Mektup aracılığıyla Türk medyasına ilginç mesajlar gönderen Gülen, “Medya, bir câninin elinde öldürücü bir silah, tefessüh etmiş birinin elinde ahlaksızlığı yayan bir vesile, toplumsal sorumluluğunun farkında olan bireylerin elindeyse yeryüzünü cennete çeviren bir efsunlu iksir olur” dedi. Gülen mektubunda Türkiye’deki siyasilere de göndermede bulunup “Nefret vaizliği” yaptıklarını öne sürdü.
Gazeciler ve Yazarlar Vakfı ile Rusya Federasyonu Basın Birliği tarafından Moskova’da düzenlenen ve Rusya ile Türkiye medyalarının sorunlarının masaya yatırıldığı toplantıya katılmasına sağlık durumunun imkan tanımadığını ifade ettiği ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil tarafından katılımcılara okunan mektubunda, “Kalem erbabı bilirler ki vicahi görüşmenin mümkün olmadığı durumlarda bir mektup vasıtasıyla da görüşülebilir. Zira üslûb-u beyan, aynıyla insandır” dedi.
Gülen mektubunda şunları söyledi:
Medyanın bugün bir güç olduğu hususunda hiç kimsenin şüphesi yoktur. Asıl olan bu gücün kimin elinde yoğunlaştığı ve hangi niyetlerle, hangi emellere yönelik olarak kullanıldığıdır. Medya, ismi üzerinde, bir ortam, bir araçtır. O, bir câninin elinde öldürücü bir silah, tefessüh etmiş birinin elinde ahlaksızlığı yayan bir vesile, toplumsal sorumluluğunun farkında olan bireylerin elindeyse yeryüzünü cennete çeviren bir efsunlu iksir olur. Bugün pek çok zararlı düşünce, silik söz ve fena görüntüler, maksat ve gayesinin çok çok önünde bir sür'at ile medya vasıtalarıyla yayılmakta ve maalesef taraftar da bulmaktadır. Özellikle gerek din, gerekse ideolojileri adına dünyayı kana bulamaya kalkışanlarla sorumsuz yayıncılık yapan medya arasında paradoksal bir ortak yaşam ilişkisi bulunmaktadır. “Ne kadar kan, o kadar manşet” mantığıyla gazetecilik yapanlar, bilerek veya bilmeyerek toplumu terörize etmekte ve teröristlerin ekmeğine yağ sürmektedirler. Oysa yayın politikasının esasları, devlet-millet bütünlüğünü koruma, devletin yıpratılmamasına özen gösterme, sansasyonel haberlere vize vermeme, fuhşiyât ve münkerâtın her çeşidine kapalı olma ve bütün olumsuz şeylere karşı mücadele etme gibi prensiplerin üzerine bina edilmeliydi. Yeni medyanın bu konuyu da hassasiyetle ele alacağını ümit ediyorum.
Geleneksel medyamız internet ve mobil iletişim imkanlarının sağladığı bilgiye ulaşımın daha hızlı yolları karşısında bocalıyor. İnsanımız hız ile derinlik arasında bir tercih yapmak zorunda kaldığında post-modern kültür onu hızı tercih etmeye ve nihayet ciddi teemmül ve i’mal-i fikir isteyen konuları bile sloganvari kısa cümlelerle ifade etmeye zorluyor. Uzun vadede bunun düşünce ve algı mekanizmalarımızı da şekillendireceği izahtan vabestedir.
20. Yüzyılda hemen bütün dünya dilleri kelime hazinesi kaybına uğradılar. Artık gençlerimiz birkaç yüz kelimeden ibaret primitif bir dille iletişim kuruyor. Osmanlı Türkçesi’nin 20. Yüzyılda geçirdiği budanmayı bizler yaşadık. Sanıyorum Gorki, Tolstoy, Çehov, Dostoyevski ve Puşkin gibi büyük dil ustaları yetiştirmiş Rusça’nın 19. Yüzyıldaki zenginliğini koruyamadığını, Rusyalı meslektaşlarım da kabul edeceklerdir. Dilin yozlaşmasında da, korunmasında da medyanın büyük bir payı vardır. Genç kuşakların klasiklerimizden koptuğu bir dönemde dilin zenginliğinin gelecek kuşaklara aktarılması konusunda medyamıza daha da büyük bir görev düşmektedir.
Geleneksel basılı gazeteciliğimizin yeni medya karşısında gerilemekte olduğu bir gerçek. Ama bu kaçınılmaz dönüşüm bir fırsat olarak da görülebilir. Geleneksel medyamız bir kısım marazlara artık iflah olmaz bir şekilde dûçar olmuştu. Evrensel kabul gören medya etiği ve tarafsızlık kuralları bile medya grup çıkarları söz konusu olduğunda göz ardı edilebiliyordu. Henüz embriyonik bir aşamada olan yeni medya veya yaygın kullanılışıyla 2.0 Gazetecilik bir etik değerler manzumesi oluşturma şansını kaçırmış değildir.
Geleneksel medyanın yaptığı hataların tekrarlanmaması konusunda yeni medya daha kuruluş aşamasında bağlayıcı kararlar alabilir. İnteraktivite oranı geleneksel medyaya göre çok daha yüksek olan yeni medyanın okur ve izleyicileri aynı zamanda müfettişleridir de. İçerik kontrolünün geleneksel medyaya kıyasla çok daha zor olduğu yeni medya böylesi bir teftiş mekanizmasını daha baştan kurmazsa kutsal bir meslek olan haberciliğin zamanla bir eğlence sektörüne dönüşmesi kaçınılmazdır.
