ABD’nin Teksas eyaletinde kendi yaptığı saati öğretmenine göstermek için okula götüren 14 yaşındaki müslüman lise öğrencisi Ahmed Muhammed tutuklandı. Neden? Çünkü adı Ahmed. Yani o bir müslüman. Yani o bir terörist. Yani kendi evinde yaptığı herhangi bir elektronik alet bomba olabilir. Çünkü zaten müslümanlar bilim, sanat, teknoloji gibi işlerle uğraşmaz. Müslümanların peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğu gibi buna inanan bütün müslümanlar da terörizmin elçisi ve potansiyel bombacısıdır.
Dünyayı saran faşizm yolunda, bir eğitim kurumu tarafından atılan bu küçük ama önemli adım, hala ne olduğu tam olarak anlaşılamamış “ayrımcılık” meselesini tekrar gündeme getiriyor. Ayrımcılık nedir? TDK’ya göre “eşit davranmamak, fark gözetmek” Evet biraz masum bir tabirmiş. Oysa ayrımcılığın kendisi ve etkileri o kadar da masum değil. Kafanıza kafanıza vuran, çok daha sert ve can acıtıcı bir şey ayrımcılık. Tıpkı Latince kökeninde olduğu gibi; insanları bölen, ortadan ikiye ayıran, can yakan bir şey. Latince discriminare (bölmek, ayırmak, ayırdetmek) sözcüğünden gelen “ayrımcılık” terimi hayatımızın bu kadar içinde çünkü hayatımızı kolaylaştırıyor. Kimsenin olaylar ve kökenler üzerinde düşünmesine gerek yok, kimliği belirsiz kişiler tarafından “sözde” düşünülerek uydurulmuş ayırıcı kalıplar (teni koyu renk olana zenci, Ramazan’da oruç tutmayana Alevi, eşitlik isteyene Komünist, esmer ve sakallı olana Kürt -yani PKK'lı- demek gibi) bizim için çoktan hazırlanmış. Peki neden bizden farklı olanı bir şekilde isimlendirme gereği duyuyoruz? Evet birini işaret ederken siyah gömlekliyse “siyah gömlekli olan” diyoruz çünkü kişiyi işaret edebilmek için onu diğerlerinden ayıracak bir niteleme sıfatına ihtiyacımız var. Ama zaten bu, bizim bahsettiğimiz ayrımcılık değil. Bu bir niteleme, bu diğerlerinden ayırma amaçlı söylenen bir ayırıcı özellik. Ama din, etnik köken, ırk, sınıf, cinsiyet, cinsel kimlik, bedensel engel gibi sonsuza uzanacak sebeplerden dolayı birini diğerinden ayırmak, öncelik vermek, bir köşeye itmek ayrımcılığın daniskasıdır.
Ayrımcılıkla her gün karşılaşıyor, birbirimizi ebelemeç oynar gibi “al işte ayrımcılık yaptın” diye suçluyoruz. Bu günlük hayatımıza o kadar sızmış durumda ki kendi aramızda sürekli "ayrımcılık suçu" kovalıyor, ancak söylediğimiz bir cümleyle, gösterdiğimiz bir tepkiyle farkında bile olmadan ayrımcılığı yapan biz oluyoruz. Bunun en büyük sebeplerinden biri de ayrımcılığın Osmanlı'dan beri toplumsal hafızamıza ve günlük dilimize işlemiş olması.
Türkiye siyasetinin bel kemiği olan etnik köken meselesi, bu toprakların hiç de yabancı olduğu bir mesele değil aslında. Çok övündüğümüz Osmanlı için Ruslar uğursuz, Macarlar namussuz, Lazlar kaz kadar akılsızdı mesela. (Osmanlı’da Azınlıklara Yakıştırılan Genellemeler) Görülüyor ki “bizden” olmayan, bizden farklı olan herkesin bir eksikliği var. Hepsi ya günahkar ya salak ya da lanetli. Hadi bunları düşünmek için yola çıktıkları belli olaylar, belli insanlar var diyelim, bunlar üzerinden bütün bir milleti, bütün bir kökeni yaftalamak neden?
