Gazeteci-yazar Cüneyt Cebenoyan dün geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti. Ablasını 1994'te PKK saldırısında; oğlunu, annesini ve babasını 1999 depreminde kaybeden Cebenoyan'ın ölümü sevenlerini yasa boğdu. Gazeteci-yazar Sevin Okyay, 2015'teki bir yazısında "Zaman tedavi etmez" diyen Cebenoyan'ı ve onun arkasında bıraktıklarını yazdı.
Cüneyt Cebenoyan, ölümün karşısına hayat tercihiyle çıkma kararı alabilmiş biriydi. Eşi Ayşegül'le birlikte, ablasının ölümünün sarsıntısına evlat sahibi olarak karşı çıkacaklardı. Nasipse bir kız, bir erkek.
Ablası Yasemin, 1994'te Opera Pastanesi'ne bir PKK'lının koyduğu bombayla ölmüştü. Aynı bomba 11 gün sonra Onat Kutlar'ı da öldürmüştü.
Bir oğlu oldu, bebek güzeli Ali. Onu ve annesiyle babasını da 17 Ağustos 1999 depreminde kaybetti.
Sonra Elif doğdu ve üst üste kayıplar yaşayan Cüneyt, bir kez daha yaşamayı seçti. Ayşegül'le hayatlarını değiştirdiler, Elif'i büyütmeye başladılar. Zeki, güzel, kendinden emin bir çocuktur Elif. Cüneyt haklı olarak onunla iftihar ederdi.
Dün Seydişehir-Konya kara yolundaki bir trafik kazasında eşi Ayşegül yaralanırken, Cüneyt de erkenden hayata veda etti. Arabası önce önündeki arabaya, sonra da refüjdeki bariyerlere çarpmıştı. Ülkesinin üç büyük canavarı onun hayatını önce altüst etti, sonra da canını aldı: Terör, deprem ve trafik.
Annesiyle babasının Yalova'daki sitesini yerle bir eden depremden sonra şöyle diyordu: "Deprem benden hem geçmişimi hem de geleceğimi aldı. Anne, baba ve çocuk… Bir anda annesiz ve babasız bir çocuk ve çocuksuz bir baba haline geldim 1999'da. Yasemin'in öldüğü gün doğan ve nihayetinde annem ve babamı hayata döndüren Ali, annem ve babamla birlikte bu dünyadan ayrılmıştı."
Cüneyt ailesinden dört kişiyi kaybetmesine neden olan bu iki felaketin ardından gene de mücadele gücünü kaybetmedi.
İşini, sinema yazılarını bir kenara bırakmadı. Onları yazmaya, disiplinli bir şekilde çalışmaya, festivallere gitmeye devam etti. Arkadaşlarıyla sohbetlerini de aksatmadı; doğru bildiğini savunmayı da.
Onu en çok üzen, The Marmara Oteli'nin altındaki Opera Pastanesi'ne, portmantoda asılı paltonun cebine bombayı koyan PKK militanı Deniz Demir sonradan olayı üstlendiği halde, onun "mahalle"sinin, cinayetlerin faili olan kişiyi, örgütü suçlamaya yanaşmaması oldu. Sadece bir özür istediğini, bu özür gelmediği gibi bir de ırkçılıkla, sol düşmanlığıyla suçlandığını söylüyordu. Oysa bir ara siyasete bile adım atmaya niyetlenmiş bir solcuydu.
Cüneyt Cebenoyan 1960 yılında doğdu. Lise öğrenimini Sankt George Avusturya Lisesi'nde yaptıktan sonra, Boğaziçi Üniversitesi'nde Ekonomi okudu. Kendi deyişiyle 'örgütlü' olmadığı halde 12 Eylül döneminde 'yazıya' çıktı. Cuntaya adıyla sanıyla 'cunta' dedikleri için on beş ay cezaevinde yattı. Yalova'dan böyle bir cezaevi anısı da vardır.
FIPRESCI (Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği), NETPAC (Asya ve Pasifik Sineması Teşvik Ağı) ve SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) üyesi olan Cebenoyan konuk ve jüri üyesi olarak pek çok ulusal ve uluslararası film festivalinde görev aldı. Hatta sosyal medyada onu sevgiyle ananlar arasında gittiği festivallerin yöneticileri, şehirlerin yerel yönetimleri de var.
Bu arada Roll, Express, Sinerama, Sinema, Empire, Altyazı, Milliyet Sanat gibi dergilerde sinema yazıları yazdı. Açık Radyo'da sinema ve müzik üzerine çeşitli programlar yaptı. CNN Türk'te çalıştı. Son olarak görev yaptığı Birgün gazetesinde ise, kurulduğu günden bu yana hiç aksatmadan çalışıyordu. Sinema eleştirmeniydi gerçi, ancak siyasi ve toplumsal olayları da yakından izler, araştırır, üzerlerine yazılar yazardı.
Lehte ya da aleyhte mantıklı nedenler sunma kaygısı taşımadan filmlerin beğenilmesi ya da beğenilmemesinden, mesnedi olmayan takdirler ya da mahkum etmelerden bezmiş sinemaseverler, sinema eleştirisi ya da yazısı okurları için en hayırlısı, en iyisi, Cüneyt'in sinema yazılarıydı.
Bizim için ise, hem sinema konusundaki konuşmalarımız, tartışmalarımız, hem de düpedüz sohbetler... Tartışmalarda bazen ani tepkilerle karşılaşabilirdik (daha çok sinema dışı olanlarda) ama genelde çok tatlı bir sohbeti vardı. Zaten sakin, kibar, iyi kalpli, güler yüzlü bir insandı. Nerdeyse çeyrek asırlık arkadaşı Murat Meriç, "Yaşadığı onca acı onu peygamber seviyesine çıkartmıştı, huysuzluğu bile şahaneydi" diyor. Sahiden de öyleydi.
