İSTANBUL (AA) –CAN KASAPOĞLU- Başlıktan da anlaşılacağı gibi, bu alışılagelmedik bir görüş yazısı olacak. Çünkü bu makale, Türkiye’nin S-400 tedarikinin sebeplerinden birinin, belki de tarihsel arka planı içinde en önemlisinin, Batı savunma diplomasisinin Ankara ile ilişkileri yönetirken yaptığı ciddi hatalar olduğunu savunuyor.
Bu makaleyi daha da ilginç kılan bir faktör var. Bu satırların yazarı, yayımladığı analizlerinde, S-400’ün hava sahasını düşman uçakları için çok tehlikeli hale getiren stratejik hava savunma yeteneklerine karşın (A2 /AD: anti-access / area denial); Türkiye için en uygun seçeneğin, NATO uyumlu hava ve füze savunma mimarisine entegre edilemeyecek Rus yapımı bir silah sistemi değil, NATO sistemleriyle birlikte çalışabilecek bir çözüm olduğunu değerlendiriyor. Bu değerlendirmenin ana nedeni de, modern askeri bilimler literatüründe genel kabul gördüğü üzere, S-400 ve Patriot gibi stratejik silah sistemlerinin yeteneklerinden ancak bütüncül bir mimari içinde tam kapasitede yararlanılabilecek olması. Burada mimariden kasıt ise, bir balistik füzeyi ateşlendiği anda tespit eden uydu kapasitesi, radarlar, erken uyarı uçakları gibi bir sensörler manzumesi ile hava ve füze savunma sistemiyle uyumlu çalışabilecek, farklı irtifa ve menzillerdeki tamamlayıcılar. Yani, Rus S-400, Amerikan Patriot ya da Avrupalı Aster-30 Block1 NT, hangi sistem kullanılırsa kullanılsın, bu sistemlere anlık bilgi akışı sağlayacak sensörler ve bu sistemlerden önce, ya da hedefi kaçırırlar ise daha sonra, “kademeye girebilecek” diğer savunmacılar... Bu nedenle, hava ve füze savunma sistemleri ancak belirli durumlar içinde birbirlerinden iyi ya da kötüdür.
Peki, yukarıdaki kısa tartışmanın ardından S-400 kararını salt “bugüne” ya da son birkaç yıla indirgeyerek anlamak mümkün mü? Hayır, değil. Açıkça ifade etmeliyiz ki, Türkiye’nin transatlantik müttefikleri, Ankara’yı bu çok önemli alanda destekleyecek ortak üretim ve teknoloji transferi konularını makul bir portföy dâhilinde karşılamış olmalıydı. Daha da net ifade edelim: 2007 yılında gerçekleştirilen siber saldırıların ardından Estonya hızla NATO’nun siber güvenlik odağı haline getirildi. Türkiye on yıllar boyunca Kuzey Kore teknolojisinin de desteklediği Orta Doğu’nun en ciddi füze tehditleri olan Saddam Hüseyin’in Irak’ı, Baas rejiminin Suriye’si ve İran ile sınır komşuluğu yapmasına karşın, yani NATO’nun füze savunma dinamosu haline getirilmesi en uygun ülkesi olmasına karşın, müttefikleri böyle bir “ilgiyi” Ankara’ya göstermedi...
