Mynet Trend

BİZE ULAŞIN

Diyanetin Lüks Araç Kullanması Cumhurbaşkanı İçin Neden Bu Kadar Önemli?

Artık ne yaparlarsa yapsınlardı, yaptıklarına meşruiyet kazandırmak için ne mahkemelere ne de vicdan gerektiren bir muhakemeye gerek duymuyorlardı. Yapılan tüm zulümleri ve sömürüleri legalize edebilecek yegâne kurum artık işleyişini sürdürüyordu, ruhban sınıfı.

Diyanetin Lüks Araç Kullanması Cumhurbaşkanı İçin Neden Bu Kadar Önemli?

Devlet denen şirket, kendi başına bir ahlaksızlık ve haksızlık üzerine inşa edilmiştir.

Ezilenler arasında din adamı yoktur.
Din adamları,
ezen sınıf asalağıdırlar..
(Jean Paul Sartre)

Marx’ın popülaritesi sayesinde fikir babası gibi kabul edilen “Din, halkların afyonudur” sözü esasında, 1841 yılında, Komünist, Alman Teolog, fizikçi ve tarihçi, Bruno Bauer tarafından kaleme alınan (Der christlische staat und unsere zeit) kitapta geçmektedir. Kitapta sözün geçtiği bölüm okunduğunda, bahsedilen şey; kimi ruhsal hastalıklarda, hastayı rahatlatmak için verilen bir takım uyuşturucuları, dine benzetmiş olması ilginçtir. Zira Marx’ın da ikinci defa kullandığı üzere, bu sözün altında, öyle koca koca entelektüel aforizmalar vesaire aramaya gerek yoktur. Çünkü, cümlede geçen ve Bruno Bauer’in de bahsetmiş olduğu tam olarak gerçek afyondur ve benzetme tamamı ile toplumsal hastalıkların, faşizm, diktatörlük, ezilmişlik gibi tüm olumsuzlukları unutup, sizleri feraha kavuşturan ve hiçbir sorun yokmuş gibi, elleri kolları bağlı oturup, bunun sonunda da cennet gibi bir mükafat vadeden, asli bir uyuşturucudan söz ediliyor.

Tarihe bakıldığında, şirketleşme öncesi devletler ile şirketleşme sonrası devletler gibi iki ayrı model olarak incelemek mümkün. Şirketleşme öncesi devletlerde yapılan savaşların hiç birisinde dini bir gerekçe sunulmamış, tamamı ganimet, şöhret, büyüklük için yapılmıştır.

