Nitekim de ben gitmeden önce bildiriyi vereyim istedim, neticeyi alayım. Ertesi sabah, yanılmıyorsam, saat 06.00-06.30 civarında ben Ankara'yı terk ettim. Kara yoluyla İstanbul'a hareket ettim. Şimdi, makam arabalarında gizli telefon yok. Bana karargahımdan Başbakan'ın aradığını söylediler ama arabadan aramak istemedim. Arabadan özellikle istemedim çünkü açık telefon. 'Haber verin' dedim sekretaryasına ben 2-3 saat sonra İstanbul'da olurum. İstanbul'a geldiğimde, vardığımda ilk işim Sayın Başbakanı aramak. Nitekim, İstanbul'a geldim, ilk aradığım kimse Sayın Başbakan'dı. Uzun bir görüşme yaptık. Dolayısıyla, şöyle bir şeyi kabul etmek asla mümkün değil: Efendim, ben isteyerek telefonlara çıkmamışım. Bir Genelkurmay Başkanın bu lüksü olmaz.
* (CHP Afyonkarahisar Milletvekili Ahmet Toptaş'ın bildirinin saat 23.17'de yayınlandığını, Başbakan ile bir gün sonra saat 12.00'de görüşmesine ilişkin bir sorusu üzerine de) Saat 06.00'ya kadar Başbakanlık'tan kimse aramadı beni. Ben Bolu'da mola vermiştim, Başbakan'ın aradığını orada öğrendim. Bolu'dan İstanbul 45 dakika. Geldim İstanbul'a, ilk aradığım, Başbakan.
* Dolmabahçe görüşmesi, 27 Nisan bildirisinin çok daha üzerine çıktı. 27 Nisan bildirisi Dolmabahçe görüşmeleriyle özdeşleştirildi.
* Bu bana göre çok yanlış bir yaklaşım. Bakın, bir kere Genelkurmay, Başbakanlığa bağlıdır, amiri Başbakan'dır Silahlı Kuvvetler'in. Cumhurbaşkanı, baş komutandır ama Başbakan amiridir Genelkurmay'ın, Silahlı Kuvvetler'in. İhtiyaç duydukça bir araya gelip görüşürler. Bu çok doğaldır. Devlet mekanizmasının çalışması böyledir ama her görüşmeden sonra Başbakan tabii siyasetin, Hükümeti yöneten bir kişi olarak istediği zaman zaten açıklama yapar. Onu tartışması dışında tutuyorum: Ben askerler olarak söylüyorum.
* Bakın, ben korgeneralken Genelkurmay Harekat Başkanı'ydım asli görevim; Sayın Mesut Yılmaz'ın da güvenlik danışmanıydım. Kendisiyle sık sık görüşüyorum. Hiçbir görüşmeden sonra çıkıp da basına açıklama yapmıyorduk çünkü basına açıklama yapılmayacak konuları da görüşüyorsunuz. Mesut Yılmaz Hükümeti'nden sonra gene korgeneraldim, bu kez gene Hareket Başkanı'ydım, bu kez rahmetli Sayın Ecevit'in güvenlik danışmanı görevini verdiler, ikinci görevli olarak. Bu görevi korgeneralliğim bölümünde yaptım. 2000 yılında orgeneralliğe atandım. Yine rahmetli Ecevit'in güvenlik danışmanlığını yapmaya devam ettim.
* Bu görüşmelerimiz esnasında birçok hassas konuları da görüştük ama benim asli görevim güvenlikti. Siyaset bizim görüşmelerimizde, ne Sayın Mesut Yılmaz'la ne rahmetli Ecevit arasında siyasi hiçbir konuşma yapılmadı, yapılmazdı. Biz güvenlikle ilgili konuşurduk ama hiçbir zaman da dışarı çıktıktan sonra basını toplayıp da demeç verdiğimi ben hiç hatırlamıyorum. Doğru da değil zaten. Dolmabahçe görüşmesi de bu görüşmelerden bir tanesidir. Mayıs 2007'de bu görüşme gerçekleştirildi. Tesadüfen ben İstanbul'daydım. Sayın Başbakan da İstanbul'daydı. Telefonla görüştük. 'Zaman nasıl uygunsa gelin, görüşelim' dedi. Başbakana benim diyeceğim şey 'geliyorum' demektir, başka bir cevap verecek halim yok. Böyle bir görüşmeydi.”
