Türkiye'nin tek başlık altında toplanabilecek en geniş kesimlerinden birini oluşturuyorlar. Bu yüzyılın devamını nasıl yaşayacağımıza karar verecekler; başbakan, milletvekili, mimar, doktor, öğretim üyesi olacaklar.
Türkiye'nin yüzde 16'sını oluşturuyorlar. Sayıları yaklaşık 13 milyon. Ancak onlara ilişkin politikaların öne çıktığı bu dönemde dahi seslerinin duyulmadığından, kendilerine yeterince yatırım yapılmadığından şikayetçiler. Gençlerden bahsediyoruz.
Seçimlere iki haftadan az bir zaman kalmışken, sadece dertlerini değil hayallerini de dinlemek için Beyazıt'ın, İstanbul Üniversitesi'nin yolunu tutuyorum.
Burası Osmanlı zamanında Batılı anlamda kurulan ilk eğitim kurumu, Cumhuriyet'in ilk üniversitesi unvanını taşıyor. Politik duruşun amfilerde, koridorlarda her zaman canlı olmasıyla da biliniyor.
Üniversitede sohbet ettiğimiz grup (soldan sağa): Betül Özmen, Fatma Öztürk, Çeçen arkadaşları Ramazan Kerimov, Yasin Kaan Yılmaz
1990'ların politik kuşağı
Edebiyat Fakültesi'ne girdiğimde gördüklerim beni şaşırtmıyor. Farklı siyasi görüşlerden öğrenciler stantlar açmış, dergilerini satıyorlar.
Okulun ortasındaki bahçede ise Ankara'da geçen hafta yaşanan saldırıda hayatını kaybedenler için anma hazırlıkları devam ediyor. Siyah bir kurdelenin üzerine yazılar yazıyor öğrenciler.
Oradan ayrılıp pek çok fakültenin bir arada olduğu merkez kampüse yürüyorum ve öğrencilerle sohbet etmeye başlıyorum.
1980 kuşağı, askeri darbenin yarattığı ortamın etkisiyle yıllarca apolitik olmakla suçlandı. Ancak şurası açık ki, 1990'ların ortalarında doğmuş bu gençlerin apolitik olmakla uzaktan yakından ilgisi yok.
İlk gözlemim şu: Üniversite öğrencileri ülkede olup bitenle yakından ilgileniyor, siyasetçilerin açıklamalarını neredeyse hiç aksatmadan takip ediyor. Ve belki daha önemlisi ülkeyi yönetmeye talipler.
Bugünkü hali 1933'te kurulmuş olan İstanbul Üniversitesi'nin bazı bölümlerinin tarihi 1453 yılına kadar uzanıyor.
İktisat Fakültesi'nin bahçesinde konuştuğum Yasin Kaan Yılmaz onlardan biri.
Gelecekte ne yapmak istediğine henüz lise sıralarında karar vermiş. Milli eğitim bakanı olacak.
"Hatta" diyor, "Gelecek başbakan da şu an Ankara Üniversitesi'nde okuyor. Kimin ne yapacağına lise yıllarında karar verdik."
Yasin'in milli eğitimi bakanı olmak için belirlediği tarih 2050. "Neden daha önce değil?" diye sorduğumda, öğrenmesi ve araştırması gereken şeyler olduğunu söylüyor gerçekçi bir şekilde.
Eğitimin daha yaratıcı olması, gerekli fiziksel ortamın sağlanması, hiçbir gencin istemediği bir bölümde uzmanlaşmaya zorlanmaması onun hayallerinin sadece küçük bir parçası.
Yasin, bir masa etrafında oturmuş, farklı görüşler dile getiren gençlerden sadece biri. Birbirlerinin görüşlerini olgunlukla dinliyor, bazen de bir diğerinin söylediğine eklemeler yapıyorlar.
'Kimsenin evine cenaze gelmediği bir ülke...'
Aynı masada sohbet ettiğim öğrencilerden biri Betül. O da uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi okuyor. Muş'lu.
Memleketine gelen cenazelerden bahsediyor gelecek hayalini sorduğumda; "Kimsenin evine cenaze gitmemeli artık" diyor. Aynı liseye gittiği bir üst sınıftan arkadaşı Suruç bombalamasında ölmüş.
"Asker, polis, sivil, kimse ölmemeli. Geçenlerde Muş'a aynı gün üç cenaze geldi. Bir şehre üç cenaze aynı anda nasıl gelir? Gerçekten insanın psikolojisi bozuluyor. Tamam, ateş düştüğü yeri yakıyor ama sen de unutamıyorsun" diyor.
Bunun üzerine aynı bölümden Fatma ekliyor: "Üzerimizde sürekli bir hüzün var. Şu kadar insan ölmüş deyip hayatına devam edemiyorsun."
Hepsinin çözüm için buluştuğu ortak nokta ise "birlik" oluyor. Fatma, birinin diğerine "Nerelisin?" diye sorduğunda önyargısız düşünebileceği bir gelecek hayal ediyor.
Hepsinin bir diğer ortak noktası ise partilerin liderlerinin konuşmalarında dini referanslar vermelerinden duydukları rahatsızlık.
Nasıl bir Türkiye istiyorlar?
İstanbul Üniversitesi'nin açıktan ve uzaktan öğrenim yapanlar da dahil yaklaşık 179 bin öğrencisi var.
