Yaşadıkları döneme damga vuran sanatçılar unutulmaz olmayı başarmıştır. Ölümlerinden sonra bile hatırlanan bu isimlerin hayat ritüelleri de şehir efsaneleri arasına girmiştir. Kimi karanlıktan korkuyordu mesela; kimi örgü örmeyi, kimiyse yemek yapmayı seviyordu. Kiminin temizlik takıntısı vardı, kimininse kılık-kıyafete düşkünlüğü… İşte ünlü yazarların hayatı boyunca sahip oldukları ilginç özellikleri...
Weiland, Herder ve Goethe ile birlikte, Weimar döneminin en önemli dört şairinden biri olan Schiller, yazarken masasında mutlaka ama mutlaka çürük bir elma bulundururdu. Soranlara, ara ara bu elmayı koklamanın onu başka diyarlara götürdüğünü, kendisini doğada gibi hissettirdiğini söylerdi.
Doğa tasvirli şiirlerin şairi olarak bilinen Schiller’in tüm bu eserlerini üzerinde sinekler uçuşan çürük bir elmayı koklayarak yazması gerçekten ilginç. Ama daha da ilginci var. Ünlü şair yazmak için elmanın kafi gelmediği zamanlarda banyoya kapanır ve suyun içinde ilham gelmesini beklerdi.
Bazı insanlar sürekli bir beğenilme ve onaylanma isteği içindedir. Beğenilmediğini düşünen insanlar aslında içlerinde derin bir eksiklik duygusu yaşar. Cahit Sıtkı Tarancı’da Ahmet Haşim ve Reşat Nuri Güntekin gibi çirkin olduğunu düşünerek içine kapanmış bir yazardır. Şiirlerinde yalnızlık, karamsarlık ve ölümden korkmasının asıl nedeni içe kapanıklık durumudur.
“Sefiller” ve “Notre Dame’ın Kamburu” gibi başyapıtların efsane yazarı Victor Hugo’nun da beğenilme konusunda takıntıları vardı. Yaşlanma etkilerini etkilerini yavaşlatmak, vücudun diri tutmak için her sabah buzlu suyla yıkanıyordu. Sesinin güzel çıkması için çiğ yumurta içiyordu. Kötü görünmekten korkan yazar; her zaman şık giyinir, her gün ama her gün berbere gidip saçını düzelttirir, dakikalarca aynada kendini izliyordu.
Muhteşem Gatsby’nin yazarı Francis Scott Key Fitzgerald tıpkı kahramanı Gatsby gibi yaşıyordu. 1920’de yayınladığı Cennetin Bu Yanı kitabı ona hem şöhret hem de para getirmişti. Artık Hollywood’un tüm seçkin davetlerinin aranılan ismiydi.
Caz dinlenmeyi ve dans etmeyi seven Francis oldukça çapkın bir adamdı. “Ben alkol olmadan yazamam.” diyen yazarın sonunu alkol getirdi. Bu bağımlılık önce yazarlığını, sonra sağlığını etkiledi. Yazamayan bir yazar olarak zamanla gözden düştü ve 44 yaşında hayatını kaybetti.
Yaşamının son 31 yılını Heybeliada’nın tepesinde manzaraya nazır bir köşkte geçiren Gürpınar, temizlik hastasıydı. Mikrop kaparım korkusuyla eldivenleri olmadan sokağa çıkmaz, dört mevsim eldivenle dolaşırdı. Yazarın ilginç yönü sadece bununla da sınırlı değildi. Örgü örmeyi çok seven Gürpınar, Avrupa’dan model bile getirtirdi. Kendi ördüğü takkeleri giyer, yazmaktan sıkıldığı zaman mutfağa inip erik reçeli ve dondurma yapardı.
İlk gerçek Amerikan yazarı olarak kabul edilen Mark Twain’in insomnia yani uykusuzluk hastalığı vardır. Twain için özellikle geceleri büyük bir kabustu. Uyuyamadığı için mecburen çalışıyor, hiç beklenmedik anlarda bir parkta ya da banyoda uyuyakalıyordu. Ünlü yazar, yatağında şöyle kesintisiz, mışıl mışıl bir uykuya öyle hasretti ki bir keresinde yakınlarına, “Bana güzel bir yatak verin, size ölümsüz başyapıtlar vereyim.” demişti. Bu hastalığını bir türlü yenemedi. Ancak doğru düzgün uyumadan da ölümsüz başyapıtlar vermeyi başardı.
İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Jane Austen; Gurur ve Önyargı’nın yazarı. Ölene dek ailesiyle birlikte yaşayan, hiç evlenmeyen, buna karşın romanlarındaki tüm kadın karakterleri evlendiren Austen, ailesinden hiç kimsenin çalışmalarını görmesini istemiyordu. Ünlü yazar, çalışırken aile fertlerinden birinin yaklaştığını dahi hissetse hemen yazdıklarını saklıyordu.
Monte Kristo Kontu, Üç Silahşörler, Demir Maskeli Adam; 100 bin sayfanın üzerinde basılmış eseri olan Alexandre Dumas’nın en bilinen üç romanı. Dumas, çalışkan ve üretken bir yazardı. Ancak aşırı çapkınlık gibi bir huyu vardı. Öyle ki evli olmasına rağmen aynı dönemde 40 sevgilisi olduğu rivayet edilir.
Ulysses kitabında tek bir günü sayfalarca anlatmasıyla ünlenen Joyce oldukça takıntılı bir yazardı. mutlaka yatağında, yüzüstü, büyük mavi kalemiyle, beyaz giysiler içinde yazardı. Yazmak bir ritüeldi sanki onun için. Bunların biri eksik olsa olmazdı. İçinde hiç kelime tekrarı ve isim tamlaması olmayan 500 kelimelik tek bir cümle yazmayı başarabilmiştir.
Charles Dickens sağlam bir hayvanseverdi. Evi, daha doğrusu çiftliği Nuh’un Gemisini aratmayacak cinstendi; iki kuzgunu; ikisi St. Bernard, ikisi Newfoundland, biri spanyel, biri mastiff, biri Pomeranian olmak üzere yedi köpeği; bir kedisi, bir kanaryası ve bir de midillisi vardı. Dickens, “Grip” adlı kuzgununa öyle düşkündü ki öldüğünde gömmemiş, doldurtup çerçevelettirerek duvarına asmıştı.