* Devlet sırrı mı? Ben açık söyleyeyim, 'devlet sırrıdır', 'değildir' diye bir şey söyleyemem, böyle bir değerlendirme yapamam ama bunun içinde hassas konular görüşülmüştür, bazı şeyleri Sayın Başbakan ifade etmiştir, ben ifade etmişimdir. Bunlar olmuştur, bu gayet doğal. Yani iki saat süreyle başka ne konuşacağız? Biri asker, biri Başbakan. Tabii ki, başta güvenlik konuları olmak üzere bazı şeyleri görüşmüşüzdür ama bunu başka taraflara çekenler oldu. İşin çirkin yanı budur.
* Beni üzen yan da bu. Neden? Öyle şeyler oldu ki bazı köşe yazarlarıyla mahkemelik oldum. Biz verdik mahkemeye çünkü eşimi de kattılar işin işine, eşimi katmasalar bir köşe yazarını tazminata mahkum etmek için mahkemeye vermek aklımın köşesinden geçmemiştir. Kimse hakkında da böyle bir şey yapmamışımdır. Gerek kuvvet komutanlığım gerek Genelkurmay Başkanlığım zamanında hiç aklımdan geçmemiştir.
* Bir köşe yazarı veya “X” bir yazar, “Dolmabahçe'de pazarlık yapıldı, Yaşar Paşa'nın önüne dosya atıldı, eşinin yaptığı harcamalarla ilgili” şeklinde yazı yazdı. Ben de ondan sonra tabiri caizse -amiyane bir tabir affedersiniz- sesimi keşmişim. Ya, zaten Mayıs ayı, benim görev süremin sonuna geliyorum yani Genelkurmay Başkanı haftada bir tane, ayda bir tane bildiri mi yayınlayacak? Yani böyle bir şey olmaz. Kamuoyunu aydınlatmak için bir şey söyleyecekse Genelkurmay ilgili mekanizmalar vasıtasıyla bu düşüncelerini dile getirir. Ama kalkıp da bir Başbakan, Genelkurmay Başkanı'nı -dedim size, üç tane Başbakana danışmanlık yaptım- tehdit etmez, buna tenezzül de etmez, söyleyeceği varsa söyler, tenkit etmesi gerektiği bir şey varsa onu da söyler. O da onun hakkı. Ama tehdit ve bunun içine eşimi de karıştırmaları beni açıkça çileden çıkardı. Eğer eşimden söz edilmeseydi, kimseyi mahkemeye vermek aklımın köşesinden bile geçmezdi. Ama eşimi koruma sorumluluğum var benim, eşiyim onun ben, hayat arkadaşıyım. Dolayısıyla, Dolmabahçe konuşmaları sırdır, sır değildir; ben bunları kesinlikle kabul etmiyorum.
* (MHP İstanbul Milletvekili Atila Kaya'nın, “Genelkurmay Başkanı olarak Türkiye Cumhuriyeti Başbakanıyla görüşüyorsunuz. Bunu kişisel bir sırmış gibi saklamaya hakkınız var mı?” sorusuna) Sır var, az sır var. Şimdi, Başbakan'la Genelkurmay Başkanı yaptığı her görüşmeyi kamuoyuyla paylaşmak zorunda değil.