Bugün Müslümanlar televizyon kanalları satın alıyor, televizyon programlarına çıkıyor ve herhangi bir gayrimüslimin yaptığı her şeyi en kaliteli derecede ve gayet aleni icra ediyor. Oysa 90 lı yıllarda içinde bulunduğum dindar/dinci kesim, televizyonların aslında haram olduğunu, kadınların ve erkeklerin kendilerini orada ifşa etmelerini büyük günah olarak sayıyorlardı. Şu an çevrenize bakın. Televizyonun haram olduğunu söyleyebilecek kaç tane insan tanıyorsunuz ? Peki ne oldu da, dün haram olan bugün tabii oldu? 90’lardan sonra yeni bir ayet mi indi? Peki yeni bir peygamber? Hayır. Tıpkı Marx’ın o meşhur sözü kurduğu cümlenin başında söylediği gibi “din insanları yaratmadı, insanlar dini yarattı.”
Bundan dolayı, 25 yıl önce dinde televizyonun haram olduğu tespitini yapan kişiler, günümüzde “o değişmez” denilen dini revize ettiler. Bir bakıma kendi dinlerinin, hem ilahı oldular, hem de kulu.
Şirketleşme sonrası dediğim devletler ise, artık güçlü ordulara ve çok iyi savaş taktiklerine sahip olmanın bir önem arz etmediği, tamamı ile gücün ekonomik üstünlükten geçtiği yeni çağdır. Türkiye, kaba güç ile Belçika gibi bir ülkeyi aynı gün içerisinde işgal edebilecek insan gücüne ve taktiksel donanıma sahip olabilir ancak Belçika ekonomik işbirliği içerisinde bulunduğu devletler sayesinde Türkiye’den daha güçlü bir durumdadır ve Türkiye’ye yaptırım gücü dahi vardır. Ekonomik güç, devletler arasında artan trend oldukça, devletler artık bir fetih ordusu gibi değil, bir şirket gibi yönetilmeye başlandı. Artık süslü püslü kral elbiselerinin yerini, siyah takım elbise giyen adamlar aldı, at sırtında zengin olmak için aylarca yol giden ve hastalıklarla boğuşan bir lider yerini, masa başında hiç vakit kaybı yaşamadan, geçmişten kat ve kat fazla zenginlik elde edebilen yeni liderlere bıraktı. Zaman ilerledikçe, sistemler, yönetim araçları da tıpkı yukarıda verdiğim din örneği gibi revize edilmek zorunda kalındı. Zira şirketleşen devletlerde, takım elbiseli kralların zenginlikleri katlansa da, bu zenginliği baki tutmanın yolu, şirketin batmamasından geçiyor. Yani devletin de süre giden ticaretin de devamı, devletteki istikrara bağlı; kralın zenginliği, süre giden istikrara bağlı. Bu da şu anlama geliyor, geçmişte süslü uzun elbiseler giyen adam, artık aleni bir şekilde her istediğinin boynunu vurduramaz. Zenginliğinin, şirketteki istikrara bağlı olduğunu çok iyi biliyor. Gel gelelim, şirketleşen bir devletin hiyerarşisine... Akıp giden zaman ile birlikte, kral önünde dizleri üstüne çöken insan sayısında azalma olmuş ve demokrasiler ülkelerde gelişme göstermiş, isyanın tatlı yüzü halkların belleğinde yer etmeye başlamıştır. Dolayısı ile devlet şirketinde, öyle bir hiyerarşi kurulmalıdır ki, siyah takım elbise giyen adamlar hem geçmiş krallıklarının imtiyazına sahip olsun, hem de öyle bir kurgulansın ki bu istisnalar zinciri, halk siyah takımlı beyefendiye, ulaşabilecek kadar eşit olduğunu düşünsün. M.Ö. 552 yılında Sasani devletinde sınıflar tam olarak belirlenmişti ve bunların arasında, bu sınıfların, halkın gözünde meşrulaştırılması ve razı gelinmesine en büyük hizmeti veren Ruhban Sınıfı (din adamları) ilk tabakadan sonra ki yerlerini sınıfsal olarak, halka karşı ilk ganimetleri olarak, hanelerine yazdılar. Sasaniler de sınıflar, 1. Aristokratlar 2. Moğan (ruhban sınıfı) 3. Çiftçiler 4. Tüccar 5. Esnaf olarak dizilmiştir.

Heredot Sasaniler ile ilgili bu dönemde “Sasaniler sokakta karşılaştıklarında öpüşmeyi adet haline getirmişlerdir. Eğer karşılaşan kişiler birbirinden farklı sınıflara bağlı iseler aşağı sınıftan olan kimse yukarı sınıfa dahil kişinin ayağını öper” demiştir.

Şirketleşmiş devletler, din ile ticaretin iç içe geçtiğinde ne denli büyük bir pazarlama fikriyatı olduğunu keşfetmekte gecikmemişlerdir. Bu dönem geçişi itibari ile tüm devletler, az dinci veya radikal dinci olsa dahi, yaptıkları savaşlar da dahil, tüm işlerinin referansları olarak tanrıyı göstermişlerdir. Tanrı kim ? Elbette ki yer yüzünde ki havarileri, din adamları ! Artık ne yaparlarsa yapsınlardı, yaptıklarına meşruiyet kazandırmak için ne mahkemelere nede vicdan gerektiren bir muhakemeye gerek duymuyorlardı. Yapılan tüm zulümleri ve sömürüleri legalize edebilecek yegâne kurum artık işleyişini sürdürüyordu, ruhban sınıfı. Tarih boyunca, devletlerin en sadık korumaları, sınıf dostları ve Tanrıdan uzak, Krala yakın inançlılar.