S-400 konusunda daha ayrıntılı değerlendirmelere geçmeden önce, açıklığa kavuşturulması gereken bir konu daha var. Günümüzde, Batılı siyasi-askeri analistler arasındaki genel eğilim, Türkiye’nin NATO için ifade ettiği jeopolitik değeri basit bir zemine, savunma alımları ve iç siyasi gündemden oluşan çok dar bir çerçeveye indirgemek. Ancak, jeopolitik gerçek çok daha farklı ve karmaşık. Konuyu daha iyi anlamaları için, bu satırları okumakta olan Türkiye’nin müttefiklerini hayali bir tura çıkaralım:
- Türkiye’nin NATO için değerini keşfetme kılavuzu
Tiflis’e doğru bir uçak yolculuğuna çıktığınızı farz edin. Gürcistan’ın başkentinde üst düzey yetkililerle sohbet ederken ülke mutfağının tadına bakmayı ihmal etmeyin. Tiflis’te görüştüğünüz siyasi ve askeri yetkililere 2008 Rus müdahalesi esnasında ve sonrasında kendilerine en büyük desteği hangi NATO ülkesinin verdiğini sorun. Bugün dahi, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, S-400 anlaşmasının çoktan masada olduğu bir zamanda, Brüksel’deki son NATO zirvesinde, seçkin bir izleyici kitlesine yaptığı konuşmada, birçok müttefikin Gürcistan’ı düpedüz unutmuş olduğunu ama Türkiye’nin unutmadığını ve asla unutmayacağını ifade etmişti. Bu konuşma, ikili bir görüşme de değildi; kamuya açık bir toplantıda yapıldı. Gürcistanlı yetkililere başka hangi ülkenin hariciyesinden böyle sözler duyabileceklerini ya da en son hangi NATO üyesi Avrupa ülkesinin dışişleri bakanından 2008’i hatırlatan bir vurgu duyduklarını sorun...
Hayali yolculuğumuza devam edelim. Tiflis’ten Bakü’ye kısa bir uçuş gerçekleştirin. Uçuş sırasında ufka dek uzanan dağların ve karlı zirvelerin oluşturduğu görkemli manzaranın da tadını çıkarın, zira Azerbaycan, dünyanın bir uçaktan izlenebilecek en güzel ülkelerinden biri... Hazar Denizi kıyısı da, gaz platformlarına nazır kahve içebileceğiniz ender yerlerden. Azerbaycan’ın siyasi ve askeri yetkilileri ile kısa bir sohbet edin. Türkçe biliyorsanız şanslısınız, çünkü tercümana ihtiyacınız olmayacaktır. Onlara, Rusların Ermenistan’daki, özellikle de 102. Üs’teki askeri varlıkları, ayrıca Moskova’nın, büyük kolaylıklarla Erivan’a sağladığı SS-26 İskender balistik füzeleriyle ilgili ne düşündüklerini sorun. Sonra da aynı Azerbaycanlı yetkililere, hangi NATO ülkesini Rusya etkisine karşı siyasi ve askeri stratejik bir dengeleme unsuru olarak gördüklerini sorun. Hangi NATO ülkesinin her zaman için Batı dünyasına atılmış bir çapa ve oraya uzanan bir köprü olduğunu, hangi ülkenin sayesinde transatlantik ittifakın, Rusya ve İran arasında sıkışmış Güney Kafkasya’da hâlâ jeopolitik bir kredisi olduğunu da sorun lütfen.
Azerbaycan’ın ardından son seyahatiniz birkaç saat sürecek, bu yüzden Bakü’nün kitapçılarından iyi bir kitap alın. Koltuğunuzu dik konuma getirin, elektronik cihazlarınızı uçuş moduna alın ve kemerinizi bağlayın; Kiev’e uçuyorsunuz. Orada, Ukrayna’nın savunma alımlarını yürüten yetkililerle randevunuz var. Onlara, Ukrayna güvenlik güçleri ülkenin doğusunda anti-terör operasyonları düzenlerken, hangi NATO ülkesinin, operasyonel kullanımında bilinen hiçbir sınırlama olmaksızın, kendilerine silahlı insansız hava aracı (SİHA) satmaktan kaçınmadığını sorun (ki Bayraktar TB-2, taktik segmentte dünyada gerçek çatışma koşullarında binlerce saat uçuşu olan, en iyi çözümlerden biri). Buradaki en kritik husus, Ankara’nın, Rusya’yla S-400 için milyar dolarlık bir alım yürütürken, Ukrayna’ya, Suriye’deki en kritik harekatlarda kullandığı SİHA’yı satabilmesi... Ayrıca, Türk ve Ukrayna savunma sanayileri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin zırhlı platformları için (Ukrayna’nın Zaslon sistemi üzerine) aktif savunma sistemleri inşa etmeye yönelik ortak üretim çalışmaları da yürütüyor.
