SREBRENICA (AA) -EMİR SULJAGİÇ- Bizi örtmecelerle; yaşadıklarımızın dehşetini hafifleten ifadelerle öldürdüler. Bizi “etnik temizlik”, “trajik çatışma” ya da iç savaşta öldürdüler. Bizden önce kelimeleri, sonra da yaşadıklarımızı soyup çaldılar.
“Etnik temizlik” tabiri, kelimelerin, 1992-1995 yılları arasında Bosna-Hersek'te yaşananların anlamını nasıl değiştirdiğine tipik bir örnek. İngilizcede “etnik temizlik” (ethnic cleansing) kavramı ilk olarak Ağustos 1992'de bir Washington Post makalesinde kullanıldı. Bu makale, Hırvat hükümetinin Sırp mevkidaşlarına yönelttiği, “amaçları... belli ki Sırbistan’a ilhak edilecek kritik bölgelerin etnik temizliği” suçlamasını aktarıyordu. [1]
Bununla birlikte, bu terimin sadece, eski Yugoslavya dışında ön plana çıkmasını değil, Bosna-Hersek'teki Sırp askerî ve siyasi liderliği tarafından uygulanan bir dizi politika ve eylemi de ifade ettiğini izah edebilmek için Eric Gordy’den bir alıntı yapmak yerinde olacaktır:
“[Bu] terim, lisana, 1992’de Sırp rejim medyasının zorla açtığı gıcırtılı bir arka kapıdan girmiş görünüyor. Naimark (2001) bunu, aynı yılın Mayıs ayında ‘bilincimize patlayan’ (amanın!) bir ifade olarak nitelendiriyor. ‘Etnik’ niteleyicisi olmadan ‘temizlik’, çok daha uzun bir süre boyunca çeşitli askerî ve propaganda maksatlı kullanımlara sahip gibi görünüyor.” [2]
Bir başka deyişle, “etnik temizlik” ibaresi kelime dağarcığının ya da -şöyle diyelim- soykırımın faillerinin, eylemlerini normalleştirmek için ortaya koydukları söylemin bir parçasıydı. “Etnik temizlik” bu haliyle “soykırım” ve “insanlığa karşı işlenen suçlar” tabirlerinin ve Sırbistan'ın 1990’ların başından ortasına kadar Bosna-Hersek'te sürdürdüğü politikaları ve uygulamaları tanımlamak için kullanılan diğer daha kesin, ayrıca ahlaki, hukuki ve siyasi açıdan çok daha az muğlak olan tabirlerin de yerini "başarılı" bir şekilde aldı. Soykırımın hedefinde Müslümanlar olmasaydı bu söylem çok daha az inanılırlığa sahip olurdu.
Avrupa tarihi bir kat'i çözümler; birbiri ardınca işlenen “abidevi tarihsel suçların” tarihidir. İfadeyi Timothy Snyder’dan ödünç alacak olursak; Avrupa’nın ulus devletler olarak tarihinde “geriye dönüp de bakıldığında görülecek bir altın çağ yoktur”.
Bu tarihte Müslümanlara da yer yoktur. Osmanlı Müslümanlarının Balkanlardan sadece fiziken sürüldüğünü değil, aynı zamanda bütün bir anlatıdan da çıkarılıp tarihten silindiğini dahi kanıtlamaya yardımcı olacak çok az şey kaldı artık bugün...