Cumartesi Anneleri yıllarca, temelinde ayrımcılık yüzünden gözaltına alınan, kaybolan, faili meçhul siyasi cinayetlere kurban giden yakınlarının hakkını aradı. Bu annelerden biri normal düzeyde zekası olan her insanın anlayabileceği ve normal şartlarda akılları başa getirmesi gereken çok güzel bir şey söylemiş;
“Ben bir anne olarak şahidim ki, çıplak bir çocuk doğurdum. Üzerinde hiçbir şey yoktu, Tanrı da şahidimdir; Ne bir ulusa dair bayrak, ne kimlik, ne de üniforma. Doğurma fiilini bizzat yapan, o mucizevi ana tanıklık eden bir anne olarak yine şahidim ki, doğumumdan şu ana kadar üniforma ya da bayrakla bebek doğuran bir anne görmedim ben..Doğurduğum o çırılçıplak bebek, insan soyunun genlerini taşıyor sadece..."
Etnik ayrımcılık siyasetin bel kemiği dedik demesine ama aslında bu ülkede kimse ayrımcı değil, çünkü kimse ayrımcı olduğunu kabul etmiyor. (Tabi arada “Ayrımcıyım lan ben, Kürd’ü de sevmem, Alevi’yi de sevmem, ibnesini de sevmem Hristiyan’ını da sevmem. Gebersin hepsi.” diyen marjinaller de çıkmıyor değil…) Mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan da hiç ayrımcı değil. Hatta “ayrımcı” bir insan olmadığını kanıtlayan çok güzel de bir cümlesi var; “Ayrım yapsam Siirt’ten bir Arap kızıyla evlenmezdim”.
Mesela “Kız alıp kız vermişiz” deriz.
Mesela “benim de Kürt arkadaşlarım var” deriz.
Mesela “Etle tırnak gibiyiz” deriz.
Mesela “Çocukken Rum komşularımız vardı, evlerinden çıkmazdık” deriz.
Mesela “Alevi nedir, Sünni nedir... bilmezdik” deriz.
Mesela “Benim en yakın arkadaşım Ermeni” deriz.
Mesela “Benim eşim Kürt” deriz.fakat bu cümlelerin hiçbiri bizi “ayrımcılık” denilen illetten kurtarmaya yetmez, yetmemiştir.
Hıristiyanların web sitesi Ship of Fools, bir yarışmayla en komik dini fırkayı seçmiş ancak Müslüman ve Museviler’in fıkraları, hakaret olarak algılanabileceği korkusuyla yayınlanmamış. Birinci seçilen fıkra din ayrımcılığının beyin yoksunu aşmışlığını en iyi anlatan şey olabilir:
Köprüden geçmekte olan yobaz, bir adamın intihar etmek üzere olduğunu görür. Koşarak yanına gelir ve ‘Dur, sakın yapma’ der. Adam ‘neden’ deyince yobaz, ‘Yaşamak için birçok neden var’ karşılığını verir ve aralarında şu konuşma geçer:
- Dindar mısın?
- Evet.
- Ben de... Hıristiyan mısın Budist mi?
- Hıristiyan.
- Ben de... Katolik mi yoksa Protestan mısın?
- Protestan.
- Ben de... Episkopal mi yoksa Baptist misin?
- Baptist.
- Ooo, ben de... Tanrının Baptist Kilisesi’nin mi, yoksa İsa’nın Baptist Kilisesi’nin mi üyesisin?
- Tanrının Baptist Kilisesi’nin.
- Ben de... Tanrı’nın reformcu Baptist Kilisesi mi, Tanrı’nın orijinal Baptist Kilisesi mi?