Bu üç başkent arasındaki uçuşlarınızla ilgili çok şaşırtıcı bir gerçeğin farkında olduğunuza eminim. Kültürel açıdan zengin seyahatinizin şu ana kadarki kısmı, Rus stratejik düşüncesinin hayati bir hinterland ve nüfuz bölgesi olarak gördüğü bir coğrafyada gerçekleşti. Dünyanın bu bölgesinde, bütün NATO ulusları içindeki en belirgin imza muhtemelen Türkiye’ye aittir. Vaktiniz varsa, yerel halkların Türk askerinin varlığıyla ilgili neler düşündüğünü keşfetmek için uzun sürecek bir uçuşun ardından Afganistan’a gidebilir (Özbek ve Türkmen nüfusun ağırlıklı olduğu yerlerde sohbet ederken Türkçe de konuşabilirsiniz), Türk Deniz Kuvvetleri’nin Afrika Boynuzu civarında ya da Akdeniz’de korsanlığa ve insan kaçakçılığı faaliyetlerine karşı koyma konusunda sunduğu katkılara dair bir şeyler okuyabilir veya Türkiye’nin NATO’nun Balkanlardaki varlığına verdiği katkıya ilişkin biraz araştırma yapabilirsiniz.
Açık konuşalım. Türkiye’nin özgün jeopolitik kimliği nedeniyle, Afganistan’da ya da Azerbaycan’da mesleğe yeni başlamış bir Türk diplomatın kısa sürede açabileceği kapılar, birçok Avrupalı devletin deneyimli istihbaratçılarından fazla olabilir. Bu nedenle, ülkesinin silahlı kuvvetler mevcudu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir kolordusu ya da tümeni kadar olan kimi ülkelerden gelen bazı meslektaşlarımızın, “Türkiye’yi NATO’nun dışına itmeyi” savunan değerlendirmelerinde biraz daha gerçekçi olmalarında yarar var.
Bu noktada, aklınıza şu soru geliyor: Bütün bunlara rağmen nasıl oluyor da Türkiye gibi transatlantik ittifak için bu jeopolitik potansiyele sahip bir devlet, kendi hava savunması konusunda Rus envanterindeki en gelişmiş SAM sistemi (karadan-havaya füze) olan S-400’ü tercih etti? Söz konusu karara ilişkin bu satırların yazarının ciddi profesyonel çekinceleri ve menfi değerlendirmeleri olduğunu da dürüstçe not edelim. Ancak, eğer NATO başkentlerinde üst düzey bir yetkili veya transatlantik strateji çevrelerinde bir uzman iseniz, tebrikler! Az önce, Ankara’nın NATO müttefikleri olarak, S-400’lerin ana üreticisi Almaz-Antey’e milyarlarca dolarlık bir iş ayarlamak için elinizden geleni yaptınız!
Şimdi, 21. yüzyılın en sansasyonel savunma alımlarından birindeki “başarı öykünüzü” kısaca gözden geçirelim.
- Batı savunma diplomasisinin Türkiye imtihanı
Bir gerçeği kabul etmek gerekiyor. Sadece Rus savunma kaynakları değil, aynı zamanda Batı’da mevcut açık kaynaklar da S-400’leri stratejik hava savunması konusunda çok güçlü bir silah sistemi olarak değerlendiriyor. NATO’nun doğu kanadındaki S-400 konuşlandırmalarına ilişkin endişe ifade eden buna benzer yüzlerce yayın bulmak mümkün. Üstelik bu raporlar çok saygın think-tank’ler tarafından hazırlanmış. Ayrıca bu yayınlar, son derece mobil olmasından ve daha eski S-300 versiyonlarına göre elektronik harp tehditlerine karşı daha bağışıklı olmasından ötürü, S-400’ün harp sahasında hayatta kalma potansiyelinin daha yüksek olduğunu belirtiyor. Bu arada S-400, Rus savunma planlamacılarının başkent Moskova’yı ve aynı zamanda Suriye’deki birliklerini korumak için tercih ettikleri silah sistemi olmaya devam ediyor. Konu hakkındaki diğer katkılar da dikkat çekici. Örneğin Pakistan’ın açık kaynaklı askeri değerlendirmelerinde, Hindistan’ın S-400 alımının askeri dengeyi Yeni Delhi’nin lehine bozabileceği gerekçesiyle ifade edilen ciddi kaygılar göze çarpıyor. Bunlara ek olarak birçok zengin Körfez ülkesi, muhtemel S-400 alımlarıyla hava savunma portföylerini çeşitlendirme niyetinde.