"Devletler ile senkronize bir biçimde hareket eden bir Tanrı ofisine neden ihtiyaç vardır" sorusuna cevap niteliğindeydi yukarıda yazdıklarım. Yazıyı yazma sebebime gelelim artık.

Demokrasi” ile yönetilen ülkemizde, milyonlarca insanın gözleri içine bakarak, namus ve şeref gibi kavramları üzerine, tarafsız olacağına ve laiklik ilkesine bağlı kalacağına yemin ederek göreve başlamış Cumhurbaşkanı Recep Tayyip, bir elinde Kuran, diğer elinin işaret parmağı ile “ötekileri” işaret ediyor: "Bunlar Zerdüşt! Bunlar Ateist! Bunlar Müslüman değil ya!" (kalabalıkta alkış, kıyamet) Ve kalabalık, üzerine tütsü serpiliyormuşçasına, sanki karşısındaki elinde kutsalı sayılan kitabı sallayan kişi, birkaç ay önce, din ile yönetim işlerini karıştırmayacağına şerefi üzerine yemin etmemiş gibi, tarafsız kalacağına namusu üzerine yemin etmemiş gibi... Tütsü öyle bir coşkunluk yaratıyor ki, afyonu patlamış hovarda Osmanlı zibidileri gibi ebleh ebleh bakıyor, yaşıyorlar.

Sıcak gündem o ki; diyanet işleri başkanlığına 1 milyon lira yani eski para ile 1 trilyon değerinde özel donanımlı, zırhlı makam aracı alımı. Haberler ilk medyaya düştüğünde, diyanet işleri başkanı Mehmet Görmez, büyük bir pişkinlik ile bir açıklama yapıp, 1 milyon değil, yalan söylüyorlar, 300 bin liraya aldık. Aradan hafta geçmeden Devlet Malzeme Ofisinden özellikleri belirtilen ve fiyat olarak, gerçekten de haberlerde geçtiği gibi 1 milyon küsur değerinde bir araç talep edildigine dair belgeler yayınlanıyor. Tanrının Türkiye Şube başkanı, Mehmet Görmez, çıkıp belge ile ilgili ne af diliyor, ne yalanlayabiliyor ne de utanıp, arlanıp istifa ediyor. Hasılı, kendisi ile ilgili epey hiciv konusu türeten Selahattin Demirtaş’ın baskılarına dayanamayıp, “ibreti alem için” diye bir de efelenerek aracı iade ettiğini açıklıyor. Buraya kadar günlük siyasi çekişmeler olarak görünebilir, doğal karşılanabilir. Ancak bizim asıl ilgileneceğimiz nokta bundan sonra başlıyor. Devletin ve günümüz itibari ile şatafatın, zenginliğin ve gücün simgesi haline gelen Recep Tayyip, bu duruma çok bozuluyor. Tanrı Şb. Başkanı Mehmet Görmez’e inceden bir sitem gönderiyor “haberim olsaydı geri iade etmemesini sağlardım, bu araç bu makama normal” diyor. Ve birkaç gün sonra, kendi seçmen kitlesinin de aslında böyle bir lükse gerçekten gerek yok dediğini bildiği halde, tüm ısrarı ile "Sn. Mehmet Görmez'e bir sürprizimiz var inşallah, açıklayacağız" diyor. Muhteşem bir ironi olarak tarihe geçebilecek bir hamle ile "bizim Cumhurbaşkanlığı bütçesinden kendisine yeni bir zırhlı araç tahsis edilmiştir" diye sürprizini açıklıyor. (1)