- Tanrı’nın reformcu Baptist Kilisesi.
- Ben de... 1879 tarihli mi, yoksa 1915 tarihli reformdan yanasın?
- 1915.
Yobaz, ‘Vay kafir vay’ diyerek adamı köprüden aşağı iter!
Türkiye’de de din ve etnik köken ayrımcılığı bu seviyeden çok uzak sayılmaz, ancak şiddetini gittikçe arttırıyor. Etnik Köken Ayrımcılığı’nda bahsettiğim “Kız alıp kız vermişiz” cümlesi artık pek de geçerli değil. Son on yıldır etnik köken ve mezhep ayrımı en üst düzeyde. Gittikçe harlanan bu ateş şuan patlayıp her şeyi yok etmeye çok yakın. E normal değil mi, mevzu Türkiye ise etnik ayrımcılık, din ve mezhep ayrımcılığı hem içeride hem dışarıda bir devlet politikası.
Erkek dışında bir “cins” olmanın neredeyse yasak olduğu, heteroseksüelliğin bile kapalı ışıkta, yorgan altında, kadının erkeğin altında olmasıyla yaşandığı bir ülkede “kadın” olmanın, homoseksüel, pardon “ibne” olmanın ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz. Kadınlara çeşitli haklar verilmiş bir ülkede devlet büyüğü olarak addedilen kişi "hanımlarınızı eğitin, her şeyi istemesinler" gibi bir cümle kurabiliyorsa, o ülkede kadın-erkek eşitliğinden bahsedilebilir mi? %99.2’si müslüman olan Türkiye’de, Kur’an’da bütün ibnelerin öldürülmesinin emredildiğine inanılırken ayrımcılık kelimesi biraz fazla modern, biraz şımarık kaçıyor tabi. Avrupalı olma çabaları işte bunlar hep… Batının ahlaksızlığını almış günahkar bireyleriz hepimiz.
Bir düşünün, kendini “modern” olarak tanımlayan kaç erkek arkadaşınızdan homoseksüellerle ilgili “Benden uzak olsunlar da ne bok yerlerse yesinler” cümlesini duydunuz ya da bir homoseksüelle aynı ortama girdiklerinde fiziksel teması, el sıkışmayı geçtim göz temasından kaçındıklarına, gerginlikten parçalandıklarına şahit oldunuz? Peki bir kadın olarak kaç kez fiziken bir erkekten daha güçsüz ama narin (!) olduğunuz, zeka gerektiren, teknik bilgi/teknoloji bilgisi gerektiren işlerden anlayamayacağınız (!) için “ya bırak bana bırak tamam” cümlesini “sen ne anlarsın” tınısıyla duydunuz? Daha araba bile kullanmayı beceremiyorken elinizin hamuruyla nelere kalkışıyorsunuz siz de canım… Şimdi bu yazıyı buraya kadar okuyup yüzde yüz katılanlar arasında bile bu noktaya gelince “ama abi kadınlar da gerçekten çok kötü kullanıyor” diyen çıkacaktır. Hahaha.
Cinsel ayrımcılığın daha da iğrençleştiği bir nokta var ki o da homoseksüelleri de kendi içinde ayırmak. Mesela “ibneler” iğrenç, bir kere estetik değil ama lezbiyenlerden bahsediyorsak “oo alırım bi’ dal” Çünkü çok estetik. Tabi güzel bir lezbiyenseniz. Öyle kısa saçlı erkek gibi filansanız yine olmaz.
Gelir düzeyinin bu kadar dengesiz olduğu bir ülkede sınıfsal ayrımcılık da çok rastladığımız bir şey diyecektim, sonra fark ettim ki çok rastlananı az rastlananı yok. Türkiye tamamen böyle bir yer. Türkiye diyerek ayrımcılık yapmayalım, aslında dünya böyle bir yer. Çünkü dünya zaten adaletsiz bir yer.