Yukarıdaki tartışmanın farklı algılanmaması gerekiyor. Bu makalenin yazarı, Türkiye’nin S-400 alımının artıları ve eksileri hususundaki değerlendirmelerine ilişkin halen aynı noktada duruyor. Savunma ve ulusal güvenlik alanındaki uluslararası sıralamalarda Türkiye’nin en prestijli düşünce kuruluşu olan EDAM’da kaleme aldığımız raporlar, S-400’ün güçlü bir hava savunma sistemi olmasına karşın, Türkiye özelindeki ‘standalone’ karakteri dolayısıyla balistik füze savunması açısından çok sınırlı etkisi olacağı sonucuna varıyor. Bu durum S-400’leri, kaçınılmaz olarak, menfi siyasi ve ekonomik maliyetleri olan, NATO mimarisi ile “konuşamayan”, “yalnız” bir hava savunma silahı kılacaktır. Kanımızca, ağ-merkezli harp çağında, hava ve füze savunma mimarisiyle entegre olmayan bir stratejik silah sistemi ideal bir çözüm değil.
Öte yandan, Ankara’nın S-400 kararına giden yolda Batılı müttefiklerinin yaptığı çok vahim hataların bu sonuçtaki etkisini göz ardı edemeyiz.
NATO Brüksel Zirvesi Deklarasyonu, Suriye’den neşet eden balistik füze tehdidinin Türkiye’yi defalarca vurduğunu belirtiyor. Peki neden, Türkiye topraklarında yalnızca İtalyan ve İspanyol füze savunma misyonlarını görüyoruz? Ankara’nın diğer dostları neden çekildiler?
Biraz daha gerilere gidelim, çünkü sorun son yedi yılda Suriye’den kaynaklanan balistik füze tehdidiyle sınırlı değil. Balistik füzelerin yayılması ve kitle imha silahlarına dair programlar konusunda Türkiye her zaman çok problemli bir güvenlik ortamıyla uğraşmak zorunda kaldı. Ne de olsa diğer hiçbir NATO ülkesi, “dünyanın en ideal komşuları” sayılamayacak Saddam Hüseyin ve Hafız Esed’le sınır paylaşmış değil. Daha da önemlisi, Kuzey Kore’den Türkiye’nin komşularına füze teknolojisi konusunda yapılan kritik teknik bilgi (know-how) transferlerini biliyoruz. Örneğin, 2005 senesinde Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri, kimyasal ve biyolojik harp başlığı taşıyabilen, 700 km menzilli, Kuzey Kore menşeli Scud-D balistik füzelerini denedi. Üstelik de bu denemelerde, kimyasal ve biyolojik harp yüklerinin atış vasıtaları için uygun olan “airburst”, yani “havada infilak modu” test edilmişti. Bu füzelerden birinin parçaları Hatay’a düştü.
Basitçe tekrar edelim mi? 2005 yılında, Kuzey Kore işbirliğiyle üretilen, o dönemde Ortadoğu’nun kimyasal silah deposu olan Suriye’nin envanterindeki en uzun menzilli füze, bir test sırasında NATO üyesi ülkenin bir şehrine düştü! Üstelik de Şam yönetiminin haritalarında kendi sınırları içinde gösterdiği bir şehir olan Hatay’a! Bundan iki sene sonra, Estonya’da siber saldırılar gerçekleşti. Hemen ardından Tallinn, NATO’nun siber savunma merkezi haline getirildi. Türkiye ise ittifakın füze savunma odak noktası yapılmadı. Yapılmalıydı, ancak yapılmadı...