Onunla bütün muhabbeti sinema yazarlarına özgü film gösterimlerindeki sohbetler olan arkadaşlarımız, bu sohbetleri özlemle hatırlıyor. Doğrusu uzun zaman yoksun kalınca ben de özlemiştim. Radyodaki programların saatlerini kendime göre ayarlayamadığım ve sık sık hasta olduğum için, ne vakittir hiçbir gösterime ya da konsere gidememiştim çünkü.
Cüneyt benim hem eski arkadaşım, hem de iki kere meslektaşımdı. Çünkü hem sinema yazarıydı, hem de caz. Daha çok Açık Hava'da karşılaşır, bazen sound-check'lere bile giderdik. Bizim gibi caz kovalayan bir SİYAD üyesi daha vardı galiba ama ismen sadece Cüneyt'i hatırlıyorum.
O konser salonlarından ayağını kesince eksikliğini hissetmiştim. Yıllarca da böyle sürdü gitti. Bu yüzden de benim için 26. İstanbul Caz Festivali'nin en büyük sürprizi, Zorlu PSM'deki Mozaik konserinde birinci sıraya oturunca sol yanımda onları bulmak olmuştu. "Ne güzel buralarda karşılaşmak, Cüneyt" dedim. Sakin sakin güldü. Sağlığımdan sual etti. Ama doğru dürüst vedalaşamadık. Önde olduğumuz için konserden sonra Mozaik elemanlarıyla vedalaşma fırsatı doğmuştu. Bu arada onlar gitmiş.
Sinema deyince de aklıma elbette özel gösterimler, yerli festivaller, sevgili İstanbul Film Festivalimiz ve daha çok İstanbul Modern'deki film gösterimleri geliyor. G-Mall'daki konuşmalarımızı, ara sıra yemek yemelerimizi ve sevgili kızı Elif'i gururla bana takdim etmesini hatırlıyorum.
Ayşegül'le 1989'da evlendiler, çocuk yapmaya bir türlü cesaret edemediler. Sonra o bomba patladı, aileyi darmadağın etti.
"Annem bir daha eskisi gibi olmadı" diyordu. Mantıklı bir nedeni olmasa da hayatta kalanın suçluluk duygusunu yaşadılar. Ölüme yaşamla cevap vermeyi Yasemin ölünce seçtiler. Nasipse bir kız, bir oğlan istiyorlardı. "Ve Ali doğacak gün olarak 30 Aralık'ı yani Yasemin'in öldüğü günü seçti. 1997'nin 30 Aralık'ında annem ve babam Yasemin'in anma toplantısındayken Ayşegül, Ali'yi doğuruyordu."
Cüneyt daha önce, Roll ve Ekspress'te yazıyor, Açık Radyo'da program yapıyor ve rehberlikten para kazanıyordu. Ali doğunca CNN Türk'te yazar olarak çalışmaya başladı. Ayşegül de IBM'de çalışıyordu. 1999 Ağustos'unda annesiyle babası Ali'yi alıp Fethiye'ye gitmek istedi. İzin vermediler, arabanın arka koltuğunda emniyet kemeri yoktu, bebek koltuğu bağlanamıyordu. Onlar da torunlarıyla Yalova'da, Yüksel Sitesi'ndeki yazlıklarına gitmeye karar verdiler. Sonra deprem oldu ve Cüneyt oğlunu, annesiyle babasını kaybetti. Ayşegül'le ikisi işlerinden ayrıldılar. "Ayşegül psikoloji okudu, ben önce radyoya döndüm, sonra Birgün'de çalışmaya başladım. Psikolojik yardım almaya başladım. Son derece irrasyonel işler yaptım, hayatımı maddi olarak çok zora soktum."
Neyse ki istekleri yerine geldi, Ali'nin kardeşi Elif 2001 sonunda doğdu. Cüneyt ile Ayşegül, yine çocuklu ana-baba oldular.
Zaman hiçbir şeyi çözmüyordu, "…yara içten içe işlemeye devam ediyor"du. Ama Hüseyin Karabey, "Cüneyt Abi hiç bu konulara girmezdi. Hayatı ve herkesi severdi," diyor. "Öfkesi bile o kadar insaniydi ki çoğu zaman kızdığını bile anlayamazdık. Sevgili Cüneyt Abi seni hiç unutmayacağım. Söylediklerinle değil yalnızca duruşunla bile bize o kadar çok şey öğrettin ki..."
Sevgili Cüneyt, yıllar boyunca seni sarsan kayıplardan nasıl etkilendiğini, ama aynı zamanda nasıl mücadele ettiğini gözledim. Sinema yazarları grubundan yakın dostun Uğur Vardan, senin 1999 depreminin 14'üncü yılında, 2015'te yazdığın köşe yazında belirttiğin "Zaman tedavi etmez" inancını "hep yanında, içinde, ruhunda, bedeninde" taşıdığını söylüyor.
Ne var ki, kadersiz olmaktan ziyade, yere düşünce kalkıp mücadeleye devam edebilen bir insandın. Başlangıcı ilk gençlik günlerine dayanan 40 yıllık bir dostluğunuz olan Hayri Kozanoğlu, 'Hüzünlü öyküsü zaten malumunuz,' demiş. Onu bir "kadersizlik abidesi" değil tüm kahredici koşullara karşın sinema eleştirileriyle direnen bir "sabır, irade ve kararlılık örneği" olarak yaşatalım."
Eksikliğini derinden hissedeceğiz ama öyle yapacağız. İlk gününden beri emek verdiğin gazetede seninle birlikte çalışmış olmaktan da ayrıca gurur duyuyorum.