Devlet denen şirket, kendi başına bir ahlaksızlık ve haksızlık üzerine inşa edilmiştir. Diyanet işleri başkanlığının önceki aracını tahsis eden kurum yani Devlet Malzeme Ofisi, Maliye Bakanlığı'na bağlıdır. Maliye Bakanlığı da, Başbakanlığa. Şimdi kendisine Cumhurun reisi diyen Recep Tayyip bey, "araç Cumhurbaşkanlığı bütçesinden tahsis edilmiştir” diyor. Dikkatinizi çekerim, ben bankadaki şahsi hesabımdan çektim demiyor. Cumhurbaşkanlığı bütçesinden. Aklımız ile alay eden bu insanlar, bizlerin cebindeki paralardan çaldıkları vergiler ile devlete bir para havuzu oluşturuyor, bu havuzdan kendi aralarında kullanım payı tahsis ediliyor ve bize meydanlarda caka satan, siyah gözlük camlarından kibirli bakan korumalar arasından halka el öptüren, halktan kimselerin "yahu ne karizmatik" diye iç geçirdiği, özel uçağın merdivenlerinden mafyavari bir şekilde inen bu insanlar, bizim paramızı kullanıyorlar ey ahali. Babasının tapulu arazisini satıp, diyanet işleri başkanına jest yapmış gibi, bizim bütçeden verdim diye böbürleniyor muhterem. Normal hayatta, sizden borç alıp, altına sıfır araba çeken ve yanınızdan geçerken yine size poz kesen bir arkadaşa kurabileceğiniz ilk cümle: "ya sen kimin parası ile kime artislik yapıyorsun?" Peki yahu bu adamlar kimin parası ile kime artislik yapıyorlar? Kaldıramıyorum.

Peki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip, neden bu konuya bu kadar bozuldu ve yeniden diyanete lüks araç tahsis etmek zorunda hissetti kendini? Yazının buraya kadarki kısmını okuduysanız, ana hatları ile Recep Tayyip’in neden diyanete lüks araç kullandırtmakta bu kadar ısrar ettiğini anlamışsınızdır. Ben yazıma devam edeyim. Yukarıda, Sasaniler'den örneklendirdiğim toplumsal sınıflar listesinde, ruhban sınıfı, aristokrat yani şirket devletini yönetenlerin hemen altında yer alır. Hiyerarşide 2. sırada bulunmasının tek sebebi, filtre görevi neticesindedir. Birinci sırada bulunan yönetici sınıfın pisliklerini filtreleyip, kendinden sonra gelen sınıflara ak, pak haliyle sunum yapma görevidir ruhban sınıfının görevi. Bir nevi “meşruiyet” kuruludur ve toplumun en üst tabakasında bulunan yöneticilerin hırsızlık, zalimlik, yolsuzluk ve bin bir türlü alicengiz oyunlarını tanrısal normlar ile süsleyip, dine eklemeler yapmaktır görevleri. Din afyonu ile uyuşturulan halk, "tanrı böyle buyurdu" sihirli cümlesinden sonra, uyuşmanın verdiği huzur hissi ile olaysız bir şekilde dağılmaktadır zira uyuşturulmuş zihinler, tanrı sorgulamasına giremeyecek kadar hallerinden memnun, bir ruhani mükafatın peşinde, sefil, yoksul ve bitap biçimde, onlara reva görülen hayatın içine akmaktadırlar.

Recep Tayyip’in milyar dolarlık servetine meşruiyet kazandırmak için elbette Diyanet İşleri Başkanı'nın da lüks araç ile gezmesi gerekiyordu. Zira meydanlarda, salonlarda ve şatafatlı sunumlarda elinde Kur'an, dilinde Allah ile gezinen Recep Tayyip, tüm bu zenginliğin içinde “din pazarlaması” yaparken, devletin resmi din kurumu yöneticileri, ellerinde salladıkları ayetlerde beyan edilen yoksulluğu yaşıyor olsaydı, cumhurbaşkanının zenginliği ve güç gösterisi meşruiyetini yitirmiş olurdu.