Toplumların bile isteye ürettiği bu adi gruplaşma şekli, ekonominin toplum katmanlarını etkilemesiyle ve toplumun bunun ayırdına varmasıyla gerçekleşti. Sırf kendine benzemiyor, etnik ve coğrafi kökeni farklı diye bir kişi ya da gruba "köylü" ismini takmak mesela… “Köylü” kelimesi artık o kadar çok kullanılıyor ki bir espri haline geldi. İnsanların birbirine “slk ya” demesi gibi “köylü” diye yapıştırıyor acımadan. Arada biri çıkıyor tabi “ama köylülerin ne suçu vaar” diyen.
“Avrupai” kelimesi ise Türk toplumunun Avrupa karşısında neredeyse genlerine işlemiş edilgen durumunun özeti gibi.
Belli sayıda çalışanı olan şirketlere “engelli” birey çalıştırmayı zorunlu kılan yasadan sonra bu ayrım tabi ki ortadan kalkmış değil, sadece gerçekler halının altına süpürüldü. Türkiye gibi zaten fiziksel anlamda da engelliler için yaşaması kabus olan bir ülkede (Görme Engellilerin Önündeki Dalga Geçer Gibi Engeller) engelliler kendi kendine yetemeyen, başkasının yardımı olmadan yaşayamayan, hatta "adam" olmayan insanlar olarak görülüyor ve toplum engelli kişiye merhamet duyuyor. Bu merhametin altında derin bir acıma duygusu var ancak bir yandan da toplumsal egosu bu kadar yüksek bir ülkede onların “normal” insanlar gibi yaşaması zaten istenmiyor. Eksik bir insan iş yerinde nasıl benimle aynı konumda olabilir, aynı maaşı alabilir ki?
2013 yılında AK Parti Tekirdağ Milletvekili Ziyaeddin Akbulut şöyle talihsiz bir açıklamada bulunmuştu;
"Bu insanlar sokağa çıkamıyorlardı, evlerde saklanıyorlardı. Anneleri babaları bu insanları sokağa çıkarmaya sıkılıyordu, utanıyordu. Ama hükümetimizin 2005 yılında çıkardığı yasa ile biz engellileri insan yerine koyduk, adam yerine koyduk. Bazıları ‘eskiden evimizdeki engelli, yatalaklar bir an önce ölse de kurtulsak diye Allah’a yalvarırdık’ diyordu. Şimdi ‘aman ölmesin, evimizin bereketi bu. Ben onun yüzünden devletten 450-500 lira bakım ücreti alıyorum, aman ona bir şey olmasın diye bakıyoruz’ diyorlar. İşte zihniyet değişikliği bu."
Türkiye çapında 34 ayrı derneğin bir araya gelmesinden oluşan Ayrımcılığı Önleme ve Mücadele Platformu, “Engelli Konumlandırma, Algı ve Ayrımcılık” adlı bir anket yapmış. Türkiye’de yapılan her anket gibi bunun da sonuçlarına tek gözümüz kapalı, istemeye istemeye bakıyoruz ve evet, sonuçlar toplumun engellilere iğrenç bakış açısını ortaya koyuyor. Ankette engelli bireylere belli sorular soruluyor ve yanıtlar gerçekten korkunç. Daha okul başlamadan, mahalle hayatında, çocuklar arasında ayrımcılığa maruz kalan engellilerin hemen hepsi okula kayıtta sorun yaşamış, arkadaşları arasında dışlanmış, kimi de hakaret görmüş. Anketin sonuçları şöyle:
%17.1’si restoran, sinema ve kafeye alınmadığını,
%8.1’i kiralık ev ya da iş yeri aradığı sırada engelli olduğu için kiralayamadığını,
%4.7’si öğretmeninin engelli olduğu için sınıfına kabul etmeyi istemediğini,
%13.8’i idarecilerin okula kaydetmeyi istemediğini,
%9.8’i okulda arkadaşlarının alayına maruz kaldığını,
%23.9’u ulaşım için bir araç durdurmaya çalıştıklarında, sürücülerin engelli olduğunu görüp durmadığını anlatmış.
