Hastalıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geşen Jim Jones, 1931 yılında dünyaya geldi. Annesi onun bir mesih olduğuna inanıyordu. Babası ise oldukça ırkçı ve katı kurallara sahip bir adamdı. Babasının kuralları nedeniyle sürekli çatışma halinde olan Jim Jones, henüz çocukken hayvanları öldürmeye ve onlara cenaze düzenlemeye başladı. Ölüme ve dini inançlara yönelik olarak adeta bir takıntısı vardı. Hayvanlara işkence ederek onları öldürüyor sonra da cenaze düzenlese de vaiz olduktan sonra hayvan satmaya başladı.
Gençlik dönemlerinde ise Adolf Hitler, Gandhi, Stalin ve Karl Marx’a büyük bir ilgi duyan Jones, yüzlerce kitap okudu. İlgi alanlarını keşfettikçe cinsel kimliğiyle alakalı sorunlar yaşadı. 1950 yılında vaiz olduktan sonra eşcinsel olduğu ortaya çıktı ve medyanın yoğun bir baskısına maruz kaldı.
Kısa süre içinde müritlerini toplayan ve onlara gerçek Marksizmi öğreteceğini iddia eden Jones, kendisi için bir kilise kurdu. İnsanlık için yararlı adımlar atacağını söylese de uyuşturucu kullanıyordu ve ruh sağlığı normal değildi. ‘Halkın Tapınağı’ adını verdiği bir kilise kuran ve her an vaizler veren Jones özellikle siyahiler ve çocuklarla yakından ilgileniyordu. Tüm toplantılarını halka kapalı ve yalnızca müritlerine karşı yapan Jones’un insanlara anlattıkları tamamen gizli tutuluyordu. Hatta kilisenin müritleri günden güne artıyordu.
Babasının tam tersi olarak ırkçı olmayan ve herkesin eşit olduğunu savunan Jones, siyahilerin yüksek oranda desteğini almayı başardı. Hitabet yeteneği yüksek olan Jones, konuşmaları ile insanları etkisi altına almayı başarıyordu.
İnsanları kutsal olarak görmeye başladıkları Jones için tüm mal varlıklarını satarak Halkın Tapınağı’na bağışta bulunuyordu. Yapılan bağışlarla ormanın derinliklerinde gözlerden uzak bir kasaba kurdu. Jonestown adı verilen bu kasabada yüzlerce mürit bir arada yaşıyordu. Müritlerine cennetin ölümde olduğunu sık sık dile getiren Jones, düzenli olarak toplu intihar provaları düzenliyordu. İnsanların hangi koşullarda yaşadığını görmek amacıyla Jonestown’a senatör ve basın ekibinin gönderilmesiyle birlikte, artık Jonestown’da yaşamak istemediğini ve ayrılmak istediklerini söyleyen müritlere silahlı kişilerce açılan ateş sonucunda beş kişi hayatını kaybetmişti. Bu olay çok önceden planlanan toplu intiharın vaktinin geldiğini gösteriyordu.
Jonestown’dan kaçmak isteyenlerin yanı sırada intihar düşüncesinde yakın olanların sayısı da azımsanmayacak dereceydi. Jonestown’un basının yoğun ilgisiyle karşılaması Jim Jones’u harekete geçirdi. Çünkü planı suya düşmek üzereydi. Kasabada yaşayan herkesi topladı ve konuşmasını yaptı. Bu dünyadan kurtulduklarında cennete gideceklerini son kez anlattı. Siyanürler dağıtıldı. İntihar etmek istemediklerini söyleyenler, karşı çıkanlar ise silahlarla vurularak öldürüldü. Jonestown’u yeniden ziyaret edenler korkunç bir manzarayla karşılaştı. Tüm kasaba ölmüştü. Yüzlerce yetişkin, bebek ve çocuk cesetleri vardı. Cesetlerin çevresi intihar mektuplarıyla doluydu.
Katliam, 2006 yılında yayınlanan Stanley Nelson’un yönettiği The Life and Death of Peoples Temple adında bir belgesele konu oldu.