Cüneyt Kazokoğlu
mtbtr.com ve olimpikturk.com Yazarı
7 Temmuz 2011'de adaylığını resmen açıklayan İstanbul, Olimpiyat Oyunları'na 2000 (aday), 2004 (aday), 2008 (aday adayı) ve 2012'den (aday adayı) sonra beşinci defa talip.
Bilhassa ilk iki adaylığımızdaki tesis ve uluslararası organizasyon tecrübesi eksikliği bugün büyük ölçüde aşıldı.
2008 oyunlarına başvurduğumuz zaman Milli Olimpiyat Komitesi Başkanı Sinan Erdem "Türkiye'de cesur iş adamları arıyorum. Ne Sabancı ne Koç ilgileniyor." diye yakınıyordu.
Sadece devlete güdümlü bir adaylık, bugün -başta Koç ve Doğuş gruplarının verdiği destek sayesinde- söz konusu değil.
Özel sektörün dahil edilmesi, Türkiye'nin dev bütçeli olimpiyat adaylığının 1976 Montreal ya da 2004 Atina gibi mali bir fiyaskoyla sonuçlanmaması için önemli.
Olimpiyata resmi verilere göre Türkiye genelinde %83, İstanbul'da ise %76'lık bir halk desteği var. Bu rakamlar, rakiplerimizden daha ileride.
Turkiye, şüphe yok ki Buenos Aires'e İstanbul'un şimdiye kadar en profesyonelce hazırlanmış, en iyi ve en yüksek şansa sahip adaylığıyla gidiyor.
Öte yandan ekseriyetle İstanbul'da olimpiyat adaylığına önemli bir muhalefet de mevcut.
Bu muhalefet iki ana noktada toplanıyor: Dev bütçe ve inşaat hamlesi ile şehrin dokusunda gerçekleşecek olan büyük değişim, ayrıca Türkiye'de gerçek bir spor kültüründen pek de bahsedilemeyeceği gerçeği...
Şehircilik ve bütçe riskleri
Son 30 yıl içinde nüfusunu dünyada eşi benzeri görülmemiş bir hızla beş kat arttırdığı için zaten şehircilik açısından büyük sorunlara sahip İstanbul'da, olimpiyat adaylığı kapsamında 3. Boğaz köprüsü, Haydarpaşa Limanı'na stadyum, Belgrad Ormanı'na tesisler ve sınırları Terkos Gölü'ne yaslanan 420 km2'lik bir arazide yeni bir şehir kurulacak olması, haklı olarak büyük tedirginlik yaratan unsurlar.
Dolayısıyla şehir ve bütçe konuları Türkiye'nin adaylığının önündeki en büyük riskler.
Büyük bütçeli, şehrin çehresini büyük ölçüde değiştiren projelerin riskleri sadece Gezi olayları kapsamında değil, belki daha da etkili bir şekilde Brezilya'da 2014 Futbol Dünya Kupası ve 2016 Rio Olimpiyatları'na yönelik protestolarda da dile getirildiler.
Uluslararası spor dünyası, Türkiye'yle ekonomik ve sosyal açıdan benzerlikler gösteren gelişmekte olan bir ülkeye, yani Brezilya'ya dev bütçeli, bol (ve kısmen fuzuli) inşaatlı spor organizasyonlarını teslim etmenin risklerini bu örnekte fazlasıyla gördü.
Sportif kültür ise bambaşka bir olgu... Türkiye, tarihi boyunca uluslararası sahnede performansı potansiyelinin çok altında kalan bir ülke.
İlk defa 1912'da katıldığımız olimpiyatlarda çift haneli madalya rakamlarına ancak iki defa ulaşabilmişiz: Londra 1948 (12 madalya) ve Atina 2004 (10 madalya).
Şu bir gerçek ki olimpiyat düzenleyen ülkelerin uluslararası sportif başarıları da artıyor. Güney Kore (1988), İspanya (1992), Avustralya (2000), Yunanistan (2004), Çin (2008) ve Britanya (2012) düzenledikleri olimpiyat oyunlarında madalya açısından sıçrama gerçekleştiren ülkeler.
Aşağıdaki grafik, bu ülkelerin pek çok açıdan modern olimpiyatların başlangıcı kabul edilebilecek 1968 Meksika oyunlarından itibaren aldıkları madalya sayısını gösteriyor. Görülüyor ki, her ülke en yüksek değerine olimpiyat düzenlediği yıl ulaşıyor. Ancak asıl mühim olan bu ülkelerden iktisadi buhran yaşayan Yunanistan dışında hepsinin yakaladıkları ivmeyi öyle ya da böyle devam ettirebilmiş olması.
Türkiye, ev sahipliği yaptığı Akdeniz Oyunları'nda geçtiğimiz ay toplam 47'si altın 126 madalya ile tarihinin en başarılı sonucuna ulaştı. Sporcu başına madalya açısından 1993'le aynı, 1955'ten beri en başarılı oyunlardı. Aynı şeyi, olimpiyattan beklememek için hiçbir neden yok.
"Olimpiyatı, gençlerimize borçluyuz"
Olimpiyatın Türk sporuna başka olumlu etkileri de beklenebilir. Örneğin bugünlerde herkesin dikkatini çeken doping sorunumuzun ortaya çıkmasının baş nedeni olimpiyat adaylığında şart koşulan bağımsız bir dopingle mücadele kurumu kurulmuş olması.
Bu bağlamda şimdiki doping manşetleri, adaylığımızın önünde ciddi bir sorundan ziyade aslında bazı şeylerin doğru yola girdiğinin teyidi.
Keza kadınlar açısından olimpiyatın etkisini yadsımamak gerek.
Türkiye, bugün nüfusunun çoğunluğu Müslüman ülkeler arasında en fazla kadın sporcuya sahip ülke.
2012 Londra'da ilk defa olarak kafilemizin yarıdan fazlası kadınlardan oluştu.
Türkiye'nin yıllardır artan kadın sporcu oranı olimpiyata ev sahipliği sayesinde daha da ivme kazanacaktır.
Elbette "Önce düzgün bir spor kültürü yerleştirelim, sonra olimpiyata aday oluruz." demek mümkün.
Fakat biraz spor dünyasının içinde olan herkes biliyor ki bu Türkiye açısından fazla iyimser bir yaklaşım...
Hayatımın neredeyse yarısını Türkiye dışında geçirdim. Sporla yeri geldiğinde (nispeten başarısız) bir müsabık, yeri geldiğinde amatör bir muhabir olarak hep içiçe oldum.
Bugüne kadar yurtdışında gittiğim, başta bisiklet olmak üzere ne kadar yarış varsa, birkaç istisna hariç Türkiye'nin esamesinin okunmadığını gördüm.
Bugün gelinen noktada Türkiye'nin artık bir şok tedavisine ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Nüfusunun yarısı 30 yaşın altında olan ve uluslararası spor sahnesinde neredeyse bir asırdır kişisel başarıların ötesine geçememiş Türkiye'de, ancak kendi ülkemizde düzenleyeceğimiz, bütün dünyanın projektörlerini yönelttiği bir durumda harekete geçeceğimiz kanaatindeyim.
Bu da, bütün haklı çekincelere ve endişelere rağmen Olimpiyat Oyunları dışında bir şey olamaz.
Bugün ancak olimpiyatın, rahmetli Sinan Erdem'in sözleriyle, "sporu bireysellikten kurtarıp, Türkiye'ye çağ atlatacağını" düşünüyorum.
Unutmadığım, Olimpiyat Komitesi başkanı Dr. Uğur Erdener'in, Mart ayında IOC Denetleme Komisyonu ziyaretinden sonraki kapanış konuşmasındaki sözleri: "Olimpiyatı, genç insanlarımıza borçluyuz".
Evet, Türkiye, gelecek nesillerine, futboldan başka bir şey bilmeyen gençlerine, hayatlarında birkaç istisna hariç sportif başarı doyumuna ulaşamamış futbolsevmez sporseverlere, Londra 2012'ye götürecek tek bir sporcu dahi çıkaramadığı tam 45 şehrinin çocuklarına olimpiyatı borçlu.