Konuyu sonlandırırken, hala ve hala ellerini havaya kaldırıp, ya hu benim lüks araçla işim yok, tamam sıradan müspet hayatıma devam edeceğim çünkü ben “yemeğini başkaları ile paylaşıp, aç görünmemek için karnına taş bağlayan peygamberi anlatıyorum insanlara” demiyor. İşte burada, Sartre’nin dile getirdiği o acımasız söz akla geliyor. “Din adamları, ezen sınıfın asalağıdırlar.” Mehmet Görmez buna itiraz etmiyor ve lüks araca hiç itiraz gelmeseydi, zerre-i miskal, haya edip, bu kadar yoksulluk içerisinde benim bunu yapmam yakışık almaz demeyecekti. Çatır çatır sürecekti o arabanın sefasını. Çünkü bunun için varlar. Devleti yönetenlerin çaldıklarından aşağı tabakaya düşen kırıntıları yemek, üreten, çalışan, emek veren insanların sırtlarından kazanılan paraları, uyduruk hikayeler anlatarak, emek vermeden, üretmeden, yetiştirmeden yemek gibi bir mesleği icra ediyorlar. Asalak yakıştırmasını da, ziyadesi ile hak ediyorlar, hakkını da veriyorlar hani.

Tarihte, insan haklarına önem veren, din savaşlarının olduğu bir dönemde yaşayıp, başka inanışlara sahip olan insanlara duyduğu saygı ve mütevaziliği ile nam salmış, Batılı kaynaklara göre, Selahattin’in ordusu Kudüs’e doğru ilerlerken, bütün Avrupa, korkudan diken üstünde olacak kadar güce sahip Eyyubi’nin cenazesinde, en önde bir kılıç ve bir at vardır. Cenaze defninden önce, bir kişi elinde kılıç ve atın yuları ile insanlara dönerek, “Herkes bilsin ki; Selahaddin Eyyubi, gerisinde miras olarak yalnızca bu atı ve kılıcı bırakmıştır.

*** James Reston’ın “Allah ve Tanrı İçin Savaşanlar” kitabında Selahattin Eyyubi için ;

“ İslam aleminin akıllı, merhametli, gururlu sultanı; Mısır, Suriye, Mezopotamya ve Arabistan’ın Kürt hükümdarı, Aslan Yürekli Richard’ı.”

diye bahseder.

Eyyubi örneğini vermemdeki sebep, bu kadar güce ve saygınlığa sahip bir kimsenin tüm farklı, ve düşman sayılabilecek tarafta yer alan kaynaklarda dahi, saygınlığı ile bahsedilmesine karşın, aynı dini anlattıklarını iddia eden, ruhban sınıfı icracılarının, lüks, şatafat ve haksızlıklar karşısında bu kadar memnun olmaları. Revize edilmiş bir din ve buna itikat sorunu olmadan bağlı afyona bulanmış insanlar kalabalığı.

Bütün bu ihtişama,lükse, zengin sofralarına, otel lobilerine, o süslü püslü rengarenk diyanet başkanı kıyafetinin görkemine rağmen, diyanet işleri başkanı Mehmet Görmez, İslam dininde ruhban sınıfının bulunmadığını, imtiyazların asla olmadığını, ve herkesin eşit olduğunu söyledi (20 Ocak 2014 İl Müftüleri İstişare toplantısı-Ankara).

Varın siz karar verin, diyanetin devlette tam olarak ne tür bir görev icra ettiğine.

Hayvan Çiftliği kitabında çiftliği ele geçiren domuzların zamanla başka bir diktatör halini alması ve bunu yaptıkları yasalar ile dayatmaları sırasında yönetimde olan domuzların imtiyazlarını belirtmek için diğer hayvanlara yönelik kullandıkları o cümle: “Bütün hayvanlar eşittir, bazıları daha eşittir.”

(George Orwell)

Mürşit Barto
www.bartolog.com

En Çok Aranan Haberler