* (Kaya'nın, “Ama her görüşme için de başbakanlar, 'bu bizimle birlikte mezara gidecek' demiyor. Demek ki bu görüşmeyi farklı kılan birtakım hususlar var” sözleri üzerine) Bana göre öyle farklı bir şey yok ama o, Başbakan'ın takdirine kalmış bir şey, ona ben karar veremem.
* Dolmabahçe'deki görüşme başbaşaydı. Ben de not almadım, Başbakan'ın not aldığını görmedim ve zaten baş başa görüşme başka görevli, sekretaryasından görevli filan da hiç kimse yok. Onun için öyle bir kayıt yok.
* (Normalde devlet görüşmelerinin kayıt altında olup olmadığına ilişkin soruya) Her şey kayıt altına alınır diye bir şey yok, mümkün değil. Ama görüşmeyi yapanlardan, mesela makamda olan X şahsı 'Şunu şunu şöyle yap da bana bilgi ver' derse onu not alırsınız ki yapıp tekmil verirsiniz. Ama her şey mümkün değil. 'Efendim, tahkikat açıldı mı hakkınızda?' diyorsunuz. Ben size şu bilgiyi vereyim. Şimdi, 27 Nisan bildirisinin muhtıra olmadığı, sadece idari işlem olduğu yargı kararlarına yansımış durumda ve Ankara 5. İdare Mahkemesi 2007 yılında bunun idari bir işlem olduğunu belirtmiş olup bu karar da kesinleşmiş durumda.
* (Şemdin Sakık'ın ifadelerine dayanılarak yapıldığı iddia edilen Andıç olayı) Sakık benimle ilgili laflar da söyledi. Bunları hayretler içinde okudum. Hatta bir basın organına vermek için bir metin de hazırladım. Sonra, akşam vazgeçtim yani bu adama muhatap olmak istemedim.
* Akın Birdal suikastını benim bildiğine yönelik iddialarda bulunuldu. Ben nereden bilirim Akın Birdal'ı? Sonra, bir gazeteye çıktı. Hepsini söylemeyeceğim içinde çünkü edep dışı şeyler de var. Efendim, 'ben baskı yapmışım Şemdin Sakık;a yakalandığı zaman'. Bir kere bizim idari mekanizmamızı bilenler bilir, teröristlerin sorgulanması Jandarmanın sorunudur. Yani mesela, bir kolordu komutanı gidip de terörist sorgulayamaz. Yasal yetkisi yok.
* Şemdin Sakık adi bir katildir, inkar ediyor kendisi. 'Ben 33 askeri öldüren şeyde değildim ama yakındım, Kulp civarındaydım' falan diyor. Beni rahatsız eden nedir biliyor musunuz bir Türk vatandaşı olarak? Senelerce terörle mücadele etmiş bir insan olarak onun şahitliğe çağrılmasını yadırgadım. Hakikaten yadırgadım. Küçük kardeşi Sırrı Sakık bile onunla irtibatı kesmiş durumda, selamı sabahı yok.
* (BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in “Sırrı Sakık bile derken bir aşağılama içeriyor, bunu düzeltmenizi rica ediyorum” demesi üzerine) Bunu katiyen aşağılamak için söylemedim. Eğer öyle anlaşıldıysa özür dilerim.
* Şemdin Sakık'ın katil biri. Bunu herkes kabul ediyor. Müebbet hapse mahkum olmuş, cezasını çekmekte olan... Ona mektup yazar, buna mektup yazar; bana da çok mektup yazdı, yazdı, durmadan yazdı, işi gücü yok çünkü başka. Bir kitap yazdı, ben okurken güldüm. Yani Abdullah Öcalan'ı, aşağılamak için akıl almaz şeyler... Bu tür kitaplar kimseyi şeyden düşürmüyor çünkü kimse ona inanmıyor. Şimdi, bilirsiniz bir deyim vardır bizim Türkçemize yerleşmiş: Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar. Yalan mıydı Yaşar? Şimdi, bir sürü şeyi inkar ediyor ama bir sürü şeyi o söyledi. Ben sorgusunda bulunmadım ama sorguları Genelkurmay'a da geldi, Jandarma'ya da geldi, her tarafa gitti. Dolayısıyla, ben orada yargılanan insanlar için üzülüyorum. Şemdin Sakık'ın oradaki tanıklık yapması akla başka soruları da getiriyor: 'Acaba başka kimler gelecek?' diye.
