Küçüktüm, ufacıktım. Dedem radyodan ajans dinler, bir taraftan da babaannem ispirto ocağında inceden inceye yanan mavi-mor arası ateşte sihirli değirmende çektiği koyu kıvamlı hayat kokulu o karışımı hazırlardı. İçmek istediğimde rengimin kararacağını söylerdi ama; dedem çaktırmadan fincanın tabağı ile masanın altından beni kara, kapkara hayat kokusuyla tanıştırırken, sırrımız dudak üstümdeki koyu bıyık iziyle ortaya çıkardı.
Adana’da Gar Kahvecisi’ne gider, kahve çekirdeği alırdım. Kahve benim için özgürlük demekti. Eve gelip mutfağa koşup, boyum yetişmediği için tabureye çıkıp, annemin kahve çekirdeğini tam kıvamında kavurmasını seyreder, kokusunu almaya başlayınca kahveyi ilk keşfeden keçiler gibi zıp zıp zıplamaya başlardım.
Neden mi? Çünkü sıra bana gelmişti, kavrulan çekirdekleri değirmende ben öğütecektim ve kahveyi çekirdekten o koyu hayat kokusuna ben dönüştürecektim. Yıllarca hiç usanmadan bu ritüeli tekrar ettik durduk. Dedem ve babaannem, bir gün o güzel atlara binip çekip gittiler. Ben de büyüdüm ve tabii ki kirlendi dünya. Kahve ise yolculuğuna hep devam etti.
Keçileri coşturan, Habeşistan'ın Kaffa yöresinin adı ile hayatımıza giren, Arapça’da “Qahwah” olup, bizde Kahve olan, Avrupa ve Amerika’da Coffee’ye dönüşen bu kutsal, nefis, hayat şarkısı meyve, içecek her ne ise, geçen hafta da güzel İstanbul’un egzoz kokuları arasında festivali ile ruhumuza değdi, içimize aktı ve bize çarpıp yankı oldu.
Dünyamız globalleşip, elimiz her yere değince kahvenin de yolculuğu, tiryakisi için ölüm kadar acı (Arapların en iyi kahve için tabiri), gençler için meyveli, sütlü, kremalı, çikolatalı versiyonlarıyla birlikte hız kesmeden yoluna devam etti ve ediyor.
İstanbul Kahve Festivali hiç ummadığım kadar canlı, adına yakışır, binbir çeşit markanın güzel standlarında hünerlerini, ürünlerini sergiledikleri, farklı damıtma yöntemlerini anlattıkları, seminerlerle kahvenin önemini vurguladıkları nefis bir karnavala dönüşmüştü.
Aman Tanrım bu ne kalabalık? (Benden duymuş olmayın 30 bin katılımcıyla rekor kırıldı)
Kokunun rengi olmaz demeyin, kahvenin binbir tonu, 150 civarında markayla festivalde beni al beni al dedi.
Baş tacımız Türk kahvesinin vatanı, yine bir ilke imza atarak London Coffee Festival ile birlikte dünyanın en büyük iki festivalinden biri oldu.
Kahve dükkanları, çekirdek kahveciler, toptancılar, kahve makine markaları, üreticiler, kahve züccaciyesi katılımcıları ürünleriyle yer aldı.
Norveç, Danimarka, Almanya, El Salvador, Yunanistan, İngiltere, İran ve Amerika’dan gelen kahve bilgeleri anlattı, yorumladı, bilgilendirdi.
3 ton süt, kahveye renk kattı.
Festival Türkiye’nin Avrupa kahve pazarındaki payının yüzde 14 olduğunu öğretti.
En iyi BARISTA seçildi.
İstanbul Kahve Festivali, kahveyi müdavimleri ve sevenleri ile buluşturan, envai çeşit kahvenin yapımında kullanılan makineler hakkında detaylı bilgiler edinmemizi, damak tadımıza en uygun kahve hakkında bilgi almamızı, evlerimizde de yapabilmemiz için hangi çeşit makineyi almamız gerektiğini öğreten, öneren, nefis bir panayır havasındaydı.
Dünya üzerinde büyük bir tüketim pazarı olan kahve, ülkemizde de altın değerinde önemli. Eminim o gün, o festivalde kahveyi ilk keşfeden keçinin ve Çoban Kaldi’nin ruhu da sevinçten dans ediyordu.
Kahvenin çok özel bir içecek olduğunu,
Kişiliksiz eklemelerle, binlerce yıllık onurlu yürüyüşü ve duruşunu bozmanıza sinir olduğumu,
Kahvenin modernlik adı altında tabiri caizse maymuna çevrilmesine uyuz olduğumu,
Ne yaparsanız yapın, Avrupai kıskançlıkla kahvenin doğulu olduğunu unutturmaya çalışmanızı onaylamadığımı,
Yunanlıların Türk kahvesine yıllardır “Greek Coffee” demesine rağmen Yunanlı Yazar Elias Petropoulos’un "Türk Kahvesi" adlı kitabıyla gerçeği tüm dünyaya itiraf etmesine bayıldığımı arz ederim.
Fotoğraflar İstanbul Coffee Festival sayfasından alınmıştır.