2011 senesinde Ortadoğu’nun en büyük füze gücü olan İran Devrim Muhafızlarının üst düzey komutanları, NATO’nun Kürecik, Malatya’da bulunan X-band radarını açıkça vurmakla tehdit etti. Bunları ifade ettikten sonra; Ortadoğu’da doğrudan füze saldırısı tehdidi altında olan tek NATO üyesi ülkenin kendi milli balistik füze savunma yeteneklerini geliştirmesine yönelik olarak on yıllardır neden hiçbir kârlı teknoloji transferine ve ortak üretim fırsatlarına mazhar olamadığını merak ediyoruz elbette...
Her devletin bir hafızası var. Yukarıda belirttiğimiz tecrübelerin tümü, Türk savunma planlamacılarında çok büyük hayal kırıklığına neden oldu. Dahası, Türkiye silahlı insansız hava araçlarına ihtiyaç duyduğunda, ABD Kongresi bu konuda ne istekli ne de cömertçe davrandı. Türkiye ek taarruz helikopterlerine ihtiyaç duyduğunda, Ankara nükleer harp yükleri taşıyan bombardıman uçakları talep etmişçesine çok büyük zorluklar yaşadı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin cumhuriyet tarihindeki en ciddi terör sınavıyla karşı karşıya kaldığı 1990’larda, bazı Avrupalı müttefikler ihraç etmekte oldukları silahlara coğrafi ve operasyonel sınırlamalar getirdiler. Tüm bu gelişmeler Ankara’da stratejik bir kültürel reaksiyon tetikledi. Bu nedenle S-400 kararı, salt teknik parametreler ile açıklanamıyor ve anlaşılamıyor.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken Rusya, Türkiye’nin doğal bir müttefiki miydi peki? Elbette ki hayır. Dağlık Karabağ meselesinde, örneğin, Türkiye ve Rusya hâlâ karşı kamplarda. Ankara bu konuda geri adım atacak da değil.
Fakat Kremlin, Batı ülkelerine göre çok daha pragmatik... Moskova, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin gerildiği bir dönemde, Ankara’yla stratejik köprüler kurmak için önüne gelen fırsatı gördü. Çünkü Rusya’yı yönetenlerin geldiği jeopolitik ekol naiflikten uzak ve günümüz Avrupası’nın çekingenliğiyle malul değil.
Batı, S-400 kararını 2013’teki Çin HQ-9 anlaşmasında yaşanana benzer şekilde, hayal kırıklığına uğramış bir Türkiye’den gelen siyasi bir sinyal olarak algıladı. Bu, isabetli bir istihbarat analizi değildi. Ankara’nın S-400 pazarlıklarını sürdürürken öncelikli amacı Batı’ya siyasi mesaj vermek değildi. Transatlantik çevreler ise 21. yüzyılda Arap Baharı’ndan tutun da Kırım’ın işgaline kadar çok sayıda istihbarat analizi hatası yaptı ve Türkiye’nin S-400’lere olan ilgisinin doğru tahlil edilmemesi bunlara bir yenisini ekledi.
Kuşkusuz, Türkiye’nin Suriye’de yaşadığı kırılma da S-400 kararında önemli bir rol oynadı.
- Suriye İkilemi: PYD/YPG bir NATO müttefikine nasıl tercih edilebildi?
Teknoloji transferi ve ortak üretim gibi savunma sanayiine dair meselelerin dışında Türkiye’nin Suriye konusunda Batı’yla yaşadığı derin fikir ayrılıkları da Rusya’nın istifade ettiği diğer bir büyük problem alanı olageldi. Başka bir deyişle, ABD’nin başını çektiği DEAŞ karşıtı koalisyonun PYD/YPG’ye verdiği destek, Türk hükümetini S-400 yoluna sevk eden en büyük motivasyon unsurlarından bir oldu.
Hikâye şöyle: “no boots on the ground”, yani konvansiyonel kuvvet konuşlandırmama düsturu, ABD’nin liderliğini yaptığı DEAŞ karşıtı koalisyona katkıda bulunma konusunda bütün NATO üyesi ülkelerin uyguladığı temel kısıtlama idi. Yalnızca Türkiye, ABD’nin hava gücü desteğiyle 21. yüzyılın bu en tehlikeli hibrit savaşında mücadele vermek için çok büyük bir kara desteği önerdi. Ankara, Suriye sınırındaki 2. Ordusunu takviye etmişti, ki bu ordunun yüzbinlerce kişilik personelinin yanında birçok Avrupa ülkesinin silahlı kuvvetleri çok küçük kalıyor... Daha da önemlisi, hem meclis hem de kamuoyu, Türk hükümetinin geniş çaplı bir terörle mücadele operasyonu başlatma kararını destekledi. Bu, Pentagon’un bugünlerde diğer hiçbir NATO ülkesinden bekleyemeyeceği bir şey. Ayrıca Türkiye, Suriye’yle 900 kilometreden daha uzun bir sınır paylaşıyor, mükemmel bir topçu kapasitesine ve insansız sistemler yeteneklerine sahip. Üstelik Türk hava üsleri çok yüksek bir operasyonel tempoya destek verebilecek kapasitede ve coğrafi konumda. En nihayetinde Ankara, dünyadaki en tehlikeli savaş alanlarından birinde çok ağır bir yükü paylaşmaya hazırdı.
Ancak, Washington yoluna PYD/YPG ile devam etme kararı aldı ve Türkiye seçeneğini reddetti. Özellikle dikkati çeken bir durum, dönemin Savunma Bakanı Ashton Carter’ın, Kongre’deki ifadesinde, açıkça bu grupların, hem Türkiye hem de ABD tarafından terör örgütü olarak kabul edilen PKK ile önemli bağları olduğunu söylemiş olması. Bu arada ABD’nin özel programları, Suriye Demokratik Güçleri (SDF) altında faaliyet gösteren PYD/YPG’ye sahadaki askeri dengeleri taktiksel açıdan bozacak binlerce silah verdi. Bunların arasında özellikle zırhlı platformlara karşı kullanılabilen kabiliyetler ön plana çıkıyor.
2006’da Lübnan Hizbullahı’yla İsrail Savunma Kuvvetleri arasında yaşanan çatışmayı inceleyen herhangi bir askeri analist, bu tip silahların konvansiyonel bir ordunun canını ne denli yakabileceğini anlayacaktır. Daha da kötüsü, ABD’li yetkililer Ankara’ya PYD/YPG’yle işbirliklerinin operasyon bazlı ve DEAŞ karşıtı faaliyetlerle sınırlı olduğu konusunda garanti vermiş olsa da şu anda kadar bu silahların nasıl geri alınacağına dair bir yol haritası ortaya konmuş değil. Aynı şekilde, Washington’ın PYD’yle ilgili planları savaş sonrasına dair tasarımlara ve Suriye’deki yeniden inşa çalışmalarına kadar uzanabilir gibi duruyor. Bütün bunlar olup biterken Rusya, Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatları için Suriye hava sahasını açtı.
Açıkçası, G-20 üyesi, ihtiyaç duyulduğunda gerçek bir kara gücünü sahaya sürebilecek ender NATO üyelerinden biri ve üçüncü seviye F-35 Projesi ortağı bir NATO müttefikini yabancılaştırmak, üstüne bir de neo-Maoist komünler kurmuş ve kuzey Suriye’deki Arap demografisini cebren değiştiren bir grubu onaylamak, ABD’nin stratejik çıkarlarına hizmet edecek en akıllıca kararlardan biri değildi. Ayrıca, Başkan Trump’ın çekilme kararından sonra bu terör örgütünü savunmak için Twitter üstünden Türkiye’yi ekonomisini yıkıma uğratmakla tehdit etmek, ittifakın çok ciddi sınavlara maruz kaldığı bir zamanda NATO’nun bütünlüğüne büyük zarar vermiş bulunuyor.
Yine tekrar edelim isterseniz: PYD / YPG’yi korumak için, bir NATO ülkesini ekonomisini çökertmekle tehdit etmek ve bunu sosyal medya üzerinden yapmak, transatlantik ittifaka ve bağlara zarar verir. 1950’lerde Kore’den 2000’lerde Afganistan’a kadar on yıllardır Washington’la birlikte faaliyet göstermiş bir ülkenin, PYD / YPG kadar kıymetli olmadığını hissettirmek de NATO’ya zarar verir. Ve tüm bunlar, bu ülkenin siyasi elitini, bir Rus stratejik silah sistemi almaya karar verdiklerinde, kendilerine teknik olarak bunun çok da doğru bir karar olmadığını belirten uzmanları dinlemeyecek kadar kızdırabilir. Çünkü söz konusu siyasi elit, belki de S-400’ün değil, YPG’ye giden silahların transatlantik ittifakı zafiyete uğratacağını düşünüyordur. Belki de, Ortadoğu’da yaşanan hibrit harp trendlerini izliyorlardır ve bu silahların konvansiyonel ordulara nasıl riskler oluşturacağını görüyorlardır. Belki de, Suriye’ye komşu olan tek NATO üyesi ülkenin Suriye konusundaki görüşlerine kulak vermek gerekir.
Ancak haksızlık etmeyelim. En son Münih Güvenlik Konferansı’nın da gösterdiği gibi, Türkiye, transatlantik ittifakın zarar gören unsuru değil. Avrupalı müttefiklerin küstürülmesi için de çalışmalar “istikrarla” devam ediyor.
- Bundan sonrası
Kısacası şimdiye kadarki hikâye, Türkiye’nin NATO müttefiklerinin Ankara’ya, az ya da çok, nasıl Rus S-400 sistemlerinin reklamını yaptığıyla ilgili. Türkiye alımları sonuçlandıracak mı? Türk Hükümeti’nin bir mensubu olmadığımız ve sadece bir savunma analisti olduğumuz için, açıkçası, bilemiyoruz. Fakat Ankara’nın S-400’lerden geri adım atacağına dair bir sinyal vermediği gibi aksine bu konuda güçlü bir kararlığa sahip olduğu açık. Nitekim 2013’teki Çin HQ-9 sistemine dair neticesiz kalmış anlaşma, Türkiye’nin Batılı müttefiklerine bir şeyler anlatabilmiş olmalıydı. O sıralar Ankara baskılar sonucu geri adım atmadı, Batı’nın kendisine daha iyi fırsatlar teklif edeceği beklentisine girdi.
Tabii Ankara’ya da bir hatırlatmada bulunmak gerekiyor. Batı ile ilişkilerde odak noktası, dış politika ve savunma politikasının uygulayıcıları kadar, hatta daha fazla, bu siyasaların mutfağı olmalı. Yani, Türkiye’nin, transatlantik ilişkilerdeki büyük problemler hükümetler arası krizlere dönüşmeden önce bu sorunları öngörebilmesi için “track 1.5” diplomasi (resmî ve gayriresmî aktörler tarafından bir arada yapılan çalışmalar) ve “track 2” diplomasi (resmî olmayan ancak resmi ilişkilere zemin hazırlayan diyaloglar) yetenekleri inşa etmeye, bir stratejik çalışmalar altyapısı kurmaya ihtiyacı var. Açıkça ifade etmek gerekirse, ABD’de bulunan think-tank’ler ile boy ölçüşebilecek, gerçek bir düşünce kuruluşları ortamı ve strateji çevresi oluşturmak elzem. Bunlar, muhtemel gelişmeleri ve trendleri -söz gelimi F-35 teslimatlarına ilişkin eğilimleri- öngörecek, değerlendirecek, raporlayarak aktaracak ve gerektiğinde muhataplarının görüşlerini etkileyecek unsurlar. Türkiye ölçeğinde önemli bir ülkenin böyle bir kabiliyete sahip olması, önünü daha iyi görmesine ve daha geniş fikir yürütme zeminlerine sahip olmasını sağlayacak. Aksi ise birçok problemi kronik hale getirebilir.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
[Dr. Can Kasapoğlu İstanbul merkezli bir düşünce kuruluşu olan Ekonomi ve Dış Politikalar Araştırma Merkezi’nin (EDAM) savunma analistidir.] “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.