Erkekliğine takık erkekler gibi milliyetine takık Türkler genelde ırkçılığı milliyetçilikle karıştırıyor. Milliyetçilik üzerinden yapılan etnik ayrımcılık içinde yok olduğumuzdan ırkçılığa sıra gelmiyor da olabilir. Ancak yine de günlük hayatın içinde sıkça karşılaşılan, nesilden nesle aktarılan iğrenç ırkçı terimlerle doluyuz. Gördüğümüz bütün siyahilere “Arap”, Arap görünce “İç şarabı s.k Arabı”, Çinli görünce “Çin, çan, çong” Sırp görünce “Madem ki Türk’sün System'e göster ürksün” dememiz gibi. (Türk karşıtı olarak bilinen System Of A Down isimli müzik grubundan bahsediliyor)
“Irk” kelimesi daha çok Amerikan tarihini işgal etmiş bir kelime. Tarih dediğime bakmayın, hiçbir şey tarihte kalmış değil. Dünya üzerinde hala ten renginin siyah, beyaz veya sarı olmasının bir eksiklik/üstünlük olmadığını, ya da ırkçıların seviyesinden bakarsak insanın elinde olan bir şey olmadığını anlamamış insanlar var.
Toplum tarafından “ayrılan”ın korunması; ezilmiş olanın dezavantajlı olduğu durumların açığını kapatmak amaçlı yapılan şeylere pozitif ayrımcılık diyebiliriz. Kimileri bu kavramı "ayrımcılığın pozitifi olmaz" diye reddederken kimileri de toplumdaki bazı grupların ya da eşit olmayan herhangi bir şeyin eşitlenmesi için bunun bir gereklilik olduğunu savunur.
Pozitif ayrımcılık konusunda en çok kafa karıştıran şey "ezik" kadınlara yapılan pozitif ayrımcılık. Ancak anlaşılması gereken şey şudur ki,
kadınlara karşı uygulanan şey pozitif ayrımcılık değildir. Engelliye ait park yeri pozitif ayrımcılıktır, özürlüler okulu pozitif ayrımcılıktır, tekerlekli sandalye kullananlara özel asansör pozitif ayrımcılıktır. Kadınlara özel tren? Hayır. Cinsiyetçiliktir.
Kadına "kadın" olduğu için önce söz hakkı tanınması, pozitif ayrımcılık değildir, yanlıştır. Böyle bir davranış toplum içinde erkeklere göre avantajsız durumda olan kadınları erkeklerle eşit konuma getirmez, tersine eşitsizliği tekrardan üretir. Zira eşit davranmak her zaman adil de değildir.
Ön yargıların kökenine indiğimizde ise bununla ilgili psikoloji biliminde elde edilen teoriler ve bulgularla karşılaşırız. Ön yargıların kişinin hayatında yaşadığı engellenmiş hissini yöneltmek için bir arayışa girmesi, bu nedenle içinde biriken öfkeyi kendinden daha zayıf olan topluluklara yöneltme ihtiyacı hissetmesi olarak ifade eden bir kuram vardır. Öte yandan ön yargının insanın varoluşundan bu yana hayatta kalabilmek için çabuk karar verme ve doğada rastladığı varlıkların düşman olup olmadığını belirleyerek tepki verme süresini kısaltmak için bulduğu bir hayatta kalma içgüdüsü olduğu da söylenebilmektedir. Nedeni ne olursa olsun hepimizin bildiği gerçek bütün insanlarda ön yargıların bulunduğu ve bunun insan olmanın bir sonucu olduğudur. Yani ön yargısı olmayan insan yoktur. Bu gerçek kabul edilerek belli bir farkındalık elde edilebilir.