HABER

İstanbul tarihindeki salgınlar

İstanbul tarihindeki salgınlar

Tarih boyunca İstanbul'da yaşanmış büyük salgınlar. Öyle salgınlar, hastalıklar geçirmiş ki bu şehir kimisi savaşlardan bile çok can almış...

1970 yılı Ekim ayı içinde İstanbul un Sağmalcılar bölgesinde başgösteren ve daha sonra çevreye yayılarak bir kısım vatandaşlarımızın ölümüne yol açan kolera salgınından önce de İstanbul da çeşitli tarihlerde büyük salgınlarlar görülmüştür.


Özellikle veba, kolera ve çiçek salgınları bugünkü anlamda modern tıbbın henüz gerçekleşmediği çağlarda İstanbul'u kasıp kavurmuş, aylarca süren mücadelelerden sonra ancak önlenebilmişti.


İstanbul tarihinde fetihten sonra ilk büyük salgın 1591 yılında görülen veba salgınıdır. Bu yılın Ekim ayı içinde başlayan ve hangi semtten çıktığı kesin olarak bilinmeyen salgın, büyük bir hızla İstanbul u sararak günlük yaşayışı altüst etmiş, hastalıktan ölenlerin sayısının günde 500 ü aşması üzerine devrin padişahı III. Murat sarayı terkederek Edirne ye gitmişti.


Hastalık korkusuyla esnaf dükkanlarını açmadığından halk açlık tehlikesiyle karşılaşmış ve bu durum salgının önü alınıncaya kadar 6 ay süreyle böyle devam edip gitmişti.


1625 yılında görülen ikinci büyük veba salgını da İstanbul'lulara günlerce korkulu anlar yaşattı. Bayrampaşa vebası adıyla tarihe geçen bu salgın da ölü sayısı bakımından ilkinden daha büyük kayba yol açmıştı. Hastalık başlangıçta ağır seyrederken, daha sonra birden hızlı yayılmağa başlamış, ölü sayısının günde bini bulması üzerine paniğe kapılan İstanbul halkı toplu halde Okmeydanı'nda duaya çıkmıştı.


Ancak temizlik şartlarının pek gözetilmediği o devirlerde alınan tedbirler kifayetsiz olduğundan hastalık iki ay süreyle bu hızla devam etmiş, ölü sayısı her geçen gün biraz daha artmıştı. Kesin bir rakam verilememekle beraber bu salgında ölenlerin sayısının onbini bulduğu sanılmaktadır.


İstanbul tarihinde en fazla görülen hastalık sıfatını taşıyan veba bu tarihten sonra da sık sık kısa aralıklarla salgın halinde şehre yayılmıştır. Bunlar arasında 1650 ve 1655 salgınları önemlidir. Bu iki salgından sonra İstanbul 19.asrın başlarına kadar hastalık bakımından sakin bir devreye girmiş, bir iki küçük salgın bir yana bırakılırsa İstanbullular yüzyılı aşkın bir süre hastalık yüzü görmemişlerdir.


19.asrın ilk çeyreği içinde 1812 yılında İstanbul limanına giren küçük bir yelkenli beraberinde binlerce insanın ölümüne yol açacak bir hastalığın mikrobunu da getiriyordu.


Ocak ayının ilk günleri içinde İzmir den gelen ve İstanbul-İzmir arasında yük taşıyan bu gemiden yayılan veba hastalığı önce Galata da görülmüş, oradan da Beyoğlu na sıçramıştı. Kısa zamanda salgın halini alan hastalık daha sonra gittikçe yayılarak Fener ve Kumkapı semtlerine atladı.


Hastalıktan hergün yüzlerce insan, evlerde, bazen de yollarda yürürken düşüp ölüyor, bir yandan şehrin ve evlerin temizliğine girişilirken öte yandan halk camilerde dua ediyordu. Bir ara salgın seyrini çok şiddetlendirdi ve ölü sayısı günde üçbini buldu. Bu durum üzerine birer salgın yuvası haline gelen İstanbul ve Galata daki bekar odaları yıktırıldı. Alınan bütün tedbirlere rağmen hastalık ancak 10 ay sonra, Kasım ayı içinde önlenebildi.


İstanbul tarihinde ilk büyük çiçek salgını ise 1825 yılının Nisan ayı içinde patlak vermiş ve beşbine yakın insan ölmüştü. Başlangıçta iyi mücadele edilemeyen hastalık, bu yıla kadar bütün salgınlardan mahsun kalan Topkapı Sarayı na da sıçramış, sarayda bir şehzade ile iki sultan bu hastalığa yakalanıp ölmüşlerdi.