Fatma nasıl bir ülkede yaşamak istediği sorusuna ilk önce, "Kesinlikle daha eşitlikçi bir ülke" diye yanıt veriyor.
Betül ise "Ben gece dışarı çıktığım zaman annemin, 'Kızım aman dikkat et' demediği bir ülke" diye yanıtlıyor. Özgecan cinayetini hatırlıyoruz bu sözlerinin üzerine.
Fatma aynı zamanda "Bu kadar sorunun arasında belki daha az önemli ama etrafımda ucube binaların olmadığı bir yerde yaşamak istiyorum" diye ekliyor.
Yasin ise refah seviyesinin yükseltilmesi gerektiğini düşünüyor. Ekonomik olarak en alt seviyede olanla en üst seviyede olan arasındaki uçuruma hepsi tepkili.
Seçimlere gelince... Liderlerin dürüst siyaset yapmalarını birinci şart olarak koyuyorlar. Hepsi geçen seçimde oy kullanmış. Fatma, bilerek ve isteyerek geçersiz oy kullanmış.
"Ben bir Kürt'üm ama HDP düşüncelerime uymuyor. Ailem de büyük oranda AKP'li olmasına rağmen, bana onun düşünceleri uymuyor. Büyük oranda diktatörlüğe gittiğini düşünüyorum. Özellikle gençler üzerinde" diyor.
Yasin CHP'ye oy vermiş olmasına rağmen seçimlerden sonra hayal kırıklığına uğramış. CHP'nin "muhalefette kalmak isteyen bir çizgi" izlediğini gözlemlemiş.
Ancak partinin lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun son dönemki birleştirici mesajlarından dolayı yine CHP'ye oy verecek.
'Saray'dan halka karşı açılmış savaş'
Deniz "Saray'dan tüm halka karşı açılmış bir savaş var" diyor.
İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt ile Laleli arasındaki binalarını bağlayan yollar öğrencilerle dolu. Kimi dersine yetişiyor, kimi yemeğe.
Bu koşturmaca arasında konuştuğum bir diğer öğrenci Deniz. Onun gündeminde Ankara saldırısı ve "Saray" var.
Gelecekten mesleki olarak beklentisi olmadığını, bu seçimlere de "pek güveni olmadığını" söylüyor.
Geçen seçim için "Oy verdiğim partiye yüzde 10 barajını aşsın diye verdim" diyor ve "gerçek anlamda özgürlükçü bir ülke" hayal ediyor.
Ankara saldırısıyla ilgili konuşurken ise "Ciddi bir algı operasyonu var. Sözde PKK ile IŞİD birlikte yapmış. Suruç'tan sonra Ankara'da da saldırı olması bana şunu düşündürdü: Saray'dan halka karşı açılmış bir savaş olduğunun farkındaydım ama şunu fark ettim. Bu sadece coğrafyanın doğusuna değil tüm halka karşı bir savaş" diyor.
'Siyaset yozlaştığı için oy vermeyeceğim'
Türkiye'nin en önemli ilk üç sorununu "terör, işsizlik ve eğitim" olarak sıralayan Hüseyin ise hukukta okuyor.
Mardinli olması nedeniyle ana gündem maddelerinden biri Kürt sorunu. Erdoğan'ın çözüm sürecini PKK ile değil, Kürt halkıyla yürütmesi gerektiğini düşünüyor.
PKK'nın çözüm sürecinden faydalanarak kentlerde, ilçelerde çok rahat hareket edebildiğini söylüyor.
AKP'nin "şu anki kaos ortamının bitmesi için" en az 276 milletvekili almasını istiyor, alırsa "buzdolabındaki çözüm sürecinin oradan çıkarılıp ısıtılabileceğini" düşünüyor.
Ama kendisi, "siyasetin yozlaştığını" düşündüğü için 1 Kasım'da sandığa gitmeyecek.
Sonra ekliyor: "HDPnin de baraj altında kalmasını istemiyorum."
Hüseyin ile konuştuğumuz konulardan bir diğeri başkanlık sistemi. Ona göre ya başkanlık sistemi gelmeli ya da cumhurbaşkanının yetkileri sembolik hale getirilmeli.
Onun gönlünden geçen ise Erdoğan'ın isteğiyle örtüşüyor: "Bana kalırsa başkanlık sistemine geçilmeli. Ülkede yönetim krizi olmamalı" diyor.
Erdoğan'ın kutuplaştırıcı bir dil kullandığı eleştirilerini de soruyorum Hüseyin'e.
Hüseyin, "Batı medyasında üstü çizilen adam olarak görülmesinden dolayı Erdoğan'ın buna karşı tepkisel bir dili var" diye yorumluyor bu durumu.
Nasıl bir gelecek hayal ettiğini sorduğumda partilerin iktidara geldiklerinde "adam kayırmalarından" şikayet ediyor: "Liyakat esas alınmalı. Bilgisi, birikimi, sosyal olaylara bakışındaki genişliğe bakılması gerekir" diyor.
İstanbul Üniversitesi'nin Türkiye'nin yakın tarihine tanıklık etmiş kampüsünden ayrılıp Beyazıt Meydanı'na çıkıyorum.
Üniversite öğrencilerinin hali memleketin halinden pek farklı olmasa da, zihinlerinde çözüm önerileri ve gerçekçi beklentileriyle, umutsuzluğa karşı umudun galebe çaldığını görmem mümkün.