* (Önder'in, “Kim gelir mesela başka?” sorusuna) Daha hapishanede çok katil var.
* (CHP Gaziantep Milletvekili Mehmet Şeker'in “Wikileaks belgelerinin doğruluğuna inanıyor musunuz? Bu belgelerde sizle ilgili iddialar da var, özellikle, bu Dolmabahçe görüşmesiyle ilgili” sorusu üzerine) Bir kere, Wikileaks belgelerinin hangisi doğru, hangisi yanlış şeyim yok yani.
* (Şeker'in, “Amerika yalanlamadı hiçbirini” sözleri üzerine) Bilmiyorum, devletlerarası görüşmelerde neler konuşuluyor. Her şey de basına yansımıyor. Yani o, uluslararası birçok toplantıda görev aldım, hepsi yansıdı diye bir şey yok ama bir kısmı da uyduruk gibi geliyor bana, bilmiyorum yani akıllarına gelen her şeyi yazmışlar. İçinde doğru var mıdır? Onları ben bilemem tabii ki yani doğru da vardır, o kadar yalanın içine doğru da sıkıştırılır yani, bir yere koyulur yani.
* (JİTEM, kontrgerilla ve derin devletle ilgili bir soru üzerine) Devlette çok uzun süre hizmet yaptım. JİTEM diye bir teşkilat görmedim. Diyarbakır'da kolordu komutanlığı yaptım. Jandarma zaten istihbarat yapmaktan sorumlu bir teşkilattır. Yasal olarak istihbarat toplama yetkisi vardır. Güneydoğu'da da jandarma istihbarat timleri vardır. Ama bir aralık buna -93 yılıydı yanılmıyorsam, ben o tarihte Genelkurmay Genel Sekreteriydim, Doğan Güreş Paşa da Genelkurmay Başkanıydı- ben Doğan Paşa'nın müdahil olduğunu biliyorum yani en yakın çalışma astlarından bir tanesiydim. Bazıları kendilerine olmayan, yasal olarak kurulmamış olan JİTEM ismini takmışlar. Yasal zemine oturmuş JİTEM diye bir teşkilat yok. Ama ben mesela biliyorum. Bir tarihte Genelkurmay İkinci Başkanı iken bir bankanın yöneticilerinden biri beni ziyaret etti. 2 kişi gelmiş bankasına 'Biz JİTEM elemanıyız. Şunu yapacaksınız, bunu yapmayacaksınız' gibi birtakım şeyler söylemiş. Dedim ki: Yahu, sen onları oyalayıp polise haber veremedin mi?' Ver polise haber. Gelmiş bana söylüyor. Zaten sonra yok olmuşlar. Yani böyle kendilerine isim takan, karanlık işlere bulaşmış insanlar Türkiye'de olabilir. Ama buna JİTEM diye bir isim takmak da bence uygun değil.
* (CHP'li Ahmet Toptaş'ın, “Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş müdahil oldu dediğiniz konuyu bir açar mısınız?” sorusu üzerine) Rahmetli Eşref Bitlis Paşa o tarihte Jandarma Genel Komutanıydı. Ben de o çeşit görüşmelerinde içeri giriyorum, not tutuyorum Genel Sekreteri olarak. 'Kulağıma böyle şeyler geldi, bak böyle şey olmaz, yasal olmayan bir şey' dedi. Rahmetli Eşref Bitlis Paşa da 'Benim böyle bir teşkilattan haberim yok' dedi.