Boşnaklara soykırım maksadıyla yapılan saldırı, aslında Üçüncü Balkan Savaşı idi; bu saldırının bu şekilde isimlendirmeyi hak eden en mühim tezahürü ise, çoğunluğu teşkil eden nüfusun katliam, sınır dışı etme, yağmalama ve toplu tecavüz içeren tedbirlerin bir arada uygulanmasıyla bir azınlığa dönüştürülmesi oldu. Önceki iki Balkan Savaşı’nda da olduğu gibi, bu saldırı, aynı zamanda yetkililerin, kasaba ve köy liderlerinin; yani Boşnakların “seçkinler zümresinin” de katliamla yok edilmesini içeriyordu. Buna ek olarak, 1990’ların paramiliter güçlerinin sivillerin, kadınların ve çocukların hakkından gelirken aslında yaptıkları şey, sadece “komitacıların” çalışmalarını bıraktıkları yerden sürdürmekten ibaretti. Uygulanan kuşatmaların yanı sıra, sivil gayrimüslim halkın da saldırılara çok yaygın ölçüde iştiraki söz konusuydu. Nihai hedef ise bölgeyi “Türklerden arındırmak” idi. Ratko Mladić, Temmuz 1995'te Srebrenitsa’daki meydanda boy gösterirken aynı ruhla “Türklerden intikam alma” sözü veriyordu.
Ne var ki Osmanlı Müslümanlarına karşı 19. yüzyıla ve 20.nin de başlarına şamil olacak şekilde “ağır çekimde” işlenen soykırım, rahatsız edici derecede bir modernlik vasfını haizdi. Örneğin Edirne kuşatmasında yaşananlara dair, Justin McCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı (1821-1922)” isimli kitabında geçen şu tanımlayıcı ifadeler, Srebrenitsa’dan 1995 yılında gelen haberlere çok benziyor:
“Bu, zalimliğin bütün ince eleyip sık dokunulmuş unsurları doğrultusunda yapılan bir insan avı; Türklerin avlanması. Gece-gündüz makineli tüfekler takırdıyor; bunlar, gerçekleştirilen infazlar.”
1913’te Balkan Savaşları’nın sonuna gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa topraklarında yaşayan Müslüman nüfusun yüzde 62’si artık yoktu. Onlara karşı işlenen suçlar, eski Osmanlı topraklarında ortaya çıkan üç-beş devletin tarihinde kutlanmakla kalmıyor; bu cürümler aynı zamanda bu ülkelerin “ulusal kurtuluş” anlatılarında merkezi bir yere sahip.
Sırp seçkinleri 1990’larda Yugoslavya'yı yok etmek için yola koyulduklarında, önlerinde Balkan Müslümanlarına karşı soykırım politikaları yürütmenin başarılı tarihinden beslenen bir “çekişmeler repertuarı” bularak bundan çok istifade ettiler. Avrupalı seçkinlerin hangi kelimelerden anlayacağını biliyorlardı ve “Türk’ün” Avrupa siyasi sınıfının muhayyilesinde hâlâ önemli bir yer işgal ettiğini varsaymakta da haklıydılar.
Aralık ayının ilk günlerinde, İsveç Kraliyet Akademisi’nin Nobel ödülünü, yeminli bir soykırım inkarcısı olan Peter Handke’ye verme kararına karşı yapılan protestoya katılmak için Saraybosna’dan Stockholm’e gittim. Münih Havaalanı’nda bir polis memuru bana “Avrupa’da” ne kadar kalacağımı sordu. Kendisine lisan-ı münasiple dört gün içinde geri döneceğimi söylemesine söyledim; ama bu her şeyin ışığa kavuştuğu bir an oldu aslında. Evet; Levi’s kot pantolon ve Adidas ayakkabılar giyerken öldürülmek... Katledilen ülkem insanlarının çoğunun da kıyafetleri böyleydi; ama bu kıyafetler içinde öldürülmek sizi bir Avrupalı yapmıyor; o zaman da yapmıyordu. Her şey hâlâ bir isimde bitiyor... Benimkiyse başka bir ihtimale kapı aralamayacak derecede bir Müslüman ismi...
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
[Emir Suljagiç, Srebrenica Soykırım Anıtı Merkezinin müdürüdür. Uluslararası Saraybosna Üniversitesi (IUS) Uluslararası İlişkiler Bölümünde yarı zamanlı öğretim üyesi olan Dr. Suljagiç, ayrıca iki kitabın da yazarıdır: “Ethnic Cleansing: Politics, Policy, Violence - Serb Ethnic Cleansing Campaign in former Yugoslavia” ve “Postcards from the Grave”]