HABER

"Hayatın bir tılsımı olmalı"

"Hayatın bir tılsımı olmalı"

"Bir tılsımı olmalı hayatın. Genç kızların telefon bekleyişlerinde vardır o tılsım... Hayatın tılsımı tıp tıp attırır yüreklerini, kahkahaları başka türlü, saç taramaları başka türlü; anneyle ortak babaya söyledikleri yalan başka türlüdür. Psikolog Yeşim Akbulut Mynet okurları için yazdı.

Ya delikanlılar... Bir şey oturmaz içlerinde. Bir kız seviyorlardır. Gerçi kız da seviyordur kendilerini. Ama... Öylesine bakarlar ki sevdiklerinin yüzüne, bir daha hiç öyle bakamayacaklardır...

Genç kadınlar hep o tılsımı ararlar. Kimseye göstermedikleri bir kor yanar içlerinde. Ve bir kere o tılsım kayboldu mu, ipi kopmuş bayraklara döner bütün günler. Gün pörsür, güneş pörsür, gece pörsür. Buruşuk bir can sıkıntısı kaplar da kaplar saatleri...

Ya erkekler... Kaybetmeye görsünler o tılsımı. Rakı şişeleri biter de doldurmaz o tılsımın boş bıraktığı yeri...

Bir tılsımı olmalıdır hayatın, vazgeçilmez bir öfke gibi, zaptedilmeyen bir aşk aranışı gibi, kaptırıp kendini şiirler yazma gibi... Bu tılsımda yanar söner kandilleri ilk defa baş başa kalınmış gecelerin. Bu tılsımda koklarsın ayaklarını kucağına aldığın ilk çocuğunun... Bu tılsımda:

'Gel gidip çekelim be', vardır.

Bu tılsımda sevdiğin evin duvarına bir resim asma vardır...

Yaşantının özündedir bu tılsım... Sönen tılsımlar başka tılsımları da söndürmeye dönüktür. Yanan tılsımlar başka tılsımları da parlatmaya...

Bu tılsımda 'haydi yürüyelim!' dersin on binlere...

Bunları tatmamışsan, ayda hiç değilse üç defa dünyayı bir pula satmamışsan, kızıp vurmuyorsan yumruğunu masaya ve ..."

Çetin Altan'ın 36 yıl önce yazmış olduğu bu taptaze yazıyı kim bilir kaçıncı kez bulup okudum geçenlerde ve gene ilk kez okuyormuşçasına heyecanlandım. Aklımın havuzuna başka tılsımlar dökülüverdi; ama ustanın sözünün üstüne söz koymak haddim değil. Zaten bu yazıyı okuyan herkes için kendi tılsımları yanıp sönecektir bir an da olsa. Ancak ister istemez yitirilmiş tılsımları düşünürken yakaladım kendimi. Şimdilerde o yitirilmiş tılsımlar rengârenk, minik haplarda, psikiyatr/psikolog koltuklarında, fitness centerlerde(!), estetik cerrahi masalarında, banka hesaplarında, markalarda ve süper, hiper bilmem ne lüks mekânlarda vs. aranıyor diye düşündüm; ya da öte dünyalarda! Ve tabii bulunamıyor! O tılsımlar yittikçe yerlerine obsesyonlar (takınak), depresyonlar (çökkünlük), panik ataklar ve daha niceleri yerleşiveriyor sinsi sinsi.

Akıl yürekten bunca uzak düşer, yürek de akıldan bunca kopartılırsa olacağı budur elbet. "Çağın gereği, günümüz koşulları, teknolojinin dayatması..." vb. martavallarla yalnızlaşıp bölünen akıl ve yürek, bunun bedelini insana "ruh sağlığını" da tehdit ederek ödetiyor besbelli. Oysa "ruh sağlığı" dediğimiz şey, bir tür buluşma hali, bir ilişkidir. Aklın ve yüreğin kimi zaman birbirlerine hoşgörü göstererek, kimi zaman da birbirlerini disipline ederek ilişki kurmaları... Hiç biri bir diğerinden daha az önemli değildir üstelik.

Çocukluk ve ergenlik gözyaşlarımın en önemli tanığıydı rahmetli babaannem. Pek çok sıkıntı yaşamış tipik bir Anadolu kadınıydı. Sinesine yumulup -kim bilir ne minicik bir şey için- zırıl zırıl ağlarken, mis kokulu beyaz tülbentinin ucuyla gözyaşlarımı siler, "gadasını aldığım guzum" derdi, "ağla amma aklınla üzül emi yavrum".

Dikkatinizi çekerim; "ağlama" değil, günümüzde pek moda olan Amerikan filmlerinden aparılmış "boş ver ha!" değil, üzülmüş insana söylenebilecek en saçma ve baştan savma laf olan "üzülme" de değil söylenilen!.. Yüreğin inkarı ve ihmali yok; aksine yumuşacık, küçümsemesiz bir kabulü var yaşanılan acının. Ama o acının abartılıp yaşayanı kavurmaması için de aklın yardıma çağırılması öğüdü var; bir destekçi olarak, bir baskı unsuru olarak değil!

İşte ruh hep böyle bir ilişki talep eder. Bu talebi yerine getirmek için bir an durmak, sakinleşip yeniden bakmak gerekiyor ara sıra. Dışımızda ve içimizde olup bitenlere, önceliklerimizin ne hale geldiğine, hala bizim olup olmadıklarına, tılsımlarımızın üzerine attığımız kürek dolusu külün gerçekte ne denli canımızı yaktığına bakmalı. Bakmalı ki görmeli; gördükçe kıpırdanmalı bir şeyler. O kıpırtılara yavaş yavaş izinler verilmeli belki, yeni keşiflere çıkılmalı içerilerde ve sonra da paylaşılmalı kocaman kocaman...

Bir dostum Mynet'teki yazılarımı okuduktan sonra "söylediklerini yapmamak daha kolay, biliyorsun değil mi!" dedi. "Biliyorum" dedim, "ama ödül insanın kendine kavuşmasıysa buna değmez mi?! Üstelik depresyonda yaşamaya ya da panik ataktan kurtulmaya çalışmaktan daha zor da değil söylediklerimi yapmak." Bütün yapacağımız biraz kül üflemek! Azıcık toza dumana bulansak da tılsımın pırıltısı her şeyi unutturacaktır.

Yazı: yesim.akbulut@mynet.com

En Çok Aranan Haberler