* Yani birileri kendisine 'JİTEM' adını vererek bir faaliyetler yaptığına dair brifing veriyor, Genelkurmay'a bilgi veriyor; Emniyet Genel Müdürlüğü geliyor, bilgi veriyor. Yani buralardan bir Genelkurmay Başkanı tabii hangi bilgiyi kimden aldığını açıklamak zorunda değil asla yani ama Eşref Bitlis Paşa'yla böyle bir konuşma yaptığına ben şahit oldum.
* (Kendisine hiç şantaj yapılıp yapılmadığına ilişkin soru üzerine) Vallahi, açık söyleyeyim, pek şantaja pabuç bırakmam. Onun için herhalde yapmamışlardır ama 4 kere suikasta maruz kaldım. Hepsinde Allah yardım etti.
* İlki tümgeneraldim, Genel Sekreterken, DHKP-C aşırı sol örgütleri oturduğumuz lojmanın kapıcısı o örgütün üyesi çıktı. Dünyada gördüğüm en terbiyeli insandı. Beni çok severdi. Çünkü mesela Malatya'daki bir meslektaşım iki kutu kayısı gönderir, o gelir benim çantamı almaya, ben bir kutusunu ona veririm. Eşim çocuklarına bakar, eder, işte elinden geldiği kadar, maddi gücümüz elverdiği takdirde. Uslu, terbiyeli, sessiz... Kapıcıya el atmışlar, ele geçirmişler. Sonradan Güniz Sokak'ta yani Sayın Demirel'in evinin olduğu yerde bir örgüt yakalandı. Ona el atan örgüt, başında da bir şey var; aldılar, götürdüler.
* (BDP'li Önder'in, “Ne var başında?” diye sorması üzerine) Örgütten susturuculu silah. Şimdi, ben Genel Sekreter olduğum için en erken ben ayrılıyorum lojmandan bir an evvel Genelkurmay'a gitmek için. Çok açık bir hedefim, ne korumam var ne bir şeyim var. Ben merdivenden inerken beni vuracak, bisikletine binip kaçacak. Bir tanesi bu.
* İki tanesi Diyarbakır'da. 30 Ağustos 1996 yılında, yani ilk gittiğim sene. Bir tanesini canlı bomba yapmışlar, 15 tane Rus yapımı el bombasını beline dolamış. Sonradan mekanizma çalışmamış. Allah yardım ediyor, yoksa uçup gitmiştik.
* Bir de 29 Ekim'de havan mermisiyle benzer bir canlı bomba vardı, onu da polis yakaladı. Diğerini 30 Ağustos'ta biz yakaladık Güneydoğu'da. Kuvvet komutanıyken de Çukurca'yı denetlemeye gittiğim zaman, dördüncüsü. Çukurca'yı bilenler bilir, bir düz kısmı vardır, bir de yukarıda kötü bir yolla yukarı çıkar, patika gibi, bozuk asfalt da diyebilirsiniz. Helikopterle aşağıya ineceğim, kara yoluyla yukarıdaki birliğe gideceğim. Helikopterin inmesinden iki üç dakika önce bir plastik kutu içinde 24 kilo C-4, bir teli çıkmış. Bir astsubay çavuşun dikkatini çekmiş. Ben geldiğimde daha etrafını kazıyorlardı. O patlasa zaten ben o 30-40 binden atlayan astronot gibi ben tersine gitmiştim yani 24 kilo C-4. Ama şantaj filan Allah'a şükür, öyle bir şey olmadı.
* (Hakkari'nin Şemdinli İlçesi'nde eski PKK hükümlüsü Seferi Yılmaz'a ait Umut Kitabevi'nin bombalanmasında adı geçen astsubay Ali Kaya hakkında “İyi çocuk” yönündeki açıklamasıyla ilgili Ak Parti İstanbul Milletvekili Enver Yılmaz'ın, “Ali Kaya Şemdinli'de emniyetin karakolunda gözaltına alındığında sizinle yapılmış birkaç defa telefon görüşmesi var” demesi üzerine) Yapmayın. Ben o sırada kuvvet komutanıyım. Açacak da astsubay benimle telefonla görüşecek. Bir kere eşyanın tabiatına aykırı.