Geleneksel medyanın önemli bir sorunu kendi milletlerinin değer ve kültürlerinden kopuk olmalarıydı. Bu kopukluk bazen medya kurumlarına trajikomik denilebilecek hatalar yaptırabiliyordu. Artık küçük bir köy haline gelen dünyamızda gazetecilerin bırakın kendi okur ve izleyicilerinden, dünyanın genelinden bile kopuk olma lüksü kalmamıştır. Yeni medya daha baştan kendisini farklılıklara karşı kuşatıcı, barış içinde bir arada yaşama kültürünü teşvik edici ve her din ve kültür grubunu kendileri için de kabul edilebilir vasıflarla tanımlayıcı bir olgunluk seviyesine getirmelidir.
Geleneksel medyamızın bir sorunu da farklı kültürlerin hassasiyetlerine vakıf olmamasıydı. Söz gelimi Türkler 1. Peter’e tarihten gelen alışkanlıklarıyla Deli Petro adını verirler. Oysa Ruslar için o Büyük Piotr’dır. Medyamız bu önyargılı tutumu ne yazık ki devr almış, hatta toplumda var olmayan yeni ön yargılar oluşturmuştur. Yeni medya tarihten miras alınan düşmanlıkları unutmalı, ortak geçmişimizin ortak bir gelecek oluşturmaya yarayacak sahnelerini ön plana çıkarmalıdır.
Tarafsızlık ilkesi medyanın evrensel kabul gören bir ilkesi olmakla birlikte en fazla ihlal edilen ilkelerinden biridir. Tarafsızlık ilkesini benimseyebilme ve bunu yayınlara yansıtma önce şahsiyetli bir düşünce, sonra sağlam bir kültür, sorumluluk duygusu ve millî menfaatleri her şeyin üstünde tutabilecek bir anlayış ve inanç ister. Ne yazık ki geleneksel medyamız daha baştan medyanın topluma bir rehber mi yoksa bir ayna mı olması gerektiği sorusunu yanlış cevaplamış ve ideal toplumun nasıl olması gerektiği üzerinde durmaktansa olan biteni olduğu gibi ve bütün ayrıntılarıyla yansıtmayı tercih etmişti. Bu manadaki gazetecilik, yer yer halkı tenvir etse de, temelde milletin kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmak, gizli kapaklı yapılan işlerini fâş etmek ve merak uyarıcı şeylerle okuyucu bulmaya çalışmakla meşgul oluyordu. Bu anlayışta olan gazeteciler bugün tiraj uğruna maalesef bütün semavi dinlerin günah kabul ettiği özel hayatın gizliliğini ihlal, ardı arkası kesilmez iftiralar, karalama kampanyaları ve karakter suikastlarına kadar varabilen çarpıklıkların hepsini irtikap edebilmektedir.
Neticede gazeteciler ve tabi oldukları gazetecilik kültürü de genel toplumun ve o toplumun benimsediği kültürün bir alt kümesidir. Eğer bir toplum insan hak ve özgürlüklerine saygıyı içselleştirememişse, toplumda hoşgörü ve diyalog kültürü yer bulamamışsa, siyasetçiler iç ve dış düşman üretiyor ve nefret vaizliği yapıyorlarsa, gazeteciler de bu genel kültür çiğliğinden etkilenecektir. Toplumla medya arasındaki karşılıklı yozlaşma veya karşılıklı olgunlaşma ilişkisi bir hermönetik döngüyü andırır. Biri anlaşılmadan öteki anlaşılamayacağı gibi biri reform edilmeden diğeri de reform edilemez. Bu açıdan sadece medyamızın değil, toplumun bütün hayati kurumlarının insan hak ve özgürlüklerine saygı, barış içinde birlikte yaşama, hoşgörü, ve nihayet din ve kültürler arası diyalog çabalarını sahiplenmesi gerekmektedir.
Medyamızın bütün gazetecilerce bilinen pratik sorunları da vardır. Sahiplik yoğunlaşması, sahiplik konusunda yeterli şeffafiyetin olmaması, gazete ve televizyonların reklam sektörüne, dolayısıyla da reklam veren firmalara maddi bağımlılığı, ve tabi gazete sahiplerinin siyasi otoriteyle giriştikleri iş ilişkileri özgür düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerdendir. Türkiye’de bugün itibarıyla 29 gazetecinin hala daha hapishanede olması üzücüdür.
Ancak bundan daha da üzücü olan gerçek bazı gazetecilerin yukarıda sayılan sorunlardan dolayı kendilerini otosansüre tabi tutmalarıdır. Oto sansür gazetecinin vicdanının hapsedilmesidir. Oysa bedeni hapsedilen bir gazetecinin vicdanı hür kalabilir.
Nasıl birbiriyle yapıcı bir diyaloga girişen iki entelektüel bu diyalogdan her iki taraf da aydınlanmış ve bir artı değer üretmiş olarak ayrılırsa, ülkelerin ve kıtaların medyaları arasındaki diyalog da her iki tarafın kendi başına asla üretemeyeceği artı değerler üretecek, bir anlamda medeniyet sıçramasına vesile olacaktır.