Sultan II. Mahmud devrinde 1831 yılında İstanbul da ilk defa görülen kolera salgınına önceleri kesin bir ad konulamadığından halk çaresiz kalmış, bunun sonucu olarak salgında ilk aylar içinde dörtbine yakın İstanbul lu ölmüştü. Ancak daha sonraları hastalığın kolera olduğu ve yabancı bir gemi vasıtasıyla İstanbul a ulaştığı anlaşıldığından zamanın hekimbaşısı Mustafa Behçet Efendi, padişah ve sadrazamı etkileyerek yabancı ülkelerden gelen gemilerin Büyükdere açıklarında karantinaya alınmasını sağlamıştı. Mustafa Behçet Efendi bununla da yetinmeyerek kolera salgınından nasıl korunacağını anlatan bir broşür hazırlamış ve bu broşür Matbaa-i Amire de basılarak halka ve ordu mensuplarına ücretsiz olarak dağıtılmıştı.


İstanbul'da bulaşıcı hastılaklarla mücadele amacıyla bir sağlık kurulunun kurulması fikri 6 bin kişinin ölümüyle neticelenen bu salgından hemen sonra ortaya atılmış, bu kurul 1838 yılında kurularak çalışmaya başlamıştı.


O güne kadar halk daha çok kendi kişisel gayretleri ve imkanlarıyla salgınlardan korunmaya çalışmış, ancak bu yapılırken tıbbi esaslar göz önünde bulundurulmadığından salgınların önü alınamamıştı. Sağlık kurulunun faaliyete geçmesiyle bu tarihten sonraları bulaşıcı hastalıklara karşı bilimsel bir yol izlenmiş, halkın uyarıcı yayınlar ve çalışmalarla eğitilmesiyle hastalıkla mücadelede olumlu sonuçlar alınmıştır.


İstanbul 19.asrın ortalarında 1859 yılında yine büyük bir kolera salgınıyla karşılaşmıştır. Sultan Abdülmecit zamanına rastlayan bu salgın onbin kişinin ölümüne sebep olmuş, bu tarihlerde halk-sağlık kurulunun bütün çabalarına rağmen-hastalarını hocalara okutmak suretiyle çare aramıştı. Bu yüzden önü alınamayan hastalık büyük bir hızla yayılmaya devam etmiş, halkın yollarda sapır sapır döküldüğü, ölülerin kireç kuyularına atıldığı görülmüştü.


Bu tarihin üzerinden çok fazla bir zaman geçmeden yeni bir kolera salgını 1877 yılında tekrar İstanbul u altüst etmiş, ölü sayısı bakımından diğerlerini de geride bırakmıştı. 15 bin insanın can verdiği bu salgında, devletçe yapılan müracaat üzerine Pastör Enstitüsü nden gönderilen Mauriece Nicolle, Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane nin bahçesinde ilk bakteriyolojihaneyi kurmuş ve çalışmalarına başlamıştı. Devrin padişahı Sultan Abdülhamit koleranın önünün alınmasına yardımcı olan bu kişiye çeşitli ihsanlarda bulunmuştur.


1912 yılının Eylül ayı içinde İstanbul yeniden büyük bir kolera salgınına sahne olmuş, bu salgında bütün sağlık tedbirlerinin zamanında alınmasına rağmen içlerinde ordu mensuplarının da bulunduğu onbinden fazla İstanbul lu hayatlarını kaybetmişlerdi. Halk arasında salgına patlıcanın sebep olduğu yolunda söylentiler çıkması üzerine şehirde patlıcan satışları birden durmuş, yine halka el ve vücut temizliği şartı ilk olarak bu salgında konulmuştur.


Şehirdeki dükkan ve mağaza sahipleri alınan karara uyarak iş yerlerindeki antiseptik madde dolu kaplar bulunduruyor, gelip giden müşteriler alışverişten sonra bu kaplarda ellerini yıkayarak dezenfekte ediyorlardı. Bunun yanı sıra belediyece görevlendirilen kişiler, hastalığın görüldüğü semtlerde, köşebaşlarında açtıkları kuyularda kireç söndürerek halka dağıtmaktaydılar.


Hastalığa yakalanan İstanbul lular önceleri Sarayburnu parkında karantinaya alınırken, daha sonra sirayeti önlemek amacıyla Yeşilköy e nakledildiler. Bu durum Yeşilköy halkı arasında korkuya yol açtığından pek çok kimse evlerini terkederek başka semtlere göç ettiler.


Hastalığın yayılma hızı, ancak üç ay süren çalışmalardan sonra yavaşlatılabilmişti. Cumhuriyetin ilanından sonra İstanbul da büyük denilebilecek salgın hastalık görülmemiştir. 1929 yılında görülen çiçek, 1937 tifo ve 1943 çiçek ve tifüs salgınları geçmiş devirlerdeki salgınlara oranla çok küçük kalmışlar, yayılmaları kısa bir süre içinde önlenmiştir..

En Çok Aranan Haberler