* Ali Kaya'yı tanırdım. Nereden tanıyorum? 97 baharında Kuzey Irak'a operasyon yaptık. O tarihte Talabani PKK ile bir olmuş, Barzani'ye saldırıyordu. Barzani neredeyse bavulunu toplamak üzereydi. Büyük çaplı bir operasyon düzenlendi. Ben kolordumla birlikte Kuzey Irak'a girdim. Barzani 3 binin üzerinde peşmergeyi bizim emrimize vermişti. 2 tane yardımcım vardı. 1 tane Türk Silahlı Kuvvetleri'nden tümgeneral, 1 tane de peşmergelerden. 'Peşmerge komutanı' diyorlardı onlar. Onlarla konuşmam lazım. Ali Kaya çok iyi Kürtçe konuşurdu, Jandarma'da görevli. Yanıma verdiler ki tercümanlık yapsın diye. Oradan tanıyorum yani iki üç ay Kuzey Irak'ta bana tercümanlık yaptı. Yani tanımam oradan kaynaklanıyor, başka bir bilgim yok. Jandarma Bölge Komutanlığı'nda görevli bir astsubay. Ama kalkacak -bu nereden, ben hiç duymadım böyle bir şey- bana üç dört kere telefon etmiş filan, yok böyle bir şey. Üstelik de ben 'Ali Kaya'yı tanıyorum' dediğim zaman da Ali Kaya tutuklanmamıştı, yargı işlemi de başlamamıştı. Ali Kaya'yı Irak'ın kuzeyine yapılan harekattan sonra bir daha görmedim.
* Balyoz davasında yargı kararını yorumlamam yanlış olur. O yargılananlar, hapis cezası alanlar... Ben o Balyoz davasında tanıklık da yaptım, 3 gün kendime gelemedim çünkü bana sual soranların yüzde 90'ı ya emrimde çalışmış ya beraber çalışmışım, büyük bölümünü tanıyorum. Bir olayın hukuki boyutu var, bir de insani boyutu. İnsani boyutunu sorduğunuz zaman çok üzüntü verici, hukuki boyutunu dediğiniz zaman da bir yorum yapamıyorum. Çünkü o hakimlerin elindeki deliller bende yok. Hep nereden görüyorum? Gazetelerden, basından falan okuyorum ama insani boyutuna geldiğinde büyük bölümü beraber mesai yaptığım, benim emrimde çalışmış insanlar. Tabii ki onlardan büyük üzüntü duyuyorum, ailelerini tanıyorum, çoluğunu çocuğunu tanıyorum çoğunun yani o tarafı üzüntü verici, onu kabul ediyorum ama diğer tarafı tabii onu bilmiyorum.
* (CHP Afyonkarahisar Milletvekili Ahmet Toptaş'ın, “Hükümete muhtıra veren bir Genelkurmay Başkanı hakkında hiçbir soruşturma yapılmaması, hatta kendisine özel olarak hiçbir Genelkurmay Başkanı'na alınmadığı gibi bir lüks zırhlı araç alınmasını nasıl karşılıyorsunuz” sorusuna) Hükümet bana araba falan almadı.
* Arabayı Genelkurmay ödeneklerinden Milli Savunma Bakanlığı aldı. Milli Savunma Bakanlığı, yetki onun ve sanıldığı kadar da şey değil çünkü Almanya'dan alındı, oradaki bizim ikmal ataşeliğimiz vasıtasıyla, sıfır gümrükle geldi Türkiye'ye. Yani burada şimdi o arabanın fiyatı -giderseniz bayiye- başkadır çünkü o arabalara yüzde 100'den fazla gümrük var. O bakımdan yani bir şeyin ödülü olarak da verilmedi o araba.
* (“Diğer Genelkurmay başkanlarına da aynı, benzer arabalar verildi mi?” sorusuna) Hepsi zırhlı veya zırhlandırılmıştı.
* (MHP İstanbul Milletvekili Atila Kaya'nın, “İlker Başbuğ terör örgütü yöneticiliğinden yargılanıyor şu anda. Siz bununla ilgili bir değerlendirme yapar mısınız, ne diyorsunuz bu konuyla ilgili?” sorusuna) İlker Başbuğ'u teğmenliğinden beri tanırım, çok yakından tanıdım. Beraber hizmet ettiğimiz...Ordu komutanıyken ben Kara Kuvvetleri Komutanı'ydım, emrimde çalıştı. Genelkurmay Başkanı oldum, o Kara Kuvvetleri Komutanı oldu, emrimde çalıştı. Teğmenliğinden beri tanıyorum. Çok sevdiğim, çok yetenekli bir insan. Benim ağzım şuna varmıyor yani bir Genelkurmay Başkanı terör örgütü lideri olamaz. Yani gündüz Genelkurmay Başkanlığı yapacaksınız, gece de terör örgütü liderliği... Bu benim kişisel değerlendirmem.
* (BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in, “Kapıcıdan suikastçı çıkaran ondan da onu çıkarır Sayın Başkan” demesi üzerine) Bilmiyorum, yani benim aklım almıyor.
* (Önder'in, Irak'ın kuzeyine yapılan harekattan 2-3 günde çıkıldığı yönündeki eleştirileri üzerine) Kuzey Irak Harekatı. O kış harekatına girerken, hiç kimseyle bir sorunumuz olmadı. Yetki verdi Hükümet, biz de girdik. '2-3 günde çıktı' dediniz, 2-3 günde çıkmadık. Bakın, oraya, zamanı kararlaştırırken en kötü hava koşullarını hesapladık, 20 şubat yani Şubat'ın sonu gittik ve o tarihte planladık ve o tarihte de yaptık. Genelkurmay'ın bir numaralı bildirisini hatırlatacağım size, bir numaralı bildirinin birinci maddesi, diyor ki bildiride: Zor kış koşullarında bu harekat yapılıyor, en kısa zamanda harekatı sonuçlandırıp ülkemize döneceğiz. Çünkü hiçbir araç kullanamıyorsunuz. Bir tek ayın durumunu hesap ettik, helikopter uçuralım diye. Generaller dahil hepsi yayan, 2-2.5 metre kar, eksi 20-30 derece soğuk. Şimdi düşünün su içeceksiniz değil mi?
* O koşullarda, o kadar uzun süre orada kalınmaz. Teröristler o koşullarda yaşamıyor, hepsi mağarada yaşıyor. Mağaralarda öyle az uz mağara değil Zap bölgesinde özellikle çok büyük mağaralar var yani. Orada bizi tenkit eden bazı makamlar veya kişiler veya gruplar 'Bu kadar çabuk niye çekildiniz?' dedi. İdari zayiat verirsiniz, bakın şimdi su nasıl içeceksiniz, on beş dakikada donar su, affedersin bazı insani ihtiyaçlarınızı nasıl karşılayacaksınız? Onların hepsinin tabii çaresi de var, yok değil. Dolayısıyla, dediler ki: 'Amerika'dan çek dediler, çektiniz.
* Bizim Amerikan Savunma Bakanı'na bakacak halimiz yok ki. Ben askerimin zayiat vermesini önlemek zorundayım. Herkes, o kadar kötü şartlarda sokunca bir nevi 'Sarıkamış' beklentisi vardı bazı kişilerde. 'Ne kadar zayiat verirler acaba?' diye. Onun için Amerikan Savunma Bakanı'nın o demeci tesadüftür yani. Kimse bize, 'Hadi çek birliklerini' demedi. Bizim planladığımız bir